GOL

 Hece Öykü dergisi 2 ayda bir çıkıyor. Son sayıda bir öyküm ve kitap tanıtım yazım var.

Arkadaslar öykümü çok sevdiklerini, kadın kahramanımı çok sevdiklerini söylediler

Ben de dedim ki, dergi fiyatları coşmuşken öykümü bedava okusun blogcanlar😆.

Ama okuyup altına yorum yapmanız şart.

Yoksa cinler periler sizi dürtüşler, ona göre:)

Ayrıca Serkan Ince'nin köşesinde her sayıda gizli bir define var.






                                                                GOL

Paydos saati akşam beş. Biz özel sektörün beyaz yakalıları hiç beşte çıkamayız, bilenler bilir. Raporun son verileri, son paragrafı, imzalanıp pazarlamaya ya da "İ.K."ya gidecek acil birkaç izin belgesi vesaire her zaman bulunur. Onlar yoksa, bir acil toplantı illa ki çıkar. Yahut acil bir evrak hazırlanması istenir bir üstten... Kaldığımız mesainin ücretini alsak mavi yakalılar gibi, o bile yok. Aslında şikayet etsek mahkemelerde hakkımızı alırdık. Niyeyse şimdiye kadar çalıştığım hiçbir iş arkadaşım buna yeltenmedi. Kendi aralarında eşek gibi anırarak sitem edip patron dedikodusu yaptılar ama iş hak aramaya gelince adım atmadılar. Patrona kötü görünmemek için hep sustular. Üstelik, bu sözde iş arkadaşlarım benim arkamdan da don kişot falan diye dedikodu yapıyorlarmış. Ben de onlara yallah dedim. Hepsinden gizlice açtım davamı. "İ.K"nın da işine gelmedi zaten duyulması. Bugüne bugün hakkımı alıyorum. Mesaiye bıraktırıldığım ilk gün dava açmadım elbet, ama gizlice kameraya kaydediyordum kaldığım her günü. Vicdan yerine kameralar var artık, insanoğlundan bin kat daha iyi, dürüst. Her neyse.

            Halkla İlişkilerden Sude-pu (ona sondaki eki ben takmıştım, sonra işyerinde meşhur oldu, anime karakterleri gibi giyiniyordu şapşal) aramış, âdeti olduğu üzere bir son dakika golü atmıştı. Şu geçenlerde danışman firmadan aldığımız belgelerin örneğini, ne halta yaradığının (böyle kaba  ifade etmedi ama demeye getirdiği buydu) özetiyle birlikte istiyordu. Reklamlarda kullanacaklarmış filan. Bütün işi biz yapalım, kaymağı başkaları yesin, ne âlâ!

            Neyse, açtım kameramı, başladım çalışmaya. On dakika on dakikadır. Var mı Avrupa'da beş dakika bile fazla çalıştırınca parasını ödememek! Adamı n'aparlar valla. Neyse lafı çok uzattım, farkındayım. Tam işi bitirip gönder tuşuna bastım ki Erol nefes nefese camımı tıklatıyor. Erol'un burda işi ne? O makine planlamada şef. Ofislerimizin arası iki kilometre var. Hayırdır? Gamze'yi bugün görmüş müyüm diye sordu yüzü kıpkırmızı. Gamze bizim çeko'cumuz, şirinemiz. Bu aralar bir proje için sık sık buraya yolluyorlardı onu. Telefonu kapalıymış bütün gün. Ofisini aramadın mı dedim ilk iş. Telefonları bozuktu ya, tamirciler bekleniyordu kaç gündür. Ha, doğru dedim. Ordan kimseyi görmedin mi peki dedim sonra. Oradan geliyorum, hepsi gitmiş, benim de teftiş vardı, öğle yemeği bile yemedim, başımı kaşıyacak vaktim olmadı. Selmin'i aradım, izinliymiş bugün, haberi yokmuş. Müdürünü de aramak istemedim dedi. Buraya geldiyse de ben görmedim, pek benim buraya çıkmaz. Merdivenlerim dik, topuklusuyla çıkması zor biliyorsun, dedim.

            Bozuk baktı bana kırmızı yan hakem Erol. Lisanslı futbol hakemidir aynı zamanda kendisi. Hafta sonları maçlara çıkar amatör liglerde. Fırça gibi saçları, biraz çarpık dişleri, maviye çalar gözleri, yürüdükçe daha da allaşan kırmızı yanakları vardır. Manitasına laf çaktım diye bozuldu. Aramızın iyi olduğunu sanmıyordu herhalde. Bana kazık attıktan sonra Gamzecim diye götünde gezecek kadar omurgasız değildim şükür. Lafım da yersiz değildi, ben tırnaklarımın içinde makine yağıyla dolaşıp fabrikayı yürüteyim, hanımlar topuklularıyla, chanel parfümleriyle ellerinde beyaz kağıtları sallaya sallaya gezsinler, sonra da sekreterleri olayım, oldu gözlerim doldu. Ben de onlara gerektiği kadar zorluk çıkarmasını bilirim. Damarıma basmamayı öğrettim altı ayda. Her neyse. Baktı benden fayda yok, alı al moru mor halde çıktı ofisimden Erol. Azıcık daha boyu uzun olsaydı fena adam olmazdı. O, ben, Gamze üçümüz beraber başlamıştık işe. Kenan ve Fatma bizden bir ay sonra başlamışlardı. Gamze biraz bana yanaşmıştı aynı şehirdeniz diye. Erol'u bana yazıyor sanmıştım meğer Gamze'ymiş hedefi. İki üç bakış derken anladım, o ilk zamanlar hep benleydi ya Gamzecik... Hanım kız sonra departman değiştirince bana eyvallahı kalmadı tabii.  Çok da umrumda olmadı açıkçası, bilirim ben öylelerini, alışkınım. Bu ülkede kimse sana bir şey vermez, öğretmez, ancak saklar, kaçırır, kuyu kazar. Anadolu'mun güzel mirası. Mösyö Garbonne çok zor matmazel senin iş bu ülkede demişti. Adam altı aylık Türkiye seminerinde şaşkınlıklardan kurtulamamıştı.

 

            Ne diyordum, Erol daha da kızarmış olarak çıktı gitti. Annesini ara diye bağırdım arkasından pencereyi açıp. Hiç bana dönmeden başını sağa sola salladı. Elinde olsa kırmızı kart çekerdi herhalde. Gülerek toplandım. Bilgisayarı kapattım. Bu Gamze, evlenicez biz, diye ortalıklarda gezmiyor muydu, ne ara bozuştular da telefon melefon kapalı? Zavallı Erol ve onun gibiler, öyle kızlara âşık oluyorsunuz ki iki aya kalmadan tasmalı köpek ediyorlar sizi. Layıksınız işte. Erkek kısmına saydırarak çıkışa yürüdüm. Sonra kendime de güldüm. Çok şükür ki herkes tek tip değildi şu deli külahlı dünyada. Güvenlikçiye selam verdim. Allah razı olsun abla dedi. Buradaki işçilerin çoğu benden küçük. Hepsi bana abla diyor. İşin ilginci büyük olanlar da öyle diyor. Hanım kelimesini adımın sonuna ekletmeyi başaramadım ve ilk defa bir iş yerinde bunu önemsemiyorum. Çünkü sayıldığımı biliyorum. Yoksa bu işler ablayla abiyle yürümez. Bilmez miyim ben kurnazlığını çalışanların. Bir yamukları olsun basarım ihtarı. Allah için iyi iş çıkardılar mı hediyeleri de eksik olmaz, ayarlarım usulünce bir şeyler.

            Neyse, servis kaçmış tabii, beklerler mi, her geç kalanı beklese ooo... Pazarlamaya şimdilerde daha süslü bir ad bulmuşlar ama demiyeceğim o süslü adı, pazarlama müdürü olsaydım şimdiye altıma bir araba vermişlerdi ama niyeyse bizi üvey evlat gibi görüyorlar. Oysa adı üstünde imalathane, biz malı yapmasak neyi satacaksın patron denen adam! Onu da halledeceğim ama birkaç ayı daha var.

            Erol'u aracına binerken gördüm. Laf çakmasaydım az önce, beni de atsana derdim ama şansımı kendi elimle tepmiştim. Bu kasabamsı yerin taksisi, dolmuşu gelene kadar yürüsem daha iyiydi. Düşünürken ayırt ettim ki güvenlikçi bir şey diyor, ne dedim, eliyle otomobili gösterdi, baktım Erol el ediyor. Ne oldu diye uzaktan seslendim. Atla gidelim hadi, bekleme burada dedi.  İsterse bozuk çalsın yol boyu, ondan mı çekineceğim, bindim.

            -Gerçekten görmedin mi Gamze'yi dedi.

            -Görmedim ya hu. Kavga mı ettiniz, ne var?

            -Ya ne kavgası... dedi sustu.

            Anladım bir şey olmuş. Saat kulesinde indirirsin dedim. Yok diye atıldı Erol, fiskiyenin orda bir şeyler yeriz, sana soracaklarım var dedi. Haydaaa... İşle mi ilgili, yine Gamzecim'le mi ilgili diye aklımdan geçti. İş için olsa dışarıda pek buluşup konuşulmaz gerçi, işyerinde halledilir genelde. Ancak denetleme filan zamanları iş dışarıya taşardı.

            -Ne oldu, işle mi ilgili dedim.

            -Yok. Gamze'yi sen de benimle aynı zamanda tanıdın, ilk zamanlar iyi anlaşıyordunuz.

            -Sevgiliyken tanımak başka iş arkadaşıyken başka. Beni karıştırma şefim, dedim.

            Olayı biliyordu aslında, bilmez mi yan hakem Erol şefim. İmalathane için işe alınmıştı Gamze tıpkı benim gibi. Baktı ki topukluların giyileceği bir yer değil insan kaynakları müdiremizi kafakola aldı. Alsın, bana zararı yoktu tabii, ama ilk aylarda benim gözlem raporlarımı gizlice okuyup kendi gözlemleri ve fikirleriymiş gibi sattı üsttekilere. Öyleydi böyleydi derken kalite bölümüne aldırdı kendini. Oradan da şimdiki yere. İki yerde de gözüm yoktu, ben işimden memnunum ama bu onun bir hırsız olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ben de artık fikirlerimi yazılı notlar olarak saklamamayı öğrendim. Karmaşık bir de dosyalama sistemi yaptım, ben olmadan kimse bulamaz hiçbir şeyi. Mösyö Garbonne, işte ben de onların silahıyla onları vuruyorum, kızma bana. Ama ne zaman kendim gibi işini onuru yapmış biri çıkar karşıma, bildiğim her şeyi tek tek öğretirim.

            - Bırak şefi mefi, Gamze'yi tanıyamadım galiba şimdiye kadar.  Bu kadar inatçı olduğunu bilmiyordum. Ama âşığım be!

            Baktım kurtuluş yok, şurada bir kave mave içelim dedim artık.

            Buraların en sevilen kafesine girdik. Sotada bir yere geçti Erol, ben de peşinden tabii.

            -Senin fikirlerini satmış biliyorum, herkese yaymıştın bunu, açık açık suçlamıştın, ama neredeyse iki sene geçti. Başka hatasını gördün mü allah için, hı?

 

            Bu, dedim kendi kendime, işyerinde başlamış içmeye galiba.

            -Şefim, iki senedir ayrı yerlerde çalışıyoruz biz, benim bir şey görmem mümkün değil biliyorsun.

            Eğilip yüzüne baktım, sarhoşlara hep yaptığım gibi, bozuldu yine. Aklı başına gelmiyordu nedense bir türlü.

            - Alt tarafı önce nikâh sonra düğün yaparız dedim, yapmam demedim ki!

            Dökülüp saçılmaya başlamıştı nihayet. İki yılda benim ne güzel bir dert dinleyicisi olduğumu bilmeyen kalmamıştı fabrikada. İşim icabıydı bu aslında. Çalışan psikolojisi diye bir şey vardı, sonuçta ben de benim elemanların patronuydum. Erol gibi mesaidaşlarda da işe yarardı bu herze. Yoksa insan keyfinden Güzin ablalık yapar mı iş arkadaşlarına? Arkadaşmış, peh.

            Maviye çalar gözleri yüzümdeydi, yüzümden ne okudu, muhtemelen içim dışım bir olduğu için içimden geçenlerin hepsini.

            -Sen başkasın, ilk zaman garipsemiştim, ama şimdi sadece farklı olduğunu anlıyorum dedi.

Adam ermişliğe mi kayıyordu, başka bir şey mi vardı meraklandım. Her zamanki alaycılığımla elimi çeneme koyup, yaaa, başka? diye sordum.

            -Dalga geçme.

            -Geçerim abicim, alayını geçerim, bu dünyada dalga geçilmeyecek bir şey yoktur.

            -Kız, perişanım diyorum sana, iki gündür kapısının önünde yattım, evde değil. Bir insaflısı da çıkıp söylemiyor nerededir.

            - Hepsini tembihlemiştir, kan çıkar sana söyleyen olursa.

            - Sen de bilmiyorsun yani.

            - Şefim, bana kadar düştüysen... Başka bir şey olmuş kesin, bak anlat, yarım yurum şeylerle kafamı ütüleme Erol Bey.

            -Anlaşılan, gerçekten bilmiyorsun deyip arkasına yaslandı. İnce bir üff yaptı. Elini cebine attı, sigarasını çıkardı.

            -Bu bölmede içilmiyor dedim.

            Elini çekti, paketi de masaya bıraktı.

            -Ya, dedi, durdu yine bir, halen anlatmaya kararsızdı. Baharda Kenan'ın doğum gününü kutlamıştık ya hani dışarda, dedi.

            -Eee?

            -Konu evlilik mevlilik işlerine gelmişti, sen de iki gönül bir olsa, samanlık seyran olur demiştin, çok hoşuma gitmişti o söz. Bir beyaz elbise, bir duvak, sevilen şarkılar çalsın fonda, dostlar dans etsin, işte sana düğün demiştin...

            -Evet, demiştim. Yine olsa yine derim. Ama kesin polka çalan canlı bir grup olacak. Onu da demiştim.

            -Tamam.... Gamze'ye bunu hatırlattım demez olaydım....

            Lafını bitirmesine izin vermedim.

            -Eh yani, sen de en olmayacak şeyi yapmışsın be adam, sevgilini başkasıyla mı kıyasladın? Değil Gamzecan, ben olsam ben bile yüzüne bakmazdım.

            İyice kızardı, kırmızı kartı ben göstermiştim. Yüzünün böyle al al olması da beni hep gülümsetmişti, köylü çocuğu gibi. Köylü çocuklarının ayırıcı özelliğiydi bir zamanlar, temiz havadan dolayı filan sağlık fışkıran kırmızı yanacıklar...

            Sustu. Benden destek bulacağını sanmıştı galiba.

            -Ya, benim gibilerin sadelik, kutu kutu pensecik fikirleri siz erkeklerin genelde hoşuna gider, ama uygulamaya geldi mi saray düğünü seven kızlara nikahı basarsınız. Onunçün (böyle kelimeler kullanarak dalgacılığımı geri bırakmıyordum) ikiyüzlülüğünüzün cezası bu tripler. Korkma, burnunun sürtüldüğüne ikna olunca telefonu açılır. Stalk'lıyordur şimdi seni, sosyal medyana özür kabilinden çiçekli böcekli , şiirimsi şeyler koy sürekli.

            Hııı, dedi, yeni aklına gelmiş gibi. Belki de yeni aklına gelmişti. Ne kadar âşık böcek de olsa erkek adamdı, böyle bir şey aklına gelmemiş olabilirdi. Ne bileyim, erkek röntgeni mi çekiyordum ben sanki.

            -Ben ona evlenme teklif ettim ve sözümün arkasındayım. Bekleyeceğim dedi.

            Errrrkek, dedim içimden, r'leri dışımdan bastırmadığıma emin olmaya çalıştım.

            -Sağol, bakışımı genişlettin.

            -Vayy dedim, hocam, bugün iltifat  yağıyor bana.

            -Dalgayı bırak dedik kızım. Hem sana asıl söyleyeceğim başkaydı.

            -Neymiş o başka olan?

            -Kenan, dedi, sana âşık ama çekindiğinden aylardır yanına yörene uğrayamıyor. En son beni soktu araya. Yakın olmadığımızı biliyor ama niyeyse benden rica etti.

            Durakaldım fincan elimde.

            Şaşırmıştım, şimdi de Erol kırmızı kart gösterip oyunu durdurmuştu. Penaltı mıydı neydi, ondan gol olmuştu galiba.

 

 


9 yorum:

  1. Bak sen şu Kenan'ın yaptığına. :)) Öyküde sürprizleri, okuru ters köşeye yatıran finalleri seviyorum. Panenka penaltısı gibi etkileyici bir final kurgusu. Tebrik ediyorum Narda. Selamlar.

    YanıtlaSil
  2. Yüreğine sağlık Nagihan.. güzel hikaye... hassas, iyi kalpli insanların işi çok zor iş yaşamında ne yazık ki.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. :) İş hayatında dürüstlüğü kaybetmemek uzun vadede çok önemli, ama hassaslığı kaldırmıyor sistem. Insani açıdan hasssalığı. Bazı işyerlerinde iş için hassas olanı dahi sevmiyorlar:)

      Sil
  3. :) Hadi o zaman bekliyorum:)

    YanıtlaSil
  4. Çok güzel bir öyküydü. Kaleminize ve yüreğinize sağlık 🌺🥰

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkürler, eski yazılarıma yorumlarınıza da.

      Sil

Ölümü görün yazın bir şeyler, üşenmeyin.
E, üşenmeyin dedik ya:)