DOKUZDOLAMBAÇ
Arabanın bu
kadar eski püskü olacağı aklıma gelmemişti. Bir saatlik yol demişlerdi ama
yolun bundan çok daha uzun süreceğini arabayı görür görmez anlamıştım. Sigara
yasağı yeni gelmişti. Dışarıda son nefesleri çekip bindik.
Dokuzdolambaç'tan
öte doğru ilerliyorduk. Aksi gibi sabah sisi dağılacağı yerde yağmurla
birleşti. Kağnı gibi gitmek dedikleri böyle olmalıydı. Arabanın içi koyun ve
tütün kokuyordu. Etrafıma göz gezdirdim. Hacı dayı, Veli emmi… İşim
gerektirdikçe gittiğim bu ilçelerdeki herkes birbirinin aynı gibiydi. Boynumu
çevirip en arkaya da baktım. Paltosuna sıkıca sarılmış, hafif makyajlı,
çerçeveleri koyu renk gözlüklü genç bir kadını fark ettim. Bir üstünlük hali
sızdırıyordu arabanın içine. Yuvarlak
bir yüzü, küçük, koyu renk gözleri vardı. Çirkin sayılmazdı. Önüme döndüm. Şoförün
yanına geçtim. Yol uzayacaktı.
Yağmur ve sisten
sonra rüzgâr da baş gösterdi. Sararmış koca meşe yaprakları yüzümüze doğru
geliyor, cama tokat atmaya çalışan elleri andırıyordu. Dayılardan biri
"Geri mi dönsek?" dedi. Yavaş yavaş gideriz, diye cevapladı onu
kaptan. Gerçekten de öyle oluyordu. Orada burada durup yolcu alarak gidiyorduk.
En son, yolun kenarında muşambaya sarınmış bir karaltı gördük. Şoför durdu.
Yaşlıca bir köylü kadın, selam vererek, besmele çekerek bindi.
N'olacak kaptan,
göz gözü görmüyor, dedim, sesimi arkaya duyurmaya dikkat ederek. "İlçe
Ziraat'e öğleden önce yetişecek bu evraklar."
Ses vermedi.
Sesimdeki üstünlük taslamayı hissetmiş olacaktı. Oysa böyle yolculuklarda
kravatı gevşetir, şiveyi taklit edip ahbaplık ederdim şoförle ve yolcularla.
Kaptandan ses gelmeyince ben de bozuldum. Arkadakiyle kısa bir an göz göze
geldik ama hemen cama, dışarıya döndü bakışları. Kahverengi, ince telli ve
dalgalı saçları beresinin kenarlarından taşıyordu. Emmileri boş verip yanına geçtim. Aramızda
koridor ve onun yanındaki boş koltuk vardı. Şöyle bir bakıp tekrar başını cama
doğru çevirdi. Cebimden sigara paketimi çıkardım ve bir şey aranır gibi
yaptıktan sonra sordum: Çakmağınız var mı? Cevap tekdüze sesle ve kısaca
verildi:
- Hayır, sigara
kullanmıyorum. Hem araç içinde sigara içmek yasak!
- Tabii ya,
unutmuşum. Alışamadık daha. Mola verirsek içerim artık. Zaten bırakmaya
çalışıyorum. İyi oldu bu yasak.
- İçmeyenler
için çok iyi oldu, evet.
- Buralı
mısınız?
- Hayır.
Devam etmesini
bekledim ama pek de konuşkan bir kadın olmadığını anlamıştım. Böylelerini
bilirdim. Ketum davranıp gizemli görünmeye çalışarak soğuk nevale olduklarını
örtmeye çalışırlardı. Hevesim kaçtı. Zaten yol da o kadar uzun değildi. Önüme döndüm.
Vakit
ilerlemesine rağmen sis ve yağmur hafiflememişti. Dosyaları öğleden önce teslim
etmeliydim. Bu köhne minibüs giderek daha çok gacırdamaya başlamıştı. İçerisi
soğuktu üstelik. Yağmurun camlarda yaptığı şeffaf havai fişek gösterisiyle
oyalanmayı umdum. Nerede olduğumuza dair hiçbir fikrim yoktu. Yağmurun celalle
yıkamakta olduğu camlardan dışarıyı görmem mümkün değildi. Ara sıra tek katlı
evlerin siluetlerini seçebiliyordum. Gerçi bu yollarda görüp görebileceğim
kasaba evleri, ağaçlar, evden bozma tek tük marketler olurdu. Yıprak
silecekler, sadece şoförün görüş alanını kısa süreliğine açmaktaydı. Tekrar ön
tarafa geçmek istemedim. Saat on olmuştu bile. Arabanın içinde çıt yoktu.
Seslendim: Kaptan, radyoyu açsana! Şoförün yanındaki yolcu, muavinliğe soyunup
radyonun düğmesine bastı. Cazırtılı bir arayıştan sonra şiveli bir Türkçeyle
haber sunan bir seste karar kıldı. Sıkıntıyla arabaya göz gezdirirken onun bana
baktığını gördüm. Beceriksizce gözlerini kaçırdı. Neşem yerine gelmişti,
elbette benim gibi bir adamı görmezden gelemezdi o da. Fırsatı kaçırmadım:
- Öğretmen misiniz?
Kalın paltosunun
içinde kıpırdandıkça ufak tefek olduğu belli oluyordu. Çoğu kadının aksine
kaşları alınmamıştı. İyice rahatsız oldu. Utanmış gibiydi. Gerçekten utangaç
olabilir miydi? Onu gerçekten rahatsız mı ediyordum? Kısa ve sert verdiği
cevaplara bakarsam kendinden gayet emin hatta kibirli biriydi.
- Hayır,
değilim. Arkadaşımı ziyaret için geldim.
- Ben de aslen
Ankaralıyım. İki yıldır buradayım. Tarım müdürlüğünde. Adım Ömer.
İşi iyice
zıvanadan çıkarıyordum galiba. Belki de bir daha hiç karşılaşmayacağımız için
bu kadar rahat, sorumsuz davranıyordum.
- Billur.
- Memnun oldum.
İlk gelişiniz mi şehrimize?
- Evet, öyle.
- Arkadaşınız ne
iş yapıyor? Buralı mı?
- Değil. Hemşire
kendisi.
Gerçekten garip
bir kızdı. Tam "Artık ısındı" derken sustu yine. Sohbeti benim ite
kaka götürmem gerekecekti anlaşılan. Gerçi böyle bir yolculukta hayat
hikâyesini anlatmasını da bekleyemezdim. Hem işyerinde, lojmanda sürekli
çevremde dolanıp ağzına geleni laf diye söyleyen kızlardan usanmamış mıydım?
Ömer n'aber? Ömer ceketin yeni mi, çok yakışmış. Saçlarını kestirmişsin,
sıhhatler olsun. Bugün yandan ayırmışsın saçlarını… İçlerinde en iyisi Filiz
ama: Ömer akşam bana gelsene, içli köfte yaptım, sen seversin. Severim tabii.
Seni de severim. Aynı lojmanda olmasak be Filiz. Müdürün kulağına gider o
dakikada. Nazlı sadece arkadaşız havalarında: Ömer yeni telefon alıcam, sen
anlarsın hangisi daha iyi? Ömer hafta sonu akşam sinemaya gidicez Çiğdem'le,
bize eşlik etsene, çıkışta çok boş oluyor etraf. Yalan, ben bilmiyorum sanki
seni. Bir bakmışsın Çiğdem son anda telefon etmiş, gelemiyorum diye. Açık açık
sorsa reddedeceğimi biliyor… Belma'dan sonra hiçbirine…
Telefon sesiyle
daldığım yerden çıktım. Onunki. Elini ağzına götürerek konuşuyor ama duyuyorum
yine de. Çok baskın konuşuyor. Belki bunu bildiği için tuttu elini. Varınca
ararım anne, dediğini çok net duydum. İşte, pimpirikli bir anne olabilirdi bu
donukluğun ya da çekingenliğin sebebi. Küçükken kızını her yalnız bıraktığında
sıkı sıkı tembihlemiştir "Yabancılara kapıyı açma sakın!" diye. Onun
hakkında ciddi ciddi düşünmeye başladığımı fark edince kendime çıkıştım:
Gereksiz gereksiz iş yapma Ömer oğlum. Üstelik kız güzel bile değil. Kaptana
seslendim aklımı bu gereksiz ilgiden ayırmak için: Neredeyiz kaptan?
- Yarım saate
varırız.
İçimden, yeme
beni kaptan, diye geçirdim, yağmurun duracağı yoktu.
Öndeki muşambalı
nine tıngır mıngırlığı arabadan alıp kendi üstüne geçirmiş olarak bize doğru
geldi. Önce şöyle bir baktı bana. Düpedüz yüzünü ekşitti cadı. Neden acaba?
Konuştuğumuzu görüp bir şey sanmıştır, ne de olsa eski kafalı insanlar. Haksız
da değiller hani, ateşle barut meselesi derim hep. Ekşi ekşi Billur'un yanına
geçti.
- Radyonun
cızırtısından başım ağrıdı kızım. Şöyle geçeyim yanına.
- Tabii, tabii.
İyi yolculuklar teyze.
- Sağ ol kızım.
Şimdi konuşturur
onu, diye düşündüm. Ama bu kez de düşündüğüm olmadı. Ne ihtiyar bir şey sordu,
ne de o başka bir şey dedi. Camdan dışarı baktım, radyoya, arabadaki
konuşmalara kulak kabarttım. Olmuyordu, sıkılıyordum. Derken evrak çantama son
anda tıkıştırdığım kitabı aldım. Haftalardır elimde sürünüyordu. Oysa
başladığımda sevmiştim. Ünlü Alman şair Rilke'nin bir romanı. Kim tavsiye
etmişti, hatırlamaya çalıştım. Belki de
baştan başlamalıydım. İlk sayfayı açtım. On beşinci sayfaya henüz gelmiştim ki
kısık, ne yapacağını şaşırmış bir ses duydum. Bana dönmüştü ve ağzı
kıpırdıyordu. Birkaç saniyeden sonra ne dediğini anladım. Yanında uyuyakalmış
yaşlı kadından bahsediyordu:
- Galiba nefes
almıyor! Baksanıza!
İhtiyarın
bileğini tutmuştu.
- Nabız
alamadım. Nefes buharı da çıkmıyor. Hafifçe dürttüm birkaç kez ama…
İhtiyara
yaklaştım. Göğsü inip kalkmıyordu.
- Teyze, uyudun
mu, teyze!
Bir yandan da sertçe dürtmeye başladım.
İhtiyarın boynu yanına düşüverdi. Billur'un yüzü bir anda sarardı. Gözünden
birkaç damla yaş geldi. Benim de ellerim titriyordu. Arkama dönüp bağırdım:
Kaptan hastane var mı yakınlarda ya da dur bir ambulans çağıralım!
Ortalık karıştı.
Minibüs durdu. O arada 112'yi aradım.
Nerede olduğumuzu söylemek için şoföre uzattım telefonu. Olaya hakimim
havasındaydım ama içim bulanmıştı. Bir keresinde, otoyolun ortasında ezilmiş
bir kedinin yanı başında duran başka bir kedi görmüştüm. Arabamı kenara çekmiş,
geriye yürüyerek onu izlemiştim. Hayvan ölünün başından ayrılmıyor, çevresinde
dolanıyor, patisinin biriyle cesede dokunuyor, geri gidiyor, yine geliyordu. Ne
yapacağını bilemiyordu aslında. Ölüye inanmaz bir şaşkınlıkta gibiydi. İşte
ben, şimdi o kediydim. Arabadaki ihtiyarların artık yakın bekledikleri bir şey
olmasına karşın, ölüm onları da sarsmıştı, ikili gruplar halinde
fısıldaşıyorlardı. Ölüyü değil kendilerini konuşuyorlardı. Derken bir tanesi
ölünün baş ucuna geçip kısık sesle dualar okumaya başladı. Ambulans geldi.
Doktor kadının öldüğünü teyit ettikten sonra kim olduğunu sordu. Kaptan
ihtiyarı tanımadığını, telefonla arayıp dedikleri yerden yaşlı bir kadını
almasının istendiğini söyledi. Doktor jandarmaya haber verirken kaptan da
kadının yerini bildirenlere telefon ediyordu.
O, dikilip
kaldığı noktadan, sessizce izliyordu. Doktorun sorularına da ben cevap
vermiştim hep. Jandarma meselesi işi karıştırmıştı, bekleyemezdim onları.
Yoldan geçen başka bir araçla devam etmeyi düşündüm. Adımı, adresimi, iş yeri
bilgilerimi verdim kaptana ama bırakmadı beni: " Bir iş çıkarsa…"
- Bırakın
gitsin. Ben buradayım nasılsa. Zaten önce ben fark ettim öldüğünü. Jandarmaya
anlatırım olanları."
Sakindi, sesinde
bir değişiklik yoktu, yüzünün rengi yerine gelmişti. İlk baştaki tahminim
tutmuştu: Sert bir kadındı ya da soğukkanlı, her neyse işte. Şimdi burada Filiz
ya da Belma olsaydı boynuma sarılmış burunlarını çeke çeke ağlıyor olurlardı,
diye düşündüm.
Çantamı alıp
yolun ilerisine yürüdüm. Rüzgâr şemsiyemi ters döndürdü. Yağmur oldukça
zayıflamıştı. Belki onu yalnız bırakmamalıydım. Fakat evrakları da
yetiştirmeliydim. Birkaç dakika sonra bir otomobil durdu. Ben bir yandan arkaya
yerleşir, bir yandan yeni kaptanın ne var, ne oluyor sorularını cevaplarken
arkama dönüp bir kez daha baktım. Bana bakıyordu. Gülümsedi ve arkasını döndü.
Otomobil yol alırken yüzünün o halini düşündüm. Bazı mimikleri, bazı anları
anlatmak çok zordur. Aslında sadece hissetmişsinizdir. Ortada hissinizden başka
sizin düşündüklerinizi doğrulayacak, onaylanmış ve genellenmiş hiçbir kanıt
yoktur. Sinsi bakış ile saf bakışı ayırt etmek gibi. Beden dilini okumaktan
başka bir şeydir aslında bu… O gülümseyişi… Ağzımdan kaçtı deriz ya,
dudaklarından kaçmıştı işte. Bildiğin kadınlara benzemem ben, daha nelerin
altından kalkarım diyen yüzünde o kaçak tebessüm.
***
Evrakları tam
zamanında müdüre teslim ettim. Tuvalete gidip saçımı başımı düzelttim. Masama
geçmiştim ki bir polis memuru odaya girdi. İçimi ılık bir his yaladı. Jandarma
ifademi istiyordu herhalde.
- Ömer Gürbüz?
- Benim.
- Bilginize
başvurulacak. Karakola geleceksiniz.
Polislik
işlerden nefret ediyordum ama Billur'u orada görme ihtimali hoşuma gitmişti.
Düşününce, onun soyadını bile bilmiyordum. Öğleden sonra o ve ölü ihtiyar hiç
aklıma gelmemişti. Sanki o kibirli tavır, kendine güven onun değilmiş gibi
keşke onu yalnız bırakmasaydım demeye bile başladım. Şapşallık ediyordum. Onu
bu saate kadar alıkoymazlardı, hem de buraya geri getirmezlerdi. Şapşallık
etmem yeni terk edilmişliğimin verdiği ruhsal dalgalanmayla ilgili olmalıydı.
Kendime olur olmaz aşklar, işler icat ediyordum galiba. Karakola vardığımda
konu hakkındaki tahminimde yanılmadığımı gördüm. Billur ya da başka bir yolcu
yoktu. İfademi alıp iyi akşamlar, dedi görevli memur.
Evime geldiğimde
zile bastım. Sanki gerçekten biri vardı da kapıyı açacaktı; öyle iki kere zile
bastım ve bekledim. Filiz'in dairesine çıkarken, yine o nedenini, nasılını
bilemediğimiz aydınlanma anlarından birine düştüm: Billur'un gülümsemesini
yanlış değerlendirmiştim! Otobanda gördüğüm zavallı şaşkın kediydi o!
Çok sevdim!!!! Sanırım öykülerin arasında benim için ilk 3'e girer bu :) Romana bile gider... Tebrik ederim.
YanıtlaSilTeşekkürler. 💕Kitaba adını veren öykü de bu olmuştu.
Sil