ÇARŞAMBANIN ÖYKÜSÜ: ALİ İHSAN JOHN WRITE'A KARŞI

 

 

                                 ALİ İHSAN JOHN WRITE'A KARŞI

 

Suzan, bu işte bir kabahati olduğunu hiç düşünmedi (Çünkü yoktu). Ali İhsan da öyle. Her salı ve cuma fizik tedaviye giden Rahime de. John Write zaten sadece bilgi dağarcığında olduğu için bu meselede kıyas unsuru. O yüzden onu şimdiden işe karıştırmayalım.

Suzan, orta büyüklükteki bir şirkette Kâğıtlardan Sorumlu Başkadın. Büyük kâğıtlar, küçük kâğıtlar, renkli kâğıtlar, mühürlü, imzalı, kontrollü kopya ya da gizli kaşeli, önemsiz kâğıtlar ya da önemliymiş numarası yapan kâğıtlar ve diğerleri. (Diğerleri'nin ilerleyen satırlarda yan karakter olacağını umuyoruz. Ben ve Suzan.)


Ancak gerçekten önemli olan kâğıtlar ona hiç uğramıyor, onun elinden çıkmıyor. Yani o bazen böyle düşünüyor, bazı iş arkadaşları da böyle düşünüyor. Mesela öyle kâğıtlar var ki, daha antetini gördüğünüzde titreyebiliyorsunuz. Sonundaki bir tek imza ile hayatınızı başka bir yerde kazanmak zorunda kalabilirsiniz. Bazı kâğıtlar ise hak ettiği değeri asla görmüyor: "Tuvalete giderken de mi kâğıt dolduracağız?" Suzan, aslında her şeyin farkında... Belki biraz bıkkın, o kadar.

Dün bir alışveriş merkezindeydi. Hani şu büyük harflerle yazılan kısaltması, ziyaretçilerinin imajına imaj katan yerlerden. Bu gibi yerlere, sadece kolay bulunan koordinatlara sahip olduğu için ayak basar. Laf ebeliği olmadan söylersek; buluşma merkezleri olarak. O gün önemliydi çünkü orta büyüklükteki o şirkette Kâğıtlardan Sorumlu Başkadın olarak kalıp kalmayacağına, buradaki konuşmaya göre karar verecekti.

Tüm gece, o havalı yerde yaptığı görüşmeyi aklında evirdi çevirdi. Uyku süresi yarı yarıya azaldı. Yine de aynı saatte kalktı. Erken kalkmakla ilgili bir problemi yoktu. Yalnız canı çok sıkılırdı. İşe gidene kadar çok vakti olurdu ama o tuhaf sabah saatlerinde bir şey yapmak istemediği için salına salına vakit geçirirdi. Halbuki saçlarına fön çekebilir, dumanlı göz makyajı yapabilir, ya da ansızın giymeye karar verdiği fakat ütüsüz olduğu için bunu yapamayacağı simli gömleğini ütüleyebilirdi. Keşke erken kalkmasa ve uyuyabilseydi. Otobüste uyuyakalmaz, durağını kaçıracağı korkusuyla şekerlemesi ağulanmazdı. Yapacak bir şey yok, Suzan açısından olduğu kadar, bizim açımızdan da. O halde otobüse binelim.

Belediyelere ait otobüs işletmelerinin çeşitli hesaplara dayanan gizli muameleleri vardır. Toplu taşıma araçlarını sürekli kullanan herkes zamanla bunları keşfedebilir, eğer biraz dikkatliyse. Bunlardan biri, eski tabirle kibar, yeni söyleyişle lüks mahallelere giden otobüslerin hep daha modern, yeni olmalarıdır. Klimaları düzgün çalışır, koltukları hırpalanmamıştır, eksilen tefrişatı çabucak yenilenir, camları içerden de silinmiştir, GPS sistemi ile durağın adı sesli söylenir filan. Sürücüsü de hep daha kibar, kravatlı ve güneş gözlüklüdür. Kibarlık önemli, biliyorsunuz. O kadar ki, son yolcu da otobüse binmiş, durak boşalmışken, ince topuklu ayakkabıları ve dar etekleriyle koşturan hanımları, iyi giyimli beyleri, fötr şapkalı emeklileri aynadan görür ve hemen kalkmamak için oyalanırlar, hatta orta kapılardan birini açarak hem koşucunun enerjisinden, hem de bekleyenlerin vakit kaybından kazanmak isterler. Bu, gerçekten önemli bir ayrım... Elbette toplu taşıma aracı kullanma ihtiyacı olmayanlar bunu anlamak istemeyebilirler. Suzan bunları düşünür. Sait Faik'in hikâyelerindeki işine gücüne giden insanları hatırlar ve iç geçirir. Bazı şeyler hiç değişmiyor, der.

Suzan, zaman zaman kullandığı bu tip konforlu otobüslere binmek isterdi işe giderken de. Kafasını kirli cama dayadı. Keşke kirli olmasaydı, diye düşündü. Hijyene önem veriyordu ama hayatın kısıtları ile kendi ihtiyaçlarını da bir şekilde denkleştirmeliydi. Hayat, en azından şu an için, ona ne bir özel şoförlü araç, ne de temiz camlı bir otobüs sunmaktaydı. İhtiyacı ise kesinlikle başını bir yere dayayarak kestirmekti. Aslında bir ihtiyacı daha vardı, kendi içinden geçmesine bile izin vermek istemediği: Biliyordu ki… Biliyorduk ki bir işarete ihtiyacı var.

İşaret olarak kabul edebileceği şeyleri düşündü başı otobüsün hareketiyle zangırdayan kirli cama dayalıyken. Örneğin karşısına oturacak kişinin üç kere arka arkaya hapşırması, bir adamın gözlerinin içine bakarak gülümsemesi (bu cümlede özne ve tamlamanın karıştığına dikkat edin) ya da daha başka bir şey? Evet-evet, mesela bu sürücünün de, koşarak yetişmeye çalışan bir işçiyi beklemesi iyi bir işaret olabilirdi. Belki de, sadece hissedeceği bir şeyle bunun ayrımına varacak… Peki işareti alırsa bu hangi seçeneği gösterecekti? Bunu da kararlaştırmalıydı. İşaret, yapması anlamına mı gelecekti, yapmaması mı? Düşünmek midesine iyi gelmiyordu, hele de körüklerinin arasından yağmur sızan bu otobüste. Yere düşen damlalar Suzan'ın yüzüne sıçrıyordu. Nasıl oluyorsa, yakıtın kokusu motor çalıştıkça artarak içeriye doluyordu; bu ise ciddi bir dertti. Belki de bugün, karar vermek ya da verilen kararı uygulamak için iyi bir gün değildi. İşaret bu muydu? O halde aylardır aynı işareti alıyordu. Karşısına biri oturdu.

Otobüs bir duraktan henüz kalkmıştı ki yeniden durdu. Yolcular merakla başlarını şoför mahalline çevirdiler. Hemen ardından da sızlanmaya başladılar. Sürücü düğmelerle oynadı, göstergelere baktı. Bu oyalanmadan sonra aşağı indi. Birkaç dakika sonra döndü. Otobüsü çalıştırmayı başardı. Bu arada kaybolan yedi dakika herkesin canını çok sıkmıştı. Suzan bunu bir işaret olarak almayı düşündü. (Karşısındaki kişi, hiç hapşırmadan, az önce inmişti.)

Çoğunluğun indiği sanayi bölgesine gelmeden üç durak önce otobüs tekrar durdu. Aynı şeyler sürücü ve yolcular tarafından tekrarlandı. Yolcuların daha gür seslerle sızlandıkları, hatta efelendikleri, Suzan ile birkaç dikkatli ve sakin yolcu tarafından tespit edildi. Sürücü "Benim suçum mu? Araçlar eski işte!" diyerek kendini savunma ihtiyacı hissetti. Bu kez daha uzun sürdü yola koyulmak.

Suzan şirketin kapısından girdiğinde işareti alıp almadığına karar verememişti henüz. Aklı şuradaydı:

Şimdi, diyelim ki Ali İhsan, yani sürücümüz, zimmetli bulunduğu bu aracı, seferi bittiğinde hareket memurluğuna bırakacak, bakım onarım sorumlusunu -diyelim ki Yavuz Usta- gözleriyle arayacak, göremeyince meslektaşlarından birine, diyelim ki Şerafettin'e: "Şerafettin abi, benim araç bugün iki kere stop etti, söyler misin Yavuz Usta'ya. (soru işareti yok, çünkü istek amaçlı söyledi bu cümleyi Ali İhsan) Bi' baksın bu gece" diyecek.

Oysa otobüsün stop ettiği ilk saat olan 06.45'te, Amerika'nın -diyelim ki Iowa- eyaletinde, yaklaşık olarak saat 22.45'te (bizim bir önceki gecemize tekabül edecektir) seferine çıkmış John Write aynı şey başına geldiğinde tamı tamına şunu yapacak:

 

Sürücü: John Write

Araç demirbaş no: 255BB

Arıza saati:

22.45

24.05

Arızanın açıklaması:

Sebebi bilinmeyen durma.

Arıza sebebiyle duruş süresi:

7 ve 12 dakika

 Tarih: 12. 12.2012

BR-BB-001

 

Arıza form kâğıdını imzalayıp mekanikçiye -diyelim ki Sam- teslim eden John Write, muhtemelen bir meyhanede (o saatte  Iowa'da barlar yeni yeni neşeleniyordur) bir kadeh bir şey içip evinin yolunu tutacaktır.


( 2018'de ilk baskısı yapılan Dokuzdolambaç adlı ilk öykü kitabımdan)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Ölümü görün yazın bir şeyler, üşenmeyin.
E, üşenmeyin dedik ya:)