ZORBA: FİLM VE ROMAN: AFFEDERSİNİZ GAZI OLAN SALLAMIŞ

 

Kitabı bitirdim.(350 sayfa.)  Bitirir bitirmez de filmi izledim.

Hemen fikrimi söyleyeyim, kitap iyi, film değil. (Romana göre mi sinema tekniğine göre mi kötü? En sona sakladım cevabımı.)

Büyük ihtimalle bu blogda yazmadım çünkü 2004'te okumuşum bir başka Kazancakis kitabını: Allah'ın Garibi. Yani Kazancakis yabancı değil.

Zorba'da bana kendini sevdiren şey yazarın bazı kendi halleriyle özdeşleşmem olduğu kadar anlattıklarının içinde  Yunanlılara ait olduğu kadar bize de, bizim yakın geçmişimize de ait olan şeyler olmasıydı sanırım. (Laz bıçağı, Karagöz, tespih, gümüş mecidiye, nargile, zeybek, kasap havası, santur ustası Recep Efendi,  öğütçü Hüseyin Ağa...Girit'teki köy evleri, kahvede oturan köylüler... hiç yabancı değildi. Zihniyetler bile.)

Zorba karakteri ise tıpkı yazarın kendi önsözünde dediği gibi bir tür güzelleme: Hayattan her koşulda zevk almayı kendine düstur edinmiş ve bunu düşe kalka dahi olsa beceren insan tipine güzelleme. Kendi özgürlüğünü tanımlayana ve onu yaşayana. İçinde olduğu anı yaşayabilmesine, tutkunu olduğu şeyi, özünü katarak yapmayı ilke edinmesine güzelleme. Tanrı, günah-sevap-ceza kavramlarından kendini azade etmiş,korkmayan, fırsat geldi mi asla tepmeyen, dobra dobra konuşan bir Zorba var karşımızda. Okumamış ama hayat üniversitesinde master yapmış bir işçi. Yazara kağıt faresi diyen, okuduklarının onu ihtiyar yaptığını, kitaplarının sorularına cevap vermedikten sonra bir işe yaramadığını söyleyen pörtlek gözlü bir ihtiyar çılgın...

Bu nedenle, roman ona bir güzelleme olduğu için,  romanda bir çok özlü söz, hikâye, hatıra, mesel de Zorba'nın ağzından çıkıyor ve onu böyle seviyoruz. Haliyle sosyal medyada da bir Zorba güzellemesi almış başını gitmiş.

Yoksa Zorba mükemmellik abidesi değil. Mesela kadın düşkünü ama kadını şeytanın boynuzundan yaratıldı diye anlatan dedesiyle de aynı fikirde. Gençken yaptığı hataları var, çetecilik, vatan namına cinayetler, ırza geçmeler, hırsızlıklar vs... Sonradan bunların korkunçluğunu görse de...

Günümüz modern şehir insanının köye yerleşip organik tarım yapma hayaline benziyor biraz da bu güzellemeler. Keşke yapabilsek, organik tarımı diyorum, bir domatesin kendi halinde 7 ayda ancak meyve verdiğini unutmazsak tabii. Bakınız. Covid bahçem!

Yani artık çok geçtir değişim için, birçoğumuz için geçtir.

Kazancakis de bunu der işte, Aleksi Zorba'nın gerçek bir karakter olduğunu, onunla tanıştığında değişim için yaşının geç olduğunu söyler. Romanda da anlatıcı-yazar 35, Zorba 65 yaşındadır. (Dolayısıyla roman 1920'lerde geçiyor, Girit'te. Kitap ise 1945'te yayınlanmış.)

Kazancakis önsözünde hayattaki mücadelesinde ölü ya da diri insanlardan bir fayda gömediğini yine de kendisini etkileyen insanları sayacak olsa Homeros, Buddha, Bergson, Nietzche ve Aleksi Zorba'yı sayacağını söylemiş.

Orada burada Kazancakis hakkında bir şeylere göz atarsanız, Bergson'dan etkilendiğinden, varoluşçuluğundan söz edildiğini görürsünüz.

Ben olayı felsefe akımıyla açamayacağım, fakat yazarımızın sorusu yaşam nedir ve insan neden ölüyor sorusu. Her şey, yaşamak, bu kadar tatlıyken ölmek nedendir? Bu hayat ölüm varken nasıl yaşanacak? Tanrı var mıdır peki? Varsa nasıldır? Parmak sallayan bir Tanrı mıdır? Ya da, tıpkı can dostunun yaptığı gibi vatan için savaşa gitmek bir erdem, bir zorunluluk mudur? 

Zorba'nın da tek korkusu ihtiyarlamaktır, ihtiyarlayıp istediği şeyleri yapamayacak hale gelmek. Mesela kadınlarla sevişemeyecek olmak. Ölse daha iyidir bundan.

Romandaki, yazar ile Zorba'nın Pire Limanındaki karşılaşmalarının anlatıldığı giriş bölümü çok hoşuma gitti. Bu sahne ile, Girit'te intihar eden gencin olduğu bölüm, tıpkı bir Sait Faik hikayesi gibiydi. Sonuçta kahramanlar aynı tabii: deniz, Rumlar, denizciler...

Pire Limanında karşılaşmaları demişken, filmi izleyip notlarımı tuttuktan sonra internetten yorumlara baktım. Beyazperde'deki tanıtım yazısında ne yazsa beğenirsiniz: Yazar Girit'e geliyor ve Zorbayla orada tanışıyorlar. Oysa ne filmde ne de romanda böyle bir şey var. İkisinde de Girit'e gidecek vapuru beklerken liman kahvesinde tanıştıkları anlatılıyor.

İşte gazı olan sallamış dediğim bu. Arkadaş filmi izlemedin mi, izledinse nerenle izledin? Benim gibi çabucak izlediysen hiç değilse yazmadan önce bi' emin ol, tekrar izle. Olmaz tabii, o gazın çıkması lazım burnumuza burnumuza.(Göçebe Düşünceler'in son yazısına bakın, nasıl da örtüşecek.)

Sinemalar.com'a girdim baktım aynı yazı! Artık kim nerden  kopyala yapıştır yaptıysa. Kaldı ki yazının devamı da filmi doğru şekilde anlatmıyor. Zorba'nın yazarı himayesine aldığı filan yok. Bu yorum gazı da aşmış bence, katı kıvamlı bir şey olmuş. (Oyuncu koltuğunda oturanlar mı ararsınız ( doğru klişe yönetmen koltuğudur beybim!), afili yorum yazayım derken kelimeleri yalan yanlış kullananlar  mı... Irene Papas oyuncusu ise güzelliği ile çok iyi bir oyuncu olduğunuda -da bitişik yazılmış- kanıtlamış bu filmde diyenler mi, Edilen dans ise hafızalarınızdan ayrılmayacak diyenler mi, Zorba'nın insanlara değer veren biri olduğunu yazan mı...Zorba romanda birçok yerde insanlar canavardır diyor, değer verdiği tek şey olsa olsa kadın vücududur ve onları naif, zayıf gördüğü için yeri geldikçe gösterdiği şefkattir, verdiği değer değil. Şaşkın yorumcu filmde madama şefkatli davranışını bütün insanlara değer veriyor gibi algılamış galiba)

Neyse. Romanda benim gibi, her köşe başında bir kadının öldürülmesine, tecavüzlere, bilimum haksızlığa maruz kalışlara şiddetli isyanı olan gibiler için hoş karşılanmayacak bir kadına bakış var. Bu yerleşik Yunan-Girit bakışı, yahut köylünün bakışı belki ama yazar tarafından garipsendiği yok. Yani romandaki yazar tarafından. (Kazancakis'in bu konudaki düşüncelerini bilmiyorum. Belki de yazdığı gibiydi.1920'lerde.)

İşin tuhafı bizim Ortadoğulu bakış dediğimiz şey bu. Yüzyıllardır birlikte yaşamış iki halkın benzeşmesi mi? Fakat Zorba'nın hıristiyan Makedon köklerinden gelen şeyler bunlar, kadını hem aptal, hem şeytani, hem aşağı gören ama onsuz da yapılamayan bir varlık olarak konumlandırmak. (Yazarın da onun bu söylemlerine bir cevabı yok. Belki de 35 yaşındayken bir cevabı, reaksiyonu yoktu ve  hatıraları da o döneme ait olduğu için yok. Ya da sadece Zorba'yı anlatmak istediği için.)

Romandaki bu kadına bakış, köydeki dulun -onun fettan bir dul olduğunu, açıkçası, istediğini koynuna alan bir kötü kadın olduğunu köylü ima eder her seferinde- başının kesilmesi sahnesiyle zirveye çıkıyor. (Filmde ise sadece boğazı kesiliyor, kesik başın kilise eşiğine fırlatılışı yok.)

Velev ki köyün gönüllü fahişesi olsun, köydeki her erkeğin yan gözle baktığı, iç çektiği bu kadın duldur, verse de vermese de  kötülenecektir... Köyün gençlerinden biri de ona tutkundur ama kadın yüz vermez. Delikanlı, babasına onunla evlenmek istediğini yoksa intihar edeceğini söylemiştir ama babanın böyle bir şeye izni olması söz konusu değildir. İşte sonunda bir gün (sanırım Paskalya eğlenceleri sırasındaydı), gencin cesedi denizden çıkarılır.  Sorumlu olarak görülen dulun cezası ise yukarıdaki gibi kesilir!

Yazar, bir gece, Zorba'nın aylarca onu ikna etmeye çalışıp başarılı olamadığı bir süreçten sonra, dulla yatmıştır da.  Bu cinayeti önlemek ister, önleyemez ama sonrasında olayı kafasında böyle olması gerekiyordu ki oldu, şeklinde çözümleyerek içselleştirir. Bu da okur- kadın olarak benim anlamak istemediğim bir yerdi!

Girit'te kulübelerini kiraladıkları Madam Ortans (Hortense) ise yaşlı, eski bir fahişedir. Zorba bu çirkinleşmiş kadına kart karı demekten kendini alamaz ama adada ilk sorduğu sorulardan biri olan "Dul mu?" sorusuna aldığı cevapla, onun koynuna girmeyi dert etmez. Gözlerini kapadın mı 20 yaşında oluyor be, der. Ama bu yalnız ve yaşlı, alıklaşmış fahişeye karşı merhametli de davranacaktır roman boyunca.

Tek başına yaşayan, bir Fransız, bir yabancı, bir katolik olan madam, daha ölüm döşeğindeyken evi köylülerce yağmalanır. Filmde de es geçilmeyen bu sahne çok can alıcı. Böyle bir kötü tasviri bizim memleket insanı için yapmış olsalardı yazarı ve yönetmeni dar ağacında sallandırırlardı herhalde, siz kimi kötülüyorsunuz diye....

Yine manastırdaki papazlar arasındaki cinsel ilişkilere, hatta bir cinayete değiniyor roman. Filmde bunlardan eser yok. Sadece papazlarla alay edilmesi görülüyor filmde. Tanrıyla şeytan aynıdır diyen Zorba, papazları sadece işi düştüğü için kullanır, arkalarından alay eder hep.

Romanın süpriz finali filmde yok, filmin finali bir önceki bölümle yapılmış. Şöyle ki maden işinin bozulmasının ardından iki dost yeyip içiyorlar ve yazarımız nihayet Zorba'ya bana dans öğretir misin diyerek aylardır yapmak istediği ama yapamadığı "çılgınlığı" yapıyor. Filmde herkesin çok sevdiği sirtaki sahnesi*.

Romanda ise bundan sonraki bölüm vedalaşma bölümüdür, herkes kendi yoluna gidecektir. Zorba Türkçe bir şarkı söylemeye başlar. Bu bir türküdür:

 

İki keklik bir kayada ötüyor

Ötme de keklik benim derdim bana yetiyor.

 

Film hakkında teknik detayları internetten bulabilirsiniz. Ben kendi yorumlarımı aktarayım hemen:  Antony Quinn burada biraz fazla abartmış. Bu filme kadar 2 en iyi yardımcı erkek oyuncu oscar'ı varmış zaten. Madam Ortans'ı oynayan kadın başarılıydı, zaten onu da bu rolle en iyi yardımcı kadın oscar'ına layık görmüşler.

Yazarı oynayan Alan Bates  de olmamış. Son sahnelerde toplamış gibi biraz ama hiç de varoluş kaygısı gütmüyor :) Sadece Zorba gibi bir karkatere şaşırmışlığı ve derken ona alıştığını görebiliyoruz. (Ki yazar Yunanca bilmeyen bir yarı İngilizdir. Klasik Amerikan klişesi olarak-film Amerikan İngiltere ve Yunanistan ortak yapımı- artık yazamayan krizdeki bir yazardır ve kafasını toplamak için babasından miras kalan madeni işletmeye gelmiştir.)

Senaryoyla roman her zaman başkadır elbet. Bir öyküyü bile senaryoya çevirmenin ne kadar zor olduğunu biliyorum. Aynı zamanda uyarlamayı yapan yönetmen Yunanlı, romana mümkün olduğunca bağlı kalmaya çalıştığını görebiliyoruz.

Romandan bağımsız olarak düşündüğümde Quinn'in abartılılığı, Alan Bates'in beton suratlılığı,yerel Girit halkıyla çekilen yerlerin sahte- yetersiz kalışı, filmin siyah beyaz oluşu, bazı sahnelerin skeç gibi kalışı ( papazlarla olanlar mesela) eksileriydi bence.

Filmin siyah beyaz olmasını dönemi daha iyi yansıtması açısından seçilmiş diye düşünebilirim fakat romandaki eşsiz Ege denizi ve yeşili iç açan ada atmosferinden iz olmayışıyla çok hayal kırıklığına uğradım doğrusu:)

Kısaca: IMDB 7,7 vermiş, ben 6,5 verirdim.

*Ben de severim sirtaki. Sirtaki Yunan dansı değilmiş, burada öyle diyor: https://tr.wikipedia.org/wiki/Sirtaki   


Ama siz dinleyin ve oynayın, kiminse kimin:)

 Au revoir.




...

 

 

 

 

 

 

2 yorum:

  1. Ben kitabı okumadım ama çok isterim.
    Filmini 13 yaşında filandım gördüğümde, hatırladığım çok az şey var ama Anthony Quinn'i çok severim ve o filmle sevmiştik zaten (babamla gitmiştik)son sirtaki sahnesini çok severim. Kitaplar her zaman filmlerden daha güzel oluyor...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ne güzel bir hatıra.

      Önce kitabı okumak filmden beklentileri yükseltiyor genelde. Hele de sevdiğimiz bir kitap olunca onu kendi imgelemimizdeki gibi görmek istiyoruz.

      Sil

Ölümü görün yazın bir şeyler, üşenmeyin.
E, üşenmeyin dedik ya:)