Gelun
yamacima uşaklar. Kahveleru çaylaru da aldinuz mu? Çabuk de haydi, bütün gün
sizi bekleyemem. Hah, tamam mi? Haydin o zaman.
( Valla bu ağız Trabzon mu Rize mi, ne kadar doğru ben de bilmiyorum, bozuntuya vermeyin:))
( Valla bu ağız Trabzon mu Rize mi, ne kadar doğru ben de bilmiyorum, bozuntuya vermeyin:))
Deniz
Feneri'ni 20 yaşında, 1993'teki bir Meb çevirisiyle okumuş, sıkılmak ve
anlamamakla beraber saygı göstermiş (bir kitap daha bitirdim en azından
düşüncesi) bir cengaver okur olarak, bazı kitapların gerçekten zamanı vardır
diyorum şimdi.
20
yaşındayken de Deniz Feneri'nden zevk almış, anlamış okurlar yok mudur? Vardır
sanırım. Sadece yaş değil, o anki ruhsal durum da etkili olabiliyor, ya da fikirler. Yine de, sonradan okumayı başarsak da seveceğimiz anlamına gelmiyor bu. Bozkırkurdu'na ancak ikinci okumasında hayran olmuş biri olarak söylüyorum bunu. Onu yazmak için üçüncü okumamı bitirmeyi bekliyorum. bir beş yıl daha sürebilir bu...
Bu
yazıya böyle başladım zira Sevim hanım ( okuyamadgm-kitaplar ) okuyamadığı kitaplar arasına almış Mrs.
Dalloway'i ve benim yazımı bekleyeceğini söylemişti yorumlaşırken. Ben de etkilendiğim bu kitabı fazla gecikmeden anlatmak istedim. (Benim de bir okuyamadığım kitaplar yazım vardı şurada: https://mavikalemdekiler.blogspot.com.tr/2017/11/okuyamadigim-kitaplar.html ....)
Wollf'u
okurken, 21. yüzyılda okurken, belki aklımızda tutmamız gereken birkaç şey
olabilir: Woolf'un döneminde İngiltere ve İngiltere'de kadın olmak. Halen
kadınların sorunu olagelen birçok konuda düşünmüş, karşı çıkmış ve yazmış
Woolf. (Bkz: Kendine Ait Bir Oda.
Yine de sırf bu bağlamlarda ele alamayız Mrs. Dalloway'i.)
Orlando'yu da okuduktan sonra yazarın diğer kitaplarını okuma
listeme almıştım. Mrs. Dalloway ile devam ediyorum bu yolculuğa.
Mrs.
Dalloway, bayan Clarissa Dalloway'in akşam vereceği parti için sabah çiçekçiye
gitmesi ile başlar, partinin son bulmasına yakın biter. Yani bir tam günden
bile az bir sürede geçer roman. Bu zaman zarfı içinde bayan Dalloway'in,
çevresindekilerin, onun gün boyu geçtiği yerlerdeki kimi karakterlerin iç
sesleri bize eşlik eder.
Virginia
Woolf, bilinçakışı tekniğinin öncüsü ve ustalarından kabul edilir. Bu teknik
daha içsel bir anlatım, içe dönüş imkânı verir metne. Bu açıdan da, bu romanın
belli bir olay örgüsünün olmayışından dolayı da (bence var aslında), Woolf'un
üslubuna ilk önce alışılamayabilir. Açıkçası birçok cümleyi dönüp iki kereden
fazla okudum. Fakat yazarın o şiirsel üslubu, romanın gizli ana karakterlerinden olan "modern"* Londra ve
haziran ayının arkada kıpır kıpır duruyor olması beni çok etkiledi.
Romanın
beni etkilemesinin asıl sebebi ise "Güneşin
gazabından korkma artık/ ne de öfkeli kışın gazabından"** dizeleriyle
açığa çıkarttığı duygu oldu... Şahsi tarihim açısından (kırk yaş sendromu ve
geç gelen, hayatı kabul olgunluğu) oldukça önemliydi bu kitaptaki kimi
satırlar...
Woolf,
savaştan yeni çıkmış bir İngiltere'yi, Londra'yı yazıyor aynı zamanda. Savaşı,
ölümü, hayatı... Her şeye rağmen yaşıyor
olmak, bu güzel haziran sabahı, bu ağaçlar, bu türlü çeşit insanlar... güzel
değil miydi? Peki ya ölüm? Bütün bunlar ölümle arkada bırakılacak, bu
kızdırmıyor mu insanı?...
Clarissa,
çiçekler için yola çıktığı andan itibaren sorguluyor hayatını. Geçmiş sürekli peşinde. Artık elli
yaşında, bir hastalıktan yeni kalkmış... Richard
yerine Peter'la evlenseydi nasıl olurdu hayatı?... ve Peter yıllar sonra
onu ziyarete geliyor... Clarissa ve Peter'ın onca yıl sonra bile birbirlerini
sevdiklerini kendi kendilerine söylemeleri beni duygulandırdı açıkçası, o yarım
kalmışlık hissi soğuk İngilizlerin yaşama biçimiyle dahi olsa hüzünlüydü: "Oysa
yıllardır kalbine saplanmış bir ok gibi taşımıştı kederini, ıstırabını içinde.
(Clarissa) / Peki bu şaşırtıcı duygusallık nöbetleri, bu sabah gözyaşlarına
boğulmalar, ne demek oluyordu? Clarissa kim bilir ne düşünmüştü onun hakkında?
(Peter)
Roman boyunca aralıklarla hem Clarissa hem de Peter geçmişe dönüp dönüp her şeyin farklı olmasını istediklerini düşünüp duruyorlar...Yine roman boyunca Peter ile Clarissa'nın kocası Richard'ın karekterlerindeki farklılıkları da okuyoruz. Richard, romanda fazla görünmüyor iç ses olarak. Göründüğü yerlerde ise karısına onu sevdiğini söylemesi gerektiğini düşünerek bir demet çiçekle eve geliyor. Peki söyleyebiliyor mu?...
Romanın
başlarında görünüp kaybolan, ara sıra tekrar ortaya çıkan bir karakter daha
var. Bu karakter romanın sonunda bir şekilde bağlanıyor Clarissa'nın hayatına.
Savaştan dönmüş, üstün hizmet ödülü almış ama arkadaşı (subayı) da gözlerinin
önünde ölmüş bir adam: Septimus W. Smith. Savaş onun ruhsal dengesini bozmuş.
Septimus'un bölümlerini okurken tanıdık birkaç isim aklıma geldi... Woolf hem
savaşın insanda yarattığı çöküntüsünü hem de toplumun düzenine uymayan
insanlara yapılagelen
"uyumlulaştırma" cezasını inceden işlemiş. Özellikle doktorlar
özelinde topluma yapılan eleştiri günümüzde hâlâ geçerli... Septimus'un
karısını da unutmamak gerekir. O kısa bölüm içinde Rezia'nın çaresizlik ve
yalnızlık halini çok iyi hissediyorsunuz:
Septimus "o deliliği" içinde
çok hüzünlü. Dengesinin kaybına sebep
olan tüm insanlıktan nefret ediyorum. Evet, bir insanın hayatını bütün bir
toplum olarak mahvediyor olabiliriz.
Clarissa'nın
genç kızlığından bu yana yaptığı tercihler, hatta kadınlardan da zaman
zaman hoşlandığını düşünmesi, seçtiği yaşama biçimi, kendisini
sorgulaması, ama sonuçta yaşadığı hayatı sevmesi ve kabullenmiş olması bir
şekilde... onu burjuva, maddiyat seven, biraz kibirli, güven ve korunaklı yaşam
isteyen bir kadın olarak görebiliriz ama Clarissa kendinin farkında: Caddede
dolaşırken bir Clarissa yoktur artık olsa olsa Richard Dalloway'in karısı
geçiyordur oradan. Kendini hiç gibi hisseder sık sık. Sadece başkalarının
gözünde bir yer edinmek için o kadar çabalamasının, partiler vermesinin de saçmalık
olduğunu düşünür. Çelişkileri vardır. Ama
Bazı şeyleri kabullenme aşamasındadır da: Şimdi dünyada hiç kimse için şöyledir ya da böyledir demeyecekti.***
Daha
önce de dediğim gibi romanda sadece Clarissa'yı değil, bir ülkeyi, şehri, bir
savaşın gölgesini, toplumun eleştirisini de görüyoruz. Romandaki karekterler her
ne kadar saray çevresinden,üst-orta sınıftan İngilizler olsalar da aslında
çelişkileri ve duygularıyla sıradan insanlar. Bu yüzden hikâye benim için uzakta kalmadı.
Daha
çok şeyler söyleyebilirim ama bu bir blog yazısı için bile yeterince uzun oldu.
Tomris Uyar'ın çevirisindeki önsözü okuyabilirsiniz, ya da yazarın kendi
günlüklerini okurken de daha ayrıntılı analizlere sahip olabilirsiniz. Sonuçta
ben sevdim bu kitabı. Woolf'un kör kör parmağım gözüne demeyerek anlattığı tüm
o duygu ve düşünceleri, geçişleri...
Okuduğum
bu çeviri hakkındaki düşüncelerimi dipnotlarda bulabilirsiniz. Bir notum da şu:
Yine internetten öğrendiğim kadarıyla Michael
Cunnigham, Hours adıyla bilinen
öyküsünü Woolf'un bu romanından esinlenerek,ona bir tür saygı duruşu olarak
yazmış. Hatta
Virginia Woolf Mrs. Dalloway'e önceleri Hours adını koymayı düşünmüş gibi
ayrıntılar var. Filmi (The Hours, yönetmeni Stephen Daldry) de çekilen bu
romanın Mrs. Dalloway'le birlikte okunmasını salık verenler olmuş. Fakat
netteki çoğunluk yorumları beni her zaman ittiği gibi Mrs. Dalloway romanının bu haliyle kesinlikle yancı bir
kitaba, okumaya ihtiyacı yok.
Ama
elbetteki bahsedilen kitap ve film de okunup izlenebillir, kendi kulvarında
değerlendirilebilir.
"Güneşin gazabından korkma artık
ne de öfkeli kışın gazabından"
Au
revoir canlar, seviyom sizi:)
*
Modern'i tırnak içine aldım çünkü bir önceki okumam Marshall Berman'ın
kitabında geçen modern sokak açılımına, örneklerine birebir uyuyor. Bu denk
düşme hemen dikkatimi çekti. Bu konuya yine değineceğim.
** Bu dizelerin Şekspir'e ait olduğunu
nette dolanırken öğrendim. Şiirin tümünü bilmiyorum.
***Bu
alıntı Kırmızı Kedi yayınları İlknur Özdemir çevirisinden. Bu çeviride, nette okuduğum
bir alıntıya göre, kısaltılmış kimi yerler olduğunu sandım. Tomris Uyar çevirisini salık vermişler.
Bir arkadaşım (ENA: http://www.enaryo.com/ Kendisi artık en çok instagramda ikamet ediyor.) sağolsun Uyar çevirisini de gönderdi. Orada bu kısım ise şu
şekilde: Artık kimse üzerine bir şey
söylemeyecekti, yargılamayacaktı. Fakat kısaltmaya rastlamadım şimdilik. Tomris
Uyar bir tık daha ritm katarak, daha netlik ayarı yaparak çevirmiş gibi
duruyor. Henüz onun çevirisinin hepsini okumadım. Şu an Uyar çevirisinin daha
kolay okunur olduğunu söyleyebilirim ancak. İnstagramda konuya değindiğimde bir
arkadaşım Kırmızı Kedi yayınlarının edebi çeviriler konusunda uzun zamandır eleştiri aldığını ve yeni
yayın yönetmeni Enis Batur'la bu
durumun değişmesini umduğunu söyledi. Fakat bu çeviri için sıkıntı var diyebilir miyim emin değilim şu anda.)
Yorum için teşekkür ederim. Bendeki kitap ta İlknur Özdemir çevirisi. Acaba Tomris Uyar çevirisini mi alıp okusam diye düşündüm şimdi...
YanıtlaSilMutlaka tekrar deneyeceğim okumayı
Sevgiler
Evet evet göz önünde tutun kitabı:) Özdemir çevirisi daha zor gibi. Ama onun da bir "tavrı"var. Bende iki çeviri de olduğu icin şansliyim.
SilBen bu kitabı bitirme konusunda sorun yaşamadım ama sevmemiştim:( Elinize sağlık, sevgiler
YanıtlaSilNe yapalım kader:)))
SilSelamlar.
Selam.
YanıtlaSilİlk geçen sene "Kendine Ait Oda" ile tanıştım Virgina Woolf ile. Öncesi elbet çok duydum hem kitabını hem ismini.
Amam hep dediğimiz gibi zamanı anca geldi. Tek kelime Frida'dan sonra hayran olduğum kadınlardan biri.
Bu kitabını çok severek okudum. Sıra diğer kitaplarında.
İyi haftalar.
Ben de günlüklerini okumak istiyorum en kisa zamanda. Size de iyi haftalar.
Sil