“- Ne istiyorsun benden?
- Seni ne kadar çok sevdiğimi bilmeni istiyorum!
Ekranın başından kalkıp balkona çıkıyorum. Güneş, sanki Picasso'nun güneşi. Erkek kahramanın, samimi olduğunu bildiğimiz son sözleri bir kez daha aklımdan geçiyor. Projektörlerim cümlenin sonunu yakalıyorlar : Bilmeni istiyorum.
Bilinmek istemek.
Mutasavvıfların "Bilinmek istedi." * cümlesi takılıyor ikinci vagon olarak.
Düşünüyorum: Herkes bilinmek istiyor galiba. Bir şekilde "Ben de varım, buradayım, hey, bakın!" filan demek istiyoruz. Belki sadece bir kısmımız bilinçli olarak bunun farkında. Farkında ve acısını çekiyor. Daha az bir kısmımız da ciddi bir hareket planı uyguluyor.
Sanatçılar; yazar-çizer takımı mı bunu daha derinden hissedenler acaba?
“Sanatımın, benim için ne anlam taşıdığını biliyordun; kendimi önce kendime, sonra da tüm dünyaya anlattığım başlıca görkemli araçtı o.(…)” der Oscar Wilde De Profundis’de.
“Önce kendime,sonra da tüm dünyaya”…
İnsan,önce kendini tanıyor; tanımlıyor,farkına varıyor. Ergenlik çağından bahsetmiyorum sadece, bahsettiğimiz daha uzun ve derin bir süreç**. Yunus Emre’nin dediği aklıma geliyor şimdi de, tam olarak bunu kastetmesek de : İlim kendin bilmektir.
Kendini tanımak hangi yollardan geçer? Bu durağa mı gelsin düşünceler? Hayır, burada kalsın. Ama yorumlar serbestJ”
*Allah’ın neden insanları yarattığına dair soruya verilen cevap.
(**süreç: (Process)1.Bir amaca yönelmiş olan sürekli değişimlerin tümü. 2. Olayların zaman içinde belli bir gelişme göstererek sürüp gitmesi.
BSTS / Eğitim Terimleri Sözlüğü 1974)
Burası da sevgili Suzan Nur’un makalesinden:( renkli ve diğer vurgular bana ait)
“Mondrian, bu yaşam güzelleştikçe sanat da ortadan kalkacaktır, diyor; sanat için amacını da ortaya koyarak. Öyleyse sanat hiç ortadan kalkmayacak, sûr’a üflenilecek ân gelene değin… Aristo, Platon, Plotinus, Schelling, Hegel, Kant, Klee, Kandinsky, Mondrian… Sanata dair bunca söylemin içinde Schelling şöyle diyor:
“Sanat, sonsuzun sonludaki ifadesidir; nesnel olmayanın objedeki ifadesidir…”
Sonsuz ifade edilebilir mi? “…şeylerin tek bir biçim halinde algılandığı dünyada, sanatçı ancak orada yüksek bir gerçekçilikle idrak edebilir, görünene karşıtmış gibi duran hakikatleri…” diyor Stefan Zweig Üç Büyük Usta’da. Bu noktada sanat, algı dünyasının üzerinden sızan hakikatlerin sızdığı bir kapı olur ve sanatçı onun içinden geçmeye çalışan, anlamaktan öte idrak eden, arayan kişi. Arayışın adıdır ya sanat, aranılan hakikatse onunla yükselirken sanatçı, onunla kimsenin talip olamadığına, seçilmişlerin yolundan gitmeye, burjuva rahatlığından vazgeçerek ömrünü feda etmeye hazırdır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste’de “…esas olan, zaman dediğimiz şeyi insan ruhunun benimsemesi, bir meyve ısırır gibi, kendi izlerini ona kuvvetle geçirmesiydi. Her türlü saadet ve felaket düşüncesinin üstünde bir talihin kendisini tamamlaması lazımdı. Izdırap insanoğlu için gündelik ekmek, ölümse sadece bir kaderdi. İkisinden de kaçınılmazdı. Asıl dava, derin bir şekilde yaşamak ve kendi kendisini gerçekleştirmek, ölümlü hayata şahsi bir çeşni vermekti.” dediği gibi zamana ve mekana iz bırakma telaşıdır biraz da sanat. Değişene, fani olana karşı bir nev’i sonsuzluk libasını giyme girişimidir.
Zaman neleri değiştirir? Önce bedenin kendisini. Ruhun bir türlü çözemediği bir sırdır bu. O aynıdır da bedeni farklı, zaman sanki aynıdır da görüntüler farklı, anılar sanki an’dadır da olaylar farklı. Çağrışımlar seni dün’üne götürürken bugünden, mekanın ve zamanın bir yerlerinde bıraktığın bedeni özler ruhun. Kim olduğun, neye dönüştüğün, nerede olduğun değildir önemli olan. Tek bakış yeter eski denileni bugüne taşımak için, renkleri siyah-beyazdan her tona çevirmek için. Geçmiş bir masal ülkesidir artık miş’lerle ifade olunan… Savaşlar geçer bazen hayatınızdan, her yer toz-dumana karışır. Renkler vardır hayatın içinde, hatalar, istemeden yapılanlar, yerine konulamayanlar; renkler vardır hayatın içinde bir uykunun huzuru gibi bir beyaz bazen, ölüme yatmak gibi bir beyaz bazen, geçmişten anlar gibi bir beyaz bazen. Renkler vardır hayatın içinde, hüzün vardır renklerin tonunda, sessizlik vardır yüzdeki izin çizgisinde… bir melek gökten iner ve gün’ünüz/zamanınız biter. Zamana ve mekana iz bırakma telaşıdır sanat bu yüzden.
Sanat yalnızca nasıl’ı ve ne’yi gösterdiğinde, ister iyimser isterse de umutsuz olsun, sıradan bir eğlencedir. Neden diye sorduğunda ise, yalnızca duygusal tepki olmaktan çıkıp gerçek bir söz söylemeye, aklı başında, etik bir seçime doğru yükselir. Edilgen bir yansıma olmaktan çıkar ve bir fiil olur… diyor Ursula K. Le Guin. Sanat, ne ve nasıl’dan önce, neden’i sorguladığında eğlence olmaktan çıkar. Tüketim nesnesi olarak içinde yaşadığımız post-modern hayatın tek-tip çoğul nesnesi/varlığı olmaktan sıyrıldığı noktadır sanatın ardına yaslandığı ‘neden’ sorusu. Tam da burası, aynı zamanda sanatçıyı da diğerlerinden, öncülünden ve ardılından ayırır. Size sadece bir olay, olgu, kavram… anlatmaz, zaman ve mekanla ardılını oluşturan olaylar dizisinin dışına çıkar, neden’e dokunduğunda sanatçı, realite denilen kısır algı sınırlandırmasının üzerine çıkmak zorunda kalır, gerçekliğin hakikat olmadığını ve hakikatin formüle edemeyeceğimiz kadar grift ve kompleks olduğunu gösterir. Sanat, neden’e talip olmaktır biraz da bu yüzden.
(…)
Sanatın amacı hakikatle araya girmiş olan nefs perdelerinin sayısını azaltmak ki bir an geldiğinde kendisi de bir perde olduğu için aradan çıkmak zorunda kalır. Tersi olduğunda, yani hakikatle araya giren perde, mağara metaforunda olduğu gibi yanılsamadan öteye götüremeyen bir sahte tanrı olur, tapılan. Her iki durumda da bir noktada aradan çıkmak zorunda olandır. Öyle ince bir çizgidir ki bu, sanatçı bile arafta kalır bazen. Michalengelo’nun yaptığı heykele: Kalk ve yürü ey Musa demesi gibi, eser bazen yaratımın gücünün hakikati perdelemesi ile sonuçlanır. Bu yüzden sanatçı için o ince perde, kalın perdelerden daha büyük bir imtihana neden olur. Sanat, putları devirme ve yerine yenilerini koyma özelliğiyle insanoğluna iki ayrı yol açar. Gidilmesi gereken yola karar veren sanatçının kendisi olduğu kadar, sanatı hayatının içine alan kişidir aynı zamanda. Sanat, putları devirmek zorundadır, yerine yenilerini koyan ya da kendisini putlaştıran değil. (…)”
"kendini tanımak hangi yollardan geçer?" durağına serbest yorum:
YanıtlaSil"İnsan,önce kendini tanıyor; tanımlıyor,farkına varıyor." cümlesine katılamıyorum, şöyle ki:
insanın kendini tanıması nihai amacı ve belki de doğrudan bu amaca yöneliyor ancak kendini tarif etmesi için önce evreni tarif etmesi gerekiyor...ve evreni tariften kendini tarife gelemiyor bir türlü sıra.
bebeğin doğduğu an hissettiği şey ciğerlerine ilk defa dolan havanın ciğerlerini yakmasının verdiği acı ki tam o andaki algısı acıyan bir yerlerinin olabildiğine dair midir yoksa oksijenin çok güçlü ve gaddar bir düşman olduğuna mı? bence oksijene konsatredir!
tamam, uzunca bir süre anne memesi, dokunmaya korkan müşfik insan eli gibi şeylere muhataptır ama sehpanın sivri kenarının nasıl da amansız bir düşman olduğunu öğrenmesi de çok uzun sürmez. bunlar kolay fiziksel acılar ve anlamalar, "ya annem beni terk ettiyse?" fikrinin dehşetiyle gecenin bir vakti karanlıkta yalnız uyandığında ne tür bir düşmanla muhatap acaba? pekii..."ya olmak istediğim gibi olursam beni sevmezlerse, kabul etmezlerse" fikrinin dehşeti? insan kendini bir yandan tarif ediyor diğer yandan "olması gereken!" tarife uygun hale dönüştürüyor...
ama "dinamik kendi"ni tarife ya sıra gelmiyor ya da sıradaki tarif "artık" kendisine uymuyor...
bir ucu var diğer ucu yok türünden bir konu bu ve şahsen benim ilgimi çok çekiyor, yorumlarım da cevaptan ziyade soru olmaya yakın zaten...ama akıllı birileri bu konuyu sabaha kadar konuşsa, nefessiz dinlerim.
IQ ve EQ um ortalamanın üstünde olmasına rağmen konu hakkında uzun süre konuşacak kabiliyete ve tecrübeye sahip değilim:)Ama...
YanıtlaSilİnsanın kendini keşfi ile sizin bahsettiğiniz evreni keşfi eş zamanlı değil midir? Ya da olmalı değil midir? Ya da evreni keşfederken nasıl kendini keşfetmiyor olabilir? Nasıl bağ kuramaz dışardaki ile kendisi hakkında? O zaman" düşünmüyor" demektir. O keşfetmiyor sadece alışıyordur, ezberine alıyordur vs..Gri hücrelerini çalıştırmıyordur. Bu noktada insan yavrusuna belki de ebeveynlerinin söylemesi gereken ilk ve tek şey "gri hücrelerini kullan yavrucuğum" olmalıdır :)
Bir bebeğin ilk ağlayışındaki hislerini bilemem, Tolstoy 9 aylıkken yaptırılan ilk banyosunu hatırlarmış,ben 2 yaşındayken denize sokulduğumu hatırlayabiliyorum ancak :) Lakin, sonraki adımlarımız kendini tanımaya ve aynı zamanda evreni tanımaya yönelik ister istemez: “Eşiğe takılırsam düşerim; sobaya değersem yanarım : sıcak insanoğluna zarar veriyor. Peki neden yine de sıcağa ihtiyacımız var,ne kadarı zararlı, neden,nasıl ısı oluşur,güneş… Ben neden 36.5 derece dışında hasta oluyorum,neden...vb. Hımm, demek ki evreni tanıma aşamasında bir bilinç gerekiyor…Ya da kendini tanıma aşamasında bir bilinç gerekiyor. Şimdi burada anahtar kelime bilinç mi??
Ben daha çok Wilde’ın alıntıladığım sözü üzerinden gidiyorum şu an içimde:)
Neyse ,dediğim gibi yorumlar ve çağrışımlar serbest.
“İnsanın kendini keşfi ile evreni keşfi eşzamanlı olmalıdır.”
YanıtlaSilFazla iddialı bir gereklilik cümlesi değil mi? Öyle oluyor mu, öyle olduğunu sanıyor muyuz? Karışık hakikaten!
“Bilinç” güzel bir anahtar kelime ama “maruz kalmak” da anahtar kelime olarak hiç de fana değil.
Evreni keşfe çıktığınızda karşılaşacağınız bilgilerden biri de kekiğin hem çok leziz hem de çok faydalı bir şey olduğudur. O kadar sağlam telkinlerle karşılaşırsınız ki seversiniz kekiği…normal olarak. İyi de ben nefret ederim, bunu her dillendirişimde de “kekik yenmez mi ya!” derler, iyice tiksinirim. Şimdi bu kekik konusu mutlu sonlu bir konu çünkü evreni keşifle kalmamış kendimi keşifle ilgili de sonuçlar elde etmişim, yani eşzamanını bilmem ama çift taraflı bir keşif. “Kekik atmayın lütfen” uyarısıyla yaşamam gerektiğini bana öğretmiş bir keşif, öğrenmişim, sorunu çözmüşüm, süper.
Peki orta okul, lise boyunca “maruz kaldığım” tarih hocaları yüzünden nefret ettiğimden gayet emin olduğum tarihten aslında çok hoşlandığımı anlamak için 30 yaşını beklemem gerekmesini hangi kefeye koyacağız? Evreni tanımışım, kendimi tanıdığımı da zannetmişim, ama öyle değilmiş, meğer çok seviyormuşum tarihi, ben öyle değilmişim!
Bunlar zararsız konular…Bebeğin kafasını vurduğu sehpa, tolstoy’un yıkanması hatta tarih falan…sonradan doğru eksene oturabilecek şeyler.
Peki ben aslında hoşlanmam gereken kızlardan mı hoşlanıyorum gerçekte de? Yoksa bende zamanında eksik bırakılmış bir şeyleri “bilinç”sizce tamamlayabilmek adına, o eksiği tamamlayacağını düşündüğüm kişilerin peşinde miyim? İnsanlar karşı cinste ebeveynlerini arıyormuş (oidipus, elektra falan). Neden ki? Benim karşı cins tercihlerimi zamanında benliğimde gedikler açmış, beni bir şeylerden eksik bırakmış insanlar belirliyor olabilirler mi biraz da? Kim ki onlar, ne hakları var? O aptal tarih hocaları tarihten tiksindiğimi zannetmemin hesabını nasıl verecek? Tarih meselesini geç de olsa çözdük belki ama “aslında” hangi tip kızlardan hoşlandığımı hala bilmiyorum:)
Yani; biz evreni keşfederken evren sabit duruyormuş da biz kendisini kurcalıyormuşuz gibi bir hal yok, evren sürekli etki üretiyor, maruz kalıyoruz, karşı tepkiler üretiyoruz. Bu arada bir an öncesiyle bir an sonrası asla eşit olamıyor, tüm bilinçli öğrenimler zamanla güncellenmeye muhtaç. Yani tüm bu eşzamanlı keşifler etki-tepki-zaman kaosu içinde olduğu için doğruyu göstermeyen keşifler…olabiliyor:)
Ama iş daha da karışık aslında. Cemil Meriç’in “Bana hakikati değil muradını ver. Olmak istediğin gibi görün olduğun gibi değil. Çünkü her yalan bir yaratış.” sözü ezberimizi bozar. Kendiliğimiz bilgisi, hakikat , tüm bilmelerimiz yetmez bir şeyleri anlayabilmek için, bir de “murad” var ki aslolan da o mudur yoksa?!..
Ha bir de bir masanın “masa” kelimesiyle aynı olmaması meselesi var, kelimelerin gerçeği indirgeyip onların yerine geçmesi meselesi var ki kendi içimize doğru yola çıkartacağımız geminin yola çıkabilmesi için önce gemiyi karaya bağlayan o kelime halatlarından kurtulmamız lazım. Mümkün mü? Ana dilimiz gerçekten ana dilimiz mi? Anamız kim ki? Belki de derdimizi tam olarak anlatabilmek için kelimelerin şu anki anlamlarına gelmiyor olmaları gereklidir ya da yeni kelimeler icat edilmesi gerekiyordur.
YanıtlaSilSanatçıyı, çocukça duyuşlarını yetişkin kelimelerine çevirebilen bir modem gibi düşünmek mümkün ve içimize doğru yol alırken anlamı keskin bilinç kelimelerinden çok bu flu sanatsal duyuşlar rehberlik edebilir bize.
Üstte yazdıklarımı yazarken bunlardan da bahsedesim vardı ama “iyice dağılır” kaygısıyla girmedim hiç…ama dayanamadım işte, “bunlardan da bahsetmek lazım” demeden edemedim:)
Benim bildiğim-bilmediğim bahsedilmesi gereken başka bir sürü şey var-vardır. Netice-i kelam : bilmiyorum.
Bence de insanın kendini keşfi ile evreni keşfi eş zamanlıdır hatta ötesidir. Evreni keşfederken insan aslında kendini keşfediyor. Zihnin sınırları ile evrenin sınırlarının çok farklı olmadığını düşünenlerdenim. Hani mikrokosmos makrokosmos kavramları üzerinden mutlak doğrulara yaklaşırken bir anda kendisini en yanlış yerlerde bulanlar var ya onlardan olmamak için doğru düşünceyi bir yol haritasıyla birleştirmek gerekiyor. En sıkışık zamanında insanı doğruya ulaştıran ise her zaman inancı oluyor. O yol haritası belli yani. Eğer inanç yoksa istediğiniz paralel evrene geçin bir fayda sağladığı yok.
YanıtlaSilBu arada; en az bilinmek istemek kadar"anlaşılmak istemek" de var. :)
yazın çok güzeldi, teşekkürler...
YanıtlaSilhttp://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1074285&Date=02.01.2012&CategoryID=79
YanıtlaSilEfervesan; sürekli değişim evrenin bir niteliği ve insan da keşfi de öyle olmak zorunda sanırım...
YanıtlaSilKolay olacağını kim söyledi ki :)
Murad'dan kasıt tasavvuftaki terim mi? Bildiğim kadarıyla o son mertebe zira:)
Sanat ile ilgili yorumun da makaledeki "...sanatçı onun içinden geçmeye çalışan, anlamaktan öte idrak eden,...." kısmı ile örtüşüyor...
Kalemzade ve Buket, yorumlarınız için teşekkür ederim.
sanatla ilgili örtüşmenin farkında olarak yazdım ben de. benim sözüm "idrak"in ne olduğunu kurcalamak üzerine olabilir:)
YanıtlaSil"murad"dan kasıt tesavvufi bir son mertebe değil,"tasavvufi değil" diyemiyorum ama spesifik bir mertebe, terim değil.
bu sözü yıllardır kafamın içinde çevirir dururum ben, anlamaya çalışırım, bir yerlerde izlerini görür ya da gördüğümü sanırım vs. hasılı "anlamaktan öte idrak etmeye" konsantre bir hal söz konusu.
kafayı takan bir ben değilmişim, alev alatlı bir makalede pek güzel açıklamıştır, linkini aşağıya ilave edeceğim yazının. anlatmaya çalışmaktan çok daha hayırlı-faydalı bir iş yapmış oluyorum link vererek:)
http://www.habereviniz.com/?mxz=haber&hid=944