Kitabın adı : Fatma Aliye: Uzak Ülke
Yazarı : Fatma K. Barbarosoğlu
Yayınevi : Profil
Basım yılı : 2010
İlk basım yılı : 2007
Roman yazıyor kapakta. Evet, romanımız iki kısımdan oluşuyor. İlk bölümde Fatma Aliye’nin biyografik romanını okuyoruz. Sonra ise yazar kendi serüvenini yazıyor: Fatma Aliye’yi ararkenki kendisini. Yazarın yedi yılını bu araştırmaya verdiğini duyunca bu iki farklı kısım birbirine daha kolay eklenip uyumlulaşıyor. Her ne kadar F. Aliye seminerlerinin anlatıldığı bu son kısımda, zaman zaman sıkıntı bassa da, bir sonraki bölümdeki bir olay, bir düşünce tekrar sizi kitaba döndürse de…
Yine de bir bütün olarak baktığımda kitabı beğendiğimi söyleyebilirim. Yazarın F. Aliye’ye olan merakının, hayranlık ve ilgisinin üsluba getirdiklerini (getirmiş olabileceklerini mi demeliyim, çünkü diğer kitaplarından okumadım hiç) mazur görerek.
2009 itibariyle 50 liramızı şereflendiren F.Aliye ( resim ve bilgi: iyibilgi.com) |
İlk kısım, F.Aliye’nin doğumunun (1862) anlatılışı ile başlamakta, hayatının dönüm noktaları diyebileceğimiz belli başlı olaylarının anlatıldığı zaman aralıklarıyla ilerlemekte. Bu arada F.Aliye’nin meşhur Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı olduğunu hemen söyleyelim.
Bu biyografik kısım, ilerledikçe, üslup ve tasvirlerin güzelliği açısından gelişti, beni sarmaya başladı. Elbetteki yazarın F. Aliye’nin hikâyesini anlatırken tarafsız olmadığını, böyle bir niyet taşımadığını anlıyoruz okurken. Kitabın başındaki ithaftan bile anlıyoruz. Bu yüzden – benim çok da sevmediğim- naif, kırılgan,hissî…diye tanımlamayabileceğim bir üslubu kabullenerek okudum. (Acaba bu Tanpınar’ın bir romanını yazarken korktuğu “kadın duyarlığı” mı?) Bir de ileriki sayfalarda göreceğim gibi, yazarın da yazılanın da iki ortak “etiketi” var: tesettürlü ve İslamcı.
F. Aliye öyle biri ki romanı okurken biçimi vb.ni es geçip doğrudan ona odaklanıyorsunuz. Bu belki de yazarın başarısı, yazarın samimi hayranlık ve merakının yansıması…
Çok zeki olan ve daha beş yaşında abisinin derslerine kulak kabartarak okuma yazmayı öğrenen F. Aliye, klasik kız çocuklarından farklı olarak haremde,cariyelerin arasında dolaşmak yerine selamlığa kaçar, babasıyla,babasının arkadaşlarıyla vakit geçirir. Çok akıllı olan kızını da başka sevmektedir A.Cevdet Efendi (henüz paşa değildir). Nitekim kitapta geçtiği gibi, mezar taşında yazdığı gibi o hep “Ahmet Cevdet Paşa kerimesi F.Aliye Hanım” olarak kalacak ve bununla övünecektir. (Romanda A. Cevdet Paşa’nın ölümünün anlatıldığı kısmı özellikle beğendim.)
Sürekli okuyan,okuyan,soran, dinleyen,öğrenen, ailesinin muhtemel tutumu yüzünden Fransızca öğrenmesine karşı çıkarlar diye 13 yaşında gizliden Fransızca bir alfabe edinen, aylarca koynunda saklayıp arka bahçede Latin harflerinin yüzlerine baka baka vakit geçiren, piyano hocasından (mühtedi olduğu için kabul edilmiştir hoca bu konağa,yoksa gayrimüslim bir hoca tutulamaz) “çaktırmadan” sora sora elli tane Fransızca kelime öğrenen, nihayetinde babasına alfabe ile yakalandığında babasının Fransızca öğrenmesine izin verdiği, ilerde yayınlayacağı Volonte tercümesinin altına “bir kadın” diye imza attığında kimsenin “bir kadın bu şekilde mükemmel bir tercüme yapamaz” denilen, küçükken abisinin ders aldığı öğretmenlerin,yemek tepsisindeki artıklarını, kapıda durup bekleyerek yiyen, sorulduğunda “Alimlerin artıklarını yiyen alim olur.” atasözünü söyleyen küçük F.Aliye… 17 yaşında babasının isteğiyle Faik Bey adlı sert mizaçlı bir askerle evlendirilir. ( Plevne gazisi Osman Paşa’nın yeğeni) Hiçbir ortak yönleri yoktur, zira F. Aliye’nin kafasındaki eş – tıpkı babasıyla yaptığı gibi- birlikte okuyup öğrenip tartışabileceği bir erkektir. Saygıda kusur etmese de kendini geri çeker F.Aliye. Oysa Faik Bey’in ona olan aşkı yıllar sonra günlüğünden aşikâr olacaktır. Bu evlilikte sert mizaçlı olan Faik Bey miydi, F. Aliye hanım mı?
Aristokrat,vakur,dik duruşundan ödün vermeyen, makaleleri Fransa’da,İngiltere’de, Amerika’da yayınlanan, buralardan röportaj ve ziyaret davetleri alan,kitapları Arapça,Fransızca ve İngilizce’ye çevrilen, Kızılay’ın (Hilal-i Ahmer) ilk kadın üyesi F. Aliye… Halide Edip’le,Şair Nigar Hanımla, sonrasında Latife Hanım’la ilişkileri olan,tanınan, sayılan F.Aliye hanım…
Annesiyle hiç uyuşamayan, hep uzak kalan F. Aliye’nin “imtihanı” da ne tuhaftır ki kızlarından olur. Onu en çok vuran da en küçük kızı İsmet’in Dame de Sion’da okurken “Hürriyete kaçıyorum” diyerek evden kaçmasıdır. (Sene 1926). Kızının din değiştirip rahibe olduğunu öğrenen F.Aliye, babasından kalan tüm serveti kızının bulunması için dedektiflere harcar… (F.Aliye 1936’da ölene dek umutsuzca kızını arayacaktır.) Evdeki kızı Nimet’in (Ünlü tiyatro oyuncumuz Suna Selen’nin annesi Nimet Selen olacaktır daha sonra) kız kardeşinin durumu yüzünden nişanının bozulması, F. Aliye’nin duygularını asla dışarı vurmayıp içine gömülmesi, büyük kızı Hatice’nin bir kaza sonucu “aklını azat etmesi”, Mazhar Osman’ın tedavi ümidi vermeyişi…Diğer kızı Ayşe’nin, evine derse gelen hocasına aşık olarak kaçıp evlenmesi, bu yüzden evlatlıktan reddedilmesi… Müthiş bir hayat draması!
Sonraki kısımda yazarımız soruyor, okurken bizim de aklımıza gelen soruyu: Tüm Müslüman kadınlardan kendini mesul tutan,kabul görmüş bir kadın yazarın kızları ile olan-olamayan ilişkisini…Ayşe hocasıyla evlendi diye (Halide Edip’i bu noktada eleştirmiştir F. Aliye hanım, ama kızı aynı şeyi yapmıştır) fakirliğe mahkum eden, ama küçük kızı –rahibe de olsa- aramak için servetini tüketen, bu arada yanındaki kızıyla ilgilenmeyen bir “anne”… Belki de yazarlığı ve üstlendiği misyon anneliğini sekteye uğrattı?
(Bu kitabı okurken neden böyle hayatları TV dizisi yapmazlar ki diye iki-üç kez düşündüm.Tabii şimdiki popülist tarzlarda değil, senaryosuyla, kostümüyle, oyunculuğuyla…hakkını vererek )
1922’den sonra “gönüllü” olarak unutuluşu seçer F. Aliye. Yazmaz, röportaj vermez,görüşmez… Zaten İttihat ve Terakki dönemi ile cumhuriyet de bu şekilde davranacaktır. (O kadar ki ölmeden 2 yıl önce öldü haberi çıkar gazetelerde.) Ki muhaliftir F. Aliye. Her muhalif gibi “ Adı ne antolojilerde yer alır, ne de edebiyat tarihlerinde.”
Osmanlı kadınının kimliğinden taviz vermeden bağımsız, kendi ayakları üstünde duran, eğitimli bir kadın olması gerektiğini savunmuş F.Aliye. Çok eşliliğe karşı çıkmış, tüm ulemanın öfkesini çekse de. Bu yüzden torunu Suna Selen onun için ilk feministlerdendi demiş yazarla görüşmelerinde. Ama F. Aliye bu sırf bu etikete sığıştırılamayacak bir aydın diyor yazar. Okuduklarımıza göre de öyle.
İkinci kısımda ise yazarın kitabı yazma süreci boyunca yaşadıkları anlatılmış. F.Aliye seminerleri boyunca çeşit çeşit insanla karşılaşması ve kimi zaman F.Aliye ve dönemi üzerine bir beyin fırtınasına dönen,(misal Arthur Schopenhaur aynasında F. Aliye’nin yansıtıldığı ders gibi ) kimi yerde komik anlar… Bir seminerine gelen, tesettürlü oldukları halde “bilincinde olmayan” “bürokrat” eşlerini anlattığı iğneleyici bölüm de gülümsetti beni…
Bir de bu dönemler boyunca tesettürlü bir kadın, tesettürlü bir kadın yazar olarak karşılaştığı tepkileri anlatışı beni çok düşündürdü. Sırf tesettürlü diye davet edildiği seminerlerde tanımadığı insanlarca hakaretvari tavırlar,düşman bakışlar görmek… Ki şu cümle bir seminerde bizzat kendisine edilmiş : “Sizden korkuyoruz. Çünkü siz örtülüsünüz!”
İşte hepimizin özeti. Bilmediğimizden mi korkuyoruz, farklı olanlardan mı? F.Aliye’de de korkudan mı bilemeyiz gayrimüslimlerle, gayrimüslim kadınlarla çok net bir sınır var arasında.
Bitirmek zorundayım; F. Aliye biyografisi için, üç devri görmüş bir okur-yazar Osmanlı kadınının hayatından bakarak bu üç dönemi görmek için (hayranlığın getirdiği bir üslupla yazılmış olsa da) bu kitabı rahatlıkla önerebilirim.
Çok alakasız olacak ama yazınızı cumartesi okuduğumda aklıma uzak ülke güzel ülke şarkısı geldi ve ben de bunu ekledim bloğuma:)
YanıtlaSilYorumum yarım kaldı:Puşkin'in şiirini ekledim bir de Ezginin Günlüğü'nün şarkısını:)
YanıtlaSilezginin günlüğü sevdiklerim arasındadır. Şu ara gözüm senden başkasını görmüyor şarkısı :)
YanıtlaSil