MONSIEUR MERSAULT'UN NEMLİ VE BOĞUK HİKAYESİ

Yabancı, kısa, akıp giden, düşündüren, güzel bir roman. 1942 ile bu yıl arasında…bakalım… 69 yıl var. Ama bu “yabancılaşma” aynı kıvamda duruyor, belki de daha yoğun olarak insan hayatının içinde. Bir tür depresyon diyorum ben bu hale. Yani tanıdık bir şey. Mösyö Camus iyi bir noktaya parmak basmış :)

Romanımızın kahramanı Mösyö Merso (Mörso mu okunuyor yoksa?) karakteri için iki şey düşündüm, daha doğrusu “yargı” demeli bunlara. Ama burada anlatacak değilim; canım istemiyor :)




Yalnız arka kapakta bir “saçmalık” var: (…)gerçek duygularını dile getirdiği ve toplumun istediği kalıba girmeyi reddettiği için toplum dışına itilen bir “yabancı” aracılığıyla, 20. yy insanının içine düştüğü yabancılaşma anlatılır.” Oysa burada yabancı yani mösyö Merso, duygularını doğru dürüst dile bile getirmiyor (üşeniyor) ve de kalıba girmeyi reddettiği filan yok! Onun kalıplardan haberi bile yok!Böyle bilinçli bir reddedişten ziyade boşvermişlik var: “Hepsi bir” onun için.

Bir şey daha hatırladım; bir inceleme metninde, Merso’nun, romanın başlarında samimice “anacığım” derken, ilerledikçe “anne” demeye başladığını, yabancılaşmasının ilerlemesine örnek vermişlerdi. Öyle bir şey işte.Bu çeviride böyle bir detay yoktu. Hangisi doğruysa artık :)



Kitabın adı: Yabancı
Yazarı: Albert Camus (1913- 1960)
Çeviren : Vedat Günyol
Yayınevi: Can
Basım yılı: 2010

(…)“Artık siz de huzurevindekilerden sayılırsınız,” dedim. “Hayır” diye karşılık verdi. Huzurevindekilerden söz ederken “onlar”, “ötekiler” arada bir de “ihtiyarlar” demesi tuhafıma gitmişti. Oysa onların bazıları kendisinden daha yaşlı değildi. Ama ne de olsa aynı şey sayılmazdı. Kendisi kapıcıydı ve bir bakıma, onlar üstünde birtakım haklara sahipti.

(…) Camları kapadım, geri dönerken, aynada gözüme bir masa kenarı ilişti; üzerinde ekmek parçaları, yanında ispirto ocağı vardı. Yine bir Pazar geçip gitti,anacığım şimdi topraklar altında yatıyor, yine işimin başına döneceğim ve sonunda her şey eski tas,eski hamam diye düşündüm…
(…) Kendisiyle dost olmak isteyip istemediğimi tekrardan sordu. “Bence bir,” diye karşılık verdim.

(…) “Hiçbir şey düşünmüyorum ama ilginç bir olay doğrusu.” diye karşılık verdim.

(…) Biraz sonra “Beni seviyor musun?” diye sordu. “ Bu anlamsız bir şey, ama sanırım sevmiyorum,” dedim. Üzülür gibi oldu.

(…) Güneş şimdi eziciydi, denizin ve kumların üzerinde sanki kırılıp kırılıp parçalanıyordu.

(…) Buracıkta kalmak ya da gitmek, bence birdi.”

(…) Bütün bunlar bana bir oyun gibi geldi.

(…) Beni kuru bir ağaç kavuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka bir işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim, diyordum.

(…) O sırada ne söylediğini birden anlayamadım. Çünkü “kapatması” diyorlardı. Oysa Marie benim için sadece Marie idi.

(…) Bana zeki dediklerini duyuyordum. Yalnız şunu anlamıyordum: Herhangi bir kimsedeki erdemler, nasıl oluyordu da bir suçlu aleyhine ezici bir kanıt olabiliyordu.

(…) Sözün kısası, yirmi yıl sonra da olsa yine bendim ölecek olan. Şu anda beni bu düşüncemde azıcık üzen şey, yirmi yıl daha yaşamayı düşünürken, yüreğimin korkunç derecede hoplamasıydı. Ama onu bastırmak için, yirmi yıl sonra yine o gün gelip çattığı zaman, düşüncelerimin ne olacağını hayal etmek yetiyordu. Değil mi ki insan ölecekti, bunun ne zaman ve nasıl olacağı pek önemli değildi.





1 yorum:

  1. kendime en çok yakıştırdığım kahramanlardan.
    :)
    yabancı sözcüğü yanımda hafif bile kalır ama.
    :)
    ama filmini izle müthiştir.
    marcello.
    :)

    YanıtlaSil

Ölümü görün yazın bir şeyler, üşenmeyin.
E, üşenmeyin dedik ya:)