Nerden e-mail attım o çalışmamı o yayınevine, hay aptal kafam!(4 yıl önceydi) Olan oldu, geçmiş olsun bana!
Arkadaşlar, ister okuyun ister okumayın, darılmam hiç :) sırf kaydı olsun diye tefrika edeceğim :) Beğenirseniz adımı verip esinlendim deyin sadece,tepe tepe kullanın:) Ben büyük çocuklar için düşünmüştüm yazarken, siz de masal deyip anlatabilirsiniz, naçizane "Narda'nın masalından esinlendim" deyin yeter:)
Takılmayın, ben ne dediğimi pek de bilmiyorum şu an:) Zaten düzeltme yapmak bile gelmiyor içimden, o zaman yazdığım gibi kopyalayıp yapıştırıyorum.
(ADI DA ŞEY OLSUN:İPEK KOZASI )16. BÖLÜM
Uyandım. Başımı kaldırıp etrafıma baktım. Zâde, karşı dipteki peykeye kıvrılıp yatmıştı. Doğruldum. Tartışma aklımdan geçti. İçim burkuldu. Problemsiz, dertsiz, mesuliyetsiz bir hayat… çok şey istiyordum. Düşünmeyi bıraktım. Canımı sıkmıştı bunları düşünmek. Zâde’yi bana bakarken buldum:
- Günaydın, dedi.
- Günaydın.
- Daha iyi misin?
- Galiba.
- Öğlene kadar bekleriz yola çıkmak için, daha da dinlenirsin.
- Olur. Boğuk bir sesle kabullenişti benimkisi, başka bir şey değil. Bu sırada yaşlı çift içerden başlarını uzattılar. Adam :
-Hah, ikisi de uyanmış. Hadi evlatlarım kahvaltı edelim. Kahvaltısız olmaz.
Üstümdeki örtüyü katladım. Başımın altındaki yastık görevini gören hırkayı da. Bandanamı aradım. Yanıbaşımda duruyordu. Saçım başım dağınık olmalıydı.
- Elimi yüzümü nerde yıkayabilirim? diye sordum.
- İçeri geç kızım, sağdaki kapı.
Geçtim. Tuvalet ve girmeden evvel bir ayna ile lavabo. Tuvalete girdim. Çıktım. Aynaya baktım. Kötü görünüyordum. Elimi yüzümü güzelce yıkadım. Bol suyla, sabunla. Saçlarımı ıslattım. Tarağım yoktu ki. Hiçbir özel eşyam yoktu yanımda. Kahretsin. Yüzüm de çatlamalar, pul pul soyulmalar olmuştu. Kötü hava ve güneş marifeti. Kötü görünüyordum. Saçlarımı parmaklarımla düzeltip taradım. İçerdeyken belime taktığım bandanamı başıma geçirdim. Yorgun ve kirli hissediyordum. Dışarısı nasıldı? Kıyafetlerim hâlâ inceydi. Kafiledeki gibi donma tehlikesi geçirir miydik yine? Kafile…Şahin Bey…Rüyalarım… aynada donuk bir halde kendime bakarken buldum kendimi. Kaç saniye? İçeri geçtim. Zâde’nin yattığı peykenin önüne bir tahta masa ve üzerine kahvaltı konmuştu bile. Ayaklarım, ayaklarımın üşüdüğünü hissettim. Ayaklarıma baktım. Çıplaktı.
- Ayakkabılarım nerde? Üşüdüm de.
- Dur kızım, sana iyisi mi yeni kıyafetler ve ayakkabılar bulmalı. Zâde oğlum öğlene kadar kalırız dedi ya banyo da yaparsın. Şimdilik terlik vereyim sana.
Kulaklarıma inanmıyordum. Banyo, banyo! Üstelik yeni kıyafetler!
- Ah ne iyi olur sıcak bir banyo teyzeciğim! Kıyafetlerim de kirli ve ince doğrusu.
- Dert etme evladım, hem misafirimizsin, hem de kılavuz. Sana bizim kızın burada kalan kıyafetlerinden uydururuz. O da senin gibi pek moderndi.
Ben mi modernmişim? Öyle bir sınıflandırma….neyse, kıyafetleri beğenmesem bile kendiminkileri yıkayıp kuruyana kadar beklerdik.
- Önce kahvaltı et, dedi yaşlı adam. Zâde’ye döndü:
- Sen de yıkanırsın oğlum. Sana da kıyafet uydururuz. Bizim haşarınınkilerden. Gerçi sen biraz daha yapılısın ama olur herhalde.
- Teşekkür ederim . Hayır demem doğrusu bu söylediklerine.
Eh, askerdi, zaman zaman kabaydı ama o da insandı nihayetinde. Evet, nihayetinde ikimiz de insandık.
Kahvaltıdan sonra yaşlı kadın beni içerdeki bir odaya götürdü. Bir dolabı açtı. “Bak” dedi, “beğendiğin ne varsa al.” Koyu renklerde bir pantolon, kareli bir gömlek aldım çamaşırla birlikte.Koyu renkler beni zayıf ve uzun gösterirdi. Çok güzel bir elbise vardı askılıkta. Ama giyemezdim, bu tuhaf yolculukta pek de rahat olmazdı herhalde; koşarken, kaçarken, at, deve sırtında!!! N’apalım, her şey istediğimiz gibi olmuyor. Kıyafetleri alıp banyo diye gösterdiği yere girdim.
- Sağdaki çeşme sıcak su.
Bakışımdan mı nedir gülerek ekledi:
-Güneş enerjisi yaptırdı bizim haylazlar. Bizi yalnız bıraktılar ya suçluluk hissediyorlar galiba. Haydi gir, oyalanma.
Harika! Hazır sıcak su, hem de güneş enerjisi. Zamanda ve teknolojide adım adım yolculuk!
Banyodan yeni biriymiş gibi çıktım. Çıkmadan evvel kıyafetlerimi de yıkamıştım. Yalnızlık çeken yaşlı kadın karşımda belirdi:
- Ver kızım, ben arka bahçeye asarım.
- Sağ olasın be teyzem!
- Sen buraya kadar gelebilen ilk kılavuzsun. O olmasa bile misafir olmuşsun bir kere.
Gülümsedim. Anneannem de çok misafirperverdi. Evinde daima misafirleri olurdu, yatılı olmasalar da…. Yine o güzel zamanlarım… İçeri geçip peykenin birine oturdum. Sırtımı duvara yasladım. Pantolon uzun gelmişti. Paçalarını bir kez daha kıvırdım. Uyku bastırmıştı. Gözlerimi kapadım. İçerden su sesleri geliyordu. Zâde banyoda olmalıydı. Yaşlı kadın:
- İçeri geç de kendine bir çanta hazırla yol için. Yiyecekler için de ben mutfakta hazırlıyorum bir çanta.
Yine gülümseyerek cevap verdim. Kıyafetleri aldığım odaya geçtim. Dolabı yine açtı ve çıktı. Dolapta, beğendiğim elbisenin arkasında, büyükçe, koyu kırmızı, kalınca bir kumaştan yapılmış çanta asılıydı. Aldım. Ne koymalıydım içine? Kalın bir kazak geçirdim elime. Sonra bir şal, bir gömlek daha.Şu çekmecelerde çorap filan olabilir mi? Evet, çoraplar.. İki-üç tane aldım. Hem Zâde de vardı. Ama onun için ayrı hazırlanırdı herhalde… Aaa, çekmeceyi kapatırken bir şeyler tıkırdadı. Tekrar açtım bu kez sonuna dek. Ne güzel: Bir ayna, tarak ve bir kolye. Üçünü de aldım. Kolye basit bir şeydi ama kolyeydi. Boynuma geçirdim. Bandanamı çıkardım ve tarakla taradım saçlarımı. Çekmecenin içini elimle iyice karıştırdım. Oh, bir de krem tüpü. Tam da ihtiyacım olan şey! Neşem yerine gelmişti. Aynayı tutup kremi yüzüme bolca sürdüm. Artık güzelleşebilirdim!
- Tamam mısın güzel yavrum?
- Tamamım.
- Bakayım? Aaa, ne az şey almışsın, koysan bir şeyler daha, belli olmaz bu yolculuk, gerçi hiç ihtiyacın da olmayabilir ama.
- Sağol, bunlar yeter sanırım. Ha, bu kolyeyi de aldım ama.
- Al, kızım. Mesele değil hiçbiri.
İçimden tekrarladım: “ Mesele değil hiçbiri. ” İçeri girdik. Yaşlı mı yaşlı adam yine girdi dış kapıdan içeri. Onu unutmuştum tamamen. “ Babam” dedi yaşlı kadın. “ O da bizimle kalıyor. Duymaz, pek de görmez.”
Zâde ıslak saçlarıyla içeri girdi. Vücuduna cuk diye oturmuş bir gömlek ve pantolon vardı üzerinde. Üniformayı andıran kıyafeti yoktu. Belki de o kıyafeti üniformaydı zaten.
- Sıhhatler olsun, dedim.
- Ne?
- Sıhhatler olsun.
- O da ne demek şimdi?
- Hayda, hiç duymadın mı şimdiye dek? Banyodan sonra böyle denir hep.
- Sıhhatler olsun?
- Evet, iyi dilek manasına.
- Sahi mi? Çok tuhaf?
- Tuhaf olan sensin! dedim. Dokunuyordu söylediği, yaptığı şeyler bana.
- Asıl tuhaf olan sensin. Sor bir, neden diye?
- Sormayacağım.
Beni kızdırıyordu ama sesi ve konuşma tarzı da çok sevimliydi, konuşmayı kesemiyordu insan, bir tuhaftı işte!
- Sor hadi.
- Neden?
- Kendi katmanının dışında olan, dolayısıyla yabancı olan sensin de ondan.
- Bu söylediğin doğru olabilir ama bazı şeyleri bilmiyor olman, hele de böyle basit ve gündelik şeyleri, ki ev sahiplerimize soralım, onlar eminim biliyorlardır, senin tuhaf olduğunu gösterir bir kere.
Kalenin önündeki o tavrı bana öyle dokunmuştu ki hıncımı almak istiyordum.
- Siz hâlâ kavga mı ediyorsunuz?
- Hayır, sadece tartışıyoruz, dedi saçları omzuna dökülen. Yan yan bana bakarken incecik de bir gülümseme kondurmuştu yüzüne. Sordum:
- Teyzeciğim, siz de der misiniz banyodan çıkan birine “ sıhhatler olsun ” diye?
- Deriz tabii ki kızım. Hatta bazılarımız “ Güle güle kirlen. ” bile der.
- N’aber , diye övünçlü övünçlü seslendim.
- Sana bulaşan her şey bir tuhaf ki zaten, deyiverdi. İyice sinirlendim. Beni kızdırmayı ve kırmayı ikinci kez başarmıştı!Ama konuşacak değildim. Konuşmayı sevmezdim oldum olası. Eveeet….. Bir şey daha netleşiyor: Çok konuşkan değilim, geveze hiç değilim. Kavgacı sayılsam da işi uzatmayanlardanım. Suratımı astım. Ellerimi saçlarımda dolandırdım. Hâlâ ıslaktılar. Ama hava gayet iyiydi. Yakında kururlardı.
-Giysilerim kuruduysa alayım.
- Bakalım, arka bahçede.
Yalnızlık çeken yaşlı teyzeyle beraber arka bahçe dediği yere çıktım. Birkaç meyve ağacı ve yeşillik, orta boyda tahta çitlerle çevrilmişti. İki ağacın arasına gerilmiş ipte çamaşırlarım asılıydı.
- Kurumuşlar mı? diye sordu kadın.
- Evet.
Topladım ve omzuma attım. Bahçe basit ama güzeldi. Burada kalmayı ne çok isterdim.
- Üzülme kızım, inşaallah en kısa sürede başarırsın görevini ve istediğin yerde kalırsın.
Herkes içimi mi okuyor yine? Hayır. Olan şu: Öyle bir yüzüm var ki duygularımı ve düşüncelerimi hemen ele veriyor. İçeri girdik. Kıyafetlerimi ve kimse görmesin diye çamaşırları çarçabuk katlayıp çantama koydum. İkisi karşı peykede oturuyorlardı.
Zâde:
- Hazırsan gidelim, dedi.
- Hazırım.
Aslında hiç de hazır filan değildim. Ama eninde sonunda gitmeyecek miydim?
- Alın, bu da yolluğunuz. Ayakkabılarınız da kapının önünde.
- Teşekkürler.
Zâde’yle ikimiz aynı anda söylemiştik bu kelimeyi.
Hoşça kalın deyip ikisine de sarıldım.
Yine yollara düşmüştüm. Biraz yürüdük. Zâde:
- Bana kızdın.
- Ne?
- Diyorum ki, bana kızdın. Sana tuhaf dedim diye.
- Hayır, kızmadım.
- Yalan söyleme. Beceremiyorsun da yalan söylemeyi.
Cevap vermedim. Ağzını açtı ama vazgeçti. Az sonra:
-Çantalarını ver taşıyayım.
-Hayır, teşekkür ederim, ben götürebiliyorum. Öyle ağır değiller.
-Israr etmeyeceğim, dedi.
Cevap vermedim. Yol boyunca böyle konuşup duracaksa yandık, diye içimden geçirdim. Çekilmezdi hiç. Adres, aklıma adres geldi. Heyecanla:
- Adres sendeydi değil mi?
- Korkma, ezberimde. Yol ayrımına dek yürüyeceğiz. Oradan bir vasıta buluruz devam etmeye.
- Tamam o zaman.
- Bak ben de işe yarıyorum. Adres bilmediğin bir dildeydi.
- Sana işe yaramıyorsun diyen olmadı ki.
- Bilmem. Belki ben senin yanında öyle hissettim. Neyse.
Cevap vermedim. Bu söyledikleri hoşuma gitmişti. Hani ‘gururum okşandı’, tabirindeki gibi hissettim. Az önce beni küçümseyip kızdıran, onun gibi güçlü kuvvetli, cesur ve işini bilen, bu ‘katmandan’ biri tarafından ‘kıskanılmak’ hoşuma gitmişti. Ama bu hisler beni çok sarmalayamadı. Hâlâ sıkıntılıydım ve korkuyordum.Yürüdük. Yürüdüm. Yürüdüm. Ardıma bakmadan, düşünmeden, duymadan. Bu yol hiç bitmese, beni hiç bir yere götürmese. Sadece yürüsem, yürüsem….
- Hey, yavaşla biraz!
Kendime geldim. Bağıran Zâde’ydi.
- Affedersin, dalmışım.
- Belli, dedi. Bu halimle ben bile şaşırdım hızına. Nerelere daldığınızı öğrenebilir miyim acaba?
- Öylesine…
- Öylesine?... Bak, biliyorum biraz kafan karıştı ama inan bana başaracaksın. Başaracağız.
Kafam mı karışmış? Kafam değil, ‘duygularım’ karışmıştı.
- Sahilde de böyle yapmıştın.
- ‘Neyle’ yapmıştım? dedim, oysa suskunluğumdan şikayet edeceğini biliyordum.
- Konuşmuyorsun.
- Azer de senin gibi gevezeydi.
- Ne? Geveze mi? Ben mi? Ben sadece senin kafanı dağıtmaya çalışıyorum.
- Başarıyorsun da. Bayağı bir dağılıyor seni dinlerken.
- Anlamayacağımı sanıyorsanız yanıldınız, dalga geçtiğinizi anladım küçük hanım.
Gülümsemişim.
- Nihayet güldün. Gülmek sana yakışıyor.
- Gülmek herkese yakışır! Ne derse desin geveze bir tipti bu. Hem askerler geveze olmazlardı, değil mi? Belki de gerçekten beni düşündüğü içindir, sıkılmayayım diye konuşuyordur, hem böyle bir yolculuk başka nasıl geçerdi değil mi? Ama... Ne bileyim, rahatsız oluyordum işte onun bu karışık tavırlarından.
- Anladım, konuşmak istemiyorsun.
- Nihayet, dedim az seslice. Susmuştu. Sanırım biraz kırılmıştı. Ama ödeşmiştik. Bana “tuhaf” demişti.
Konuşmadan yürüdük. Ne kadar oldu? Yarım saat? Belki daha az. Yol topraktandı ve güneş neredeyse yakıyordu. Yorulup kenardaki çimenlerin üzerine oturdum. Zâde de beni takip etti. Saçları yine ışıl ışıldı. Saçları nasıl bu kadar güzel olabiliyordu? Bir an soracaktım neredeyse. Benimki de meraktı işte. Yersiz ya da zamansız bir merak…
- Daha çok var mı?
- Var biraz. Akşama doğru yol ayrımında oluruz.
- Sonra?
- Sonra bir araba bulmalıyız. İki-üç saatlik bir araba yolculuğuyla adrese ulaşırız.
- İyi.
- Dinlendiysen kalkalım.
Sessiz, tozlu yolda yine yürümeye devam. Yol boyunca biri tarafından gözetleniyormuşum hissine kapıldım. Sonradan fark ettim ki bu, ona doğru bakınca gözlerini kaçırmayı tercih eden Zâde’den başkası değil. Üçüncü keresinde gözlerini kaçırmadı ve konuştu:
- Ufak tefeksin ama dayanıklısın.
- Aslında…. Lafımı bitirememiştim:
- Evet, biraz sızlandın ama işin aslına bakarsan onca şeye bu az bile kalır. Başka biri olsaydı mesela önceki kılavuzlar, ki içlerinde hiç kadın da yoktu, daha çok sızlanırlardı. Buraya kadar da gelemediler zaten. Hem bilmiyorlar, hem de sızlanıyorlardı. Sen onlardan daha dayanıklı ve akıllısın.
- Akıllı değil, belki daha bilgili. Ya da şanslı.
- Çok ‘mütezsın.’
- Ne? Mütevazı demek mi istedin?
Durdu ve olağanüstü bir sevimlilikle,
- Evet, doğrusu öyle olmalı! Dedi.
Gülümsedim. Gülümsedi. Ne kadar daha yürüdük? Bacaklarım ağrımaya başlamıştı. Hava da ikindi ışıklarına boğulmuştu: Değişik bir parlaklık ve sıcaklık. Şehrimdeki yaz ikindileri: her renk ve eşya ne kadar parlak, net çizgilerle çizgilenmiş. Havada bir temizlik, bir duruluk…Sevdiğim şarkılar… En sevdiğim zamanların yaz ikindileri olduğunu anımsıyorum…Ama bir hüzün dalgasıyla birlikte. Çünkü… çünkü yalnızım… Zâde’nin kolumdan çekmesiyle durmuşum. İşte yol ayrımına gelmişiz. İlerde, gözün görebildiği her yer boş. Ne yeşillik, ne ağaç, ne çalı, ne insan, ne ev… Arkamı dönüp geldiğim yöne, yola baktım. Olamaz! Arkamda yol diye bir şey yok ki! Bir bozkır, adeta bir çöl uzanıp gidiyor! Ama nasıl olur, kenarları çimenlik , toprak bir yoldan gelmedik mi bu dörtyol ağzına? Ama burası da dörtyol filan değil, düpedüz bozkırın ortasındayız!
- Ne oldu, diye şaşkın şaşkın sordum Zâde’ye.
- Ne oldu ki? Güzel bir şehir.
- Güzel bir şehir???
- Ha, sen de aynı yanılgıya düştün. Şimdi gözlerini sıkıca kapat, bir- iki saniye bekle ve tekrar aç.
Dediğini yaptım. Gözlerimi açtığımda güzel olduğu belli bir şehrin bir caddesinde, gelip geçen insanların arasındaydım!
DEVAM EDECEK:)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Ölümü görün yazın bir şeyler, üşenmeyin.
E, üşenmeyin dedik ya:)