BU DA BÖLÜM 18

18.

- Ne de yermiş ama! Ne yapacağız şimdi?

- Bilmem. Ben adrese getirdim.Gerisi…

- Gerisi bana kalmış, öyle değil mi? ( yine aynı sertlik ve umursamazlık!)

Susarak evet dedi. Üçyüzaltmış derece döndüm. Zifiri karanlık. Uzaklarda bir yerlerde gözlerim bir ışık görebilir mi diye bakındım, gözlerimin karanlığa alışmasını bekledim. Ama umduğum gibi olmadı. Bana yol gösterecek hiçbir ışık göremedim. Ne yapacaktım? Ne tarafa gitmeliydim? İyi ki yanımda birisi vardı. İlk kez onun yanımda oluşuna bu kadar çok sevinmiştim. Bu ıssız, karanlık yerde tek başına olmak en kötüsü olurdu. Sanırım iki kişi olmaya giderek daha çok alışıyordum. Ama yine birdenbire beni ortada bırakarak gidebilirdi. Umarım şimdi olmazdı bu.

- Bir yerden başlamalıyız, dedim.

- Nereden?

Bu sırada bir otobüs daha, sadece farları açık, yolu ışıldatarak geçip gitti. Bu beni rahatlatmıştı: Hiç değilse yol ıssız değildi. Zâde’nin sorusuna cevap verdim:

- Biraz daha ileri yürüyelim.

- Ama adresteki koordinat tamı tamına burası.

- Bekleyelim mi yani?

- Şey, doğrusu buna benim karar vermem söz konusu değil… Duraksadıktan sonra: “Peki, gidelim.”

Kırk- elli metre yolun kenarından yürüdük. İçimden bir ses, yine o ses, sağ tarafa, karanlığın içine dalmamı söylüyordu: ‘Sağa git, sağa, sağa…’ Derin bir ses, içimde, kulaklarımda çalkalanıp duruyordu ama cesaretim yoktu. Ama nasılsa Zâde yanımda değil miydi? Durdum. Kararsızlığımla tedirgindim yine.

- Ne oldu?

-Daha yanımdasın değil mi?

- Evet. Neden?

Açık açık söyledim:

- Çünkü sağa doğru gitmemiz gerekiyor. Ve ben tek başına karanlığa dalmayı pek de istemiyorum.

- Korkma, yanındayım.

Yolu takip etmeyi bırakıp sağ tarafa doğru ilerlemeye başladık. Arada sırada çalıların, otların bileklerime değdiğini hissediyordum. Yol taşlıydı ve rahat yürümeyi engelliyordu. İşte! Epey ilerde cılız bir ışık! Işığın yakınına geldiğimizde bunun bir kulübenin bahçesinde yanan sarı bir ampul olduğunu gördük. Kapıyı çalmalı mıydım yoksa başka ışıklar mı aramalıydım? Kulübeyi biraz geçtim. Sağa sola bakındım. Gözlerim boşuna aranıyordu. Kulübenin yanına döndüm. Bahçe duvarları alçak, kapısı ise basit tahta bir çitti. Acaba saat kaçtı? Hane halkı yatmıştı ki evden ışık gelmiyordu.

- Neden akşama kaldık ki sanki! Gündüz gözüne devam etseydik yola olmaz mıydı? Diye sitem ettim Zâde’ye.

- Ama son kararı sen vermiştin! Dedi Zâde.

Haklıydı. “ Kalmayı çok mu istiyorsun?” diye sormuştu. Ben de kalmaktan vazgeçmiştim.

- Keşke kalsaymışım. Kapıyı çalalım bari. Ne çıkarsa bahtımıza.

- Ne, nereye çıkıyor anlamadım?

- Yani, diyorum ki (gerçekten anlamıyor muydu yoksa bir tür şaka mıydı bu?) şansımızı deneyelim. O mânâda söylediklerim.

- Baht dediğin şans demek mi?

- Tam olarak değil. Biraz da kader var işin içinde. Hatta daha çok kader demek…

- Kader diye bir şey yoktur.

Öyle sert bir sesle ve kat’i olarak bu cümleyi kurmuştu ki “kaderle” bir meselesi olduğu açıktı. Ama bu cümleyi kabullenecek değildim.

- Ne demek kader diye bir şey yoktur? Peki bu yaşadıklarım ne oluyor?

- Söylüyorsun ya “yaşantın” oluyor. İnsan kader dediği şeyi kendi belirler.

- Orası öyle, yani kaderimiz seçimlerimizdir, buna inanırım ben.

- O halde ikimiz de aynı şeyi söylüyoruz.

- Tamam ama sen diyorsun ki…

Lafım yarım kalmıştı. Bu kez lafımı kesen, gıcırdayan kulübe kapısı olmuştu.

Kapıyı açan bir kadındı: Uzun, sarı saçları omuzlarını aşarak boynunun önüne, göğüslerinin üstüne dökülmüştü. Arkasından gelen, tıpkı bahçedeki gibi cılız ışıkta, mavi, güzel gözleri, beyaz teni ve pembe yanakları ile öyle güzel görünüyordu ki kıskanmamak elimde değildi. N’apabilirdim, güzeldi işte!

- İçeri girin! Dedi. Girdik.

- Burada geceleyin. Sabah amcam gelecek. Onunla konuşursunuz.

Ne kadar sert ve kaba bir edayla söylemişti bunları! Azarlar gibi! Şimdiye kadarki hiçbir ev sahibimiz bu kadar ‘nazik’ olmamıştı! Devam ediyordu. Eliyle odanın içini göstererek:

- Kanepelere uzanırsınız artık. Yatak ve yorganım yok. Kanepelerin örtülerini çekersiniz üzerlerinize.

İçerdeki odaya girdi. Işığı kaparken üst üste yığılı yatak, yorgan ve yastıklar dikkatimi çekti. Hızla kapıyı kapamıştı ama o kısacak anda “yok” dediği yatak ve diğer bilumum ‘rahat uyku eşyalarını’ görmeme engel olamamıştı. Tam Zâde’ye “Gördün mü?” diyecektim ki benden önce davrandı:

- Ne güzel bir kadın!

Ne diyebilirdim ki, kadın gerçekten güzeldi ve bizi içeri almıştı. Hem bir şekilde bizi tanıyor olmalıydı. Yani ‘yardımı’ bu güzel bayandan ya da amcasından alacaktık. Her halükârda o ‘bizden’ biriydi. (Düşman? Hayır, bu ihtimali hiç hesaba katmıyordum.) Gördüğümü söylememeye ve izlenimlerimi Zâde’yle paylaşmamaya karar verdim.

- Evet öyle, güzel.

Oda küçüktü . Kanepeler ‘L’ şeklinde konmuştu. Kadının girdiği odanın kapısını çalıp içeri girdim. Kadın yataktan doğrularak bana baktı:

- Ne var?

- Kalabileceğim başka bir oda yok mu acaba?

- Nesini beğenmedin?

- Yalnız uyurum da hep.

- Anlaşıldı. Amcama söylüyorum hep, beni böyle insanlarla muhatap etme diye ama ne gezer. Mecburum onu dinlemeye.

Böyle söylenerek süslü yorganının altından çıktı. Yatağına oturmuş vaziyette:

- Bak küçük, bu hoş adam senin yardımcın değil mi?

- Evet.

- O rahatsız kanepeler söz konusu olmasaydı seninle seve seve yer değiştirirdim.

Arkamı döndüm ve çıktım. Kıpkırmızı olduğumu hissedebiliyordum.

- Ne oldu, niye girdin yanına?

- Amcasını sordum, sabah erkenden gelecekmiş.

- İyi. Küçük kanepede sen yatarsın, büyükte de ben.

Ses etmedim. Kanepeye kıvrıldım. Çok sıcaktı. Ama kadın bir yorganın altındaydı. Ben niye yanıyordum? Sıkıntıdan olmalı.

- Çok sıcak oldu. Biraz hava alacağım.

Dışarı çıktım. Hava iyiydi; ne sıcak, ne soğuk. İçeri girdim. Kanepenin minderlerini alıp tekrar çıktım. Toprağın üstüne serdim. Kanepenin örtüsünü de aldım. Çantam zaten sırtımdaydı. Zâde kapının önüne çıkmıştı:

- Üşürsen kazak giy. Sende yoksa benim çantamda var. Uyandırıp alırsın. Çünkü çanta başımın altında olacak.

- Sağol, ben almıştım yanıma bir tane.

Örtüyü üzerime örtüp yattım. Uzakta, çok uzakta yıldızları görebiliyordum. Parlak toz tanecikleri gibiydiler. Agra’lı Atali ve diğerleriyle dinlendiğimiz o yerdeki gökyüzünü hatırladım. Nerde o gökyüzü, ışıl ışıl yıldızlar, nerde şimdi baktığım silik gökyüzü? Diğerlerinden daha parlak bir yıldız gözüme takıldı. Kutup yıldızı, Ülker, Mars, Venüs? Hangisi olabilirdi? Sadece isimler biliyordum, ‘neyin ne olduğunu’ bilmiyordum. Hem bakalım, gökyüzü ve yıldızlar da benim bıraktığım gökyüzü ve yıldızlar mıydı? Göz kapaklarımın ağırlaştığını hissettim. Uzakta ve silik olmasına karşın, yıldızlar, gökyüzü yine de çok güzeldi.

Uyandığımda kendimi büyük kanepede buldum. Oda aydınlanmıştı. Pencere hemen arkamdaydı. Zâde ise yanımda, küçük kanepede oturuyordu:

- Günaydın, dedi.

- Günaydın, diye karşılık verdim. Sağıma soluma bakışlar attım. Zâde anlamıştı:

- Gece soğuk olur diye uyuduktan sonra içeri aldım seni. Hastalıktan yeni kalktın zaten. Tekrar hastalanırsan bu hiç iyi olmaz, neme lazım.

- Kadın nerde?

- Odasında. Aç mısın?

- Hayır.

Örtüyü bir şal gibi omuzlarıma alarak oturdum. Geleceği söylenen ‘amcayı’ beklemeye koyuldum. Çıt yoktu. Uyuşup kalmıştım sanki. Kıpırdamak istemiyordum.

- Ben bahçeye çıkıyorum.

- Tamam, dedim. Odada yalnız başıma kaldım. Biraz sonra kadın, güzel bir elbise üzerinde, odasından çıktı. Bu elbise onun güzelliğine güzellik katmıştı. Yüzüme ‘küçümser’ bir bakış fırlattıktan sonra o da dışarı çıktı. Böyleleri için kullandığım bir kelime vardı, neydi o? “Gıcık” mı? Belki önemsiz ama rahatsızlık verici bir şeydi bu kadın, bu tavırlarıyla…Kapıyı aralayıp baktım. Karşı karşıya durmuş konuşuyorlardı. Kapattım ve geri yerime oturdum. Ne konuşuyorlardı acaba? Başımı arkaya yasladım. Anneannemin evinde uyuduğum o günü hatırladım. Azer’in beni bıraktığı odada… Kuzenlerimi de görmüştüm. Arka bahçemizi de. Keşke oradan hiç ayrılmasaydım. Ama böyle bir seçeneğim hiç olmamıştı ki!

Kapı açıldı. İçeri giren ‘beklenen amca’ olmalıydı. Ayağa kalktım. Adamın arkasından diğerleri, kadın ve Zâde de girdiler.

- Tam söyledikleri gibisin! Hoş geldin kızım!

- Hoş bulduk.

- Bana bir ayna lazım kızım. İnsanların içini gösteren bir ayna. Onu bana verirsen yardımı alabilirsin ancak.

-Ayna mı? İç gösteren ayna? Durup düşünmeye başladım.

- Şaka yaptım kızım, dedi bana bakıp gülümseyerek.

Aslında şaka filan yapmıyordu. Bir cevap beklediğini biliyordum.gözlerini üzerimden ayırmıyordu. Benden, kılavuzdan bir cevap bekliyordu. Küçük kanepeye oturdu. Bana da oturmamı işaret etti. Kadın ve Zâde de yanıma oturdular. Zâde bir bana, bir adama bakıyordu. Kadının yüzünde sinsi bir gülümseme belirdi. Ya da bana öyle gelmişti, hani onu sevememiştim ya! Düşündüm, bu kadını tanımıyordum. Dün gece çok kabaydı, bu sabah da öyle. Ama belki iyi biriydi? Onun içini hangi ayna bana gösterebilirdi ki? Onu tam anlamıyla tanıyabilmem için onunla, hiç değilse bir süre, yaşamam gerekirdi.

- İç organlardan bahsetmiyorsanız, insanın içini gösteren bir ayna yok benim bildiğim. Ancak onlarla yaşar, bir şeyler paylaşırsanız, çıkarsız olarak hem de, o zaman içini görebilirsiniz. Bir de şu var: Kendi düşünce ve hisleriniz ne kadar aydınlık, ne kadar berraksa, ne kadar tarafsızsa karşınızdakileri de ancak o kadar doğru görebilirsiniz. Adil olarak yani….

- Ne güzel söyledin kızım. O halde yeğenim hakkında kötü düşünmüyorsun?

- Hayır, diye kekeledim.

- Emin misin kızım? Diye tekrar sordu

Alacağım yardım vereceğim cevaba mı bağlıydı? Ne demeliydim? Her zaman dobra olmuşumdur. Evet, bu da benim özelliğim! Ben buyum!

- Biraz kaba ve soğuk olduğunu düşünüyorum ama kötü biri olduğunu düşünmedim. Belki onun bilmediğim bir sürü iyi özelliği var.

- Tamamsın kızım, dedi ve kalkıp bana sıkıca sarıldı. Daha da sıkmaya başladı. Nefesim daraldı. N’oluyordu? Kurtulmaya çalıştım. Mümkünü yok. Beni kollarında sıkan o amca değil, sarışın kadın! Yoksa başkası mı? Zâde nerdesin? Bağırıyorum, duymuyor musun? Beni saran kollar genişledi. Daha rahat nefes alıyorum.Allah’ım, bir an öleceğimi sandım! Şimdi nefes alabiliyorum. Başımdan ayak ucuma bir ılıklık yayıldı ve çekti gitti. Ayaklarım, kollarım cansız yere yığıldım. Gözlerim karardı. Nefes alıyorum ama nasıl? Bu kez vücudumu değil doğrudan kalbimi sıkıyorlar. Gözlerim yapışmış! Hayır, yine mi? Dayanamayacağım, hayır! Haykırdığımı kimse duymuyor mu? Zâde! Kalkacağım, yürüyüp gideceğim buradan, başaracağım, bu kâbustan uyanacağım! Açmalıyım, gözlerimi açmalıyım. Göz kapaklarım sanki çivilenmiş! Binbir güçlükle araladım gözlerimi. Karanlık. Açmalıyım gözlerimi! Tanrı’m! Açtım mı? Gözlerimi açtım mı? Nefes alıyor muyum hâlâ? Neredeyim?

Bembeyaz bir ışık hüzmesinin gözlerimin önünden uçup gittiğini gördüm. Evet, yaşıyorum, hayattayım!

- Nihayet uyandın! N’oldu sana böyle, yığılıp kaldın! Sarsmaktan yorulmuştum seni! N’oldu, bayıldın mı? Anlatsana, n’oldu?

- Amca bana sarılırken, sanırım birdenbire bayıldım.

- Hay aksi, çok korkuttun bizi, çok. Su, su ister misin? Su getirir misiniz?

- İstemem, iyiyim.

- Yine de iç.

Sarışın kadın su getirdi. İçtim. Zâde hâlâ tekrarlayıp duruyordu.

- Çok korkuttun bizi küçük hanım çok. Tam da buraya kadar gelmişken! Dedim ki eyvah. Hastalıktan yeni kalkmıştın. Yoruldun. Ondan olacak herhalde.

- Olabilir, dedim, yüzüne bakarak. Alâkası yoktu. Ama birdenbire çöken bu ‘karabasan’ın nedenini bilmiyordum ki anlatayım. Fikir yürütsem bile onunla ve başka kimseyle bu konuda konuşamayacak kadar kendimi kötü hissediyordum. Her şey hâlâ, bitmemiş gibi hatırımdaydı. Bu halet-i ruhiyeden hemen kurtulmalıydım. Odaya bir göz attım. ‘Amca’ yoktu.

- Amca bana sarıldıktan sonra birden tuhaf oldum. O kadar sıkı sarıldı ki boğuluyorum sandım. Belki bundan bayıldım.

Yüzlerine bakarak yorum yapmalarını, herhangi bir cevap vermelerini bekledim. Ama gariptir ki beni onaylayan ya da onaylamayan hiçbir söz söylemediler. ‘İfadesiz’ bir şekilde dikiliyorlardı. Sanki beni duymamışlardı. Evet, beni duymazlıktan gelmişlerdi. Neden sonra sarışın, yine küçümser bir vaziyette konuştu:

- Belki bu da amcamın sınama yöntemlerinden biriydi küçük.(Bu iki etmişti, küçük dedi miydi sinirlerim tepeme çıkıyordu işte!). Sanırım geçemedin bu sınavdan.

Bu kadında başından beri fark ettiğim ama adını bir türlü koyamadığım ‘kötülüğün’ ne olduğunu anladım: ‘Kibir’. Dişlerimin arasından konuştum:

- Uzun eteklerini sürüyerek git bakalım, nereye kadar gidebileceksin! Benim KOZA’yı bulmam gerek. Gidiyorum.

Bu esnada ‘amcayı’ odada fark ettim.. Gülümseyerek yanıma geldi, elimi eline aldı:

- O bir yılandır, dedi. Yardımı alacağını biliyordum, hadi git, yolun açık olsun.

Sarışın kös kös duruyordu. Zâde ağzı açık bakıyordu. Çantamı sırtıma geçirdiğim gibi kendimi dışarı attım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Ölümü görün yazın bir şeyler, üşenmeyin.
E, üşenmeyin dedik ya:)