spin atmak

Rallileri izlediğim kısa bir dönemden aklımda tek kalan, mihael şumaher. Hayrandım be sana. Fotoğrafını bile kesip saklamıştım. Sen öyle bir meslekten sağ çık kayak yaparken düş komaya gir...


DANS LA MAISON: EVDE

Üç ay önce izlediğim bu filmi ( Imdb )şimdi yazmak nereden aklıma geldi acaba? Sanırım şu broşürlü sahne yüzünden…

Fena bir film değil diyerek başlayalım. 

Ülke olarak bizim eğitim, kültür, sanat başta olmak üzere birçok alanda en çok Fransızları taklit ettiğimiz söylenir. Zamanla bunun doğru olduğunu gördüm… Şu anda, TDK 11. basım sözlüğe göre, Türkçe'de yabancı kökenli sözcük olarak, yaklaşık 65oo kelime ile Arapça birinci sıradayken 55oo kelime ile Fransızca 2. sırada. (Meraklısı için: 1400 civarı kelime ile Farsça üçüncü.)

Bunu yazmamın sebebi filmin açılış sahnesindeki lise.

WIKI'YE GÜVENME, WIKI'SIZ DE KALMA


Rastlamışsınızdır belki siz de, vikipedia'nın kimi maddelerinin taraflı yazıldığına; özelde, madde başlığı bir insana-sanatçıya aitse. Taraflı diyemezsek de sanatçının mensubu olduğu siyasi-politik akımın-grubun ön plana çıkarılarak bu özelliğinin -yazıcı tarafından- alkışlandığını ya da yerildiğini hissediyorsunuz. İsterseniz bu duruma "öznel" yazılmış sözlük maddesi diyelim :)

GÜZEL OLAN


GÜZELMİŞİM:

http://bekleyedurma.wordpress.com/2013/10/02/like/

YAŞ MI, KURU MU:

http://kafkayamektuplar.blogspot.com/2013/07/istanbul-icin-imsak-vakti.html


Alıntıdır*

TÜRK VE DÜNYA KLASİKLERİNDEN "O NE YHAA" DİYE BAHSEDEN SEVGİLİ ÇOK OKUYAN GENÇLER(!)
AŞAĞIDAKİ ÇOK DERİN VE ÇOK ŞAHANE, ADETA SEHLİMÜMTENİ ÖZELLİĞİ TAŞIYAN SÖZLERDEN HANGİLERİNİN KAHRAMAN TAZEOĞLU'NA, HANGİLERİNİN AHMET BATMAN'A AİT OLDUĞUNU TESPİT EDİNİZ.

Biz Borçlandık Lan

Uzun Hikâye'nin hikâyesi



Filmini çekeceklermiş diye gazetede okumuştum.
Tüh dedim içimden.
Bir sene filan geçti, filmi vizyona girdi. Gitsem mi dedim ama son anda vazgeçtim, fragmanlarını bile izlemedim.

***

Sıcak havada, bir bardak soğuk su içmek gibi bu hikâyeyi okumak...

Tıpkı bugün bir- iki  saatte okuduğum gibi çarçabuk okumuştum ilk okuyuşumda da: Yeni tanıdığım birisinin, akşama kendi evine gidecek birisinin elindeydi ve bir çırpıda okumuştum. Yazarın adını ilk kez duymuştum. Galiba o arkadaş, sahiplenici ve aaa diyen bir ses tonuyla, tanımıyor musun diye sormuştu.

VIVA LA MUERTE- 2

"Bir milyondan fazla yüksekokul öğrencimiz var, eğitimimiz yalan, yüzbinlerce camimiz var, müslüman olduğumuz yalan; milyarlarca liralık matbaalarımız var, gazeteciliğimiz yalan; hükümetimiz var, iktidar olduğu yalan; metrelik cetvellerimiz var , yüz santim olduğu yalan; kilogram kullanırız, bin gramı doğru tartabildiğimiz yalan; dünyanın en eski uluslarındanız, tarihimiz yalan; Nato’nun en büyüğü ordumuz var, ülkemizi savunabileceğimiz yalan, cumhuriyetiz, demokrat olduğumuz yalan; konukseverliğimiz ünlüdür, birbirimizi sevdiğimiz yalan… daha sayayım mı?”


*
Hararetle anlatmak istediğim ama başına geçince nereden başlayacağımı bilemediğim kitaplardan oldu bu. Kaldı ki hacmiyle bile zorlayıcı: 628 sayfa. İlk  başladığımda da heyecanlanıp bir yazı çiziktirmişim burada. Kitap bittikten sonra ise anlatılan şeyleri nasıl özetleyebileceğimi bilmiyorum. İnternette de öyle ahım şahım birşeyler bulamadım ki link vereyim. Haliyle darmadağınık ve upuzun bir yazı daha…

*

eski defterler pardon dergiler yahut

DÖNEMİMİZİN ROMANI OLUR MU...

Üniversitedeyken doğru düzgün kitapçı yoktu şehirde. Üstelik "Aaa, orası ülkücülerin, orada görünme, aaa burası şucuların ne işin var..." diyen kimseler vardı çevremde...İçerik olarak baktığında da üniversite kitapları ağırlıktaydı. Edebiyatla, sanatla ilgili kitap (rastgele, ne olursa artık) bulabildiğim bir tek yer vardı - adını şimdi hatırlayamıyorum, merkezdeki Medrese'nin içindeydi, evime yakın olduğu için de en çok oraya uğrardım, hey gidi günler-... 

İşte o kitabevi, bazen kitaplarımın arasına kimi dergileri sıkıştırırdı hediye olarak.Onlardan birkaçını saklamışım bazı yazılarından dolayı. O zamanlar ne idüğü belirsiz kimi isimler şimdilerin çok popüler yazarları olmuşlar :)) Bunlardan birisi de Murat Menteş. O zaman (1999 tarihli Kitap Haber dergisi, şimdilerde yok galiba bu dergi ) şu şekilde not düşmüşüm Menteş'in tarzı için :)

Blogculuğun da eski tadı kalmadı azizim

diye kaç zamandır düşünürüm. Aynen böyle. Kapatıp gideceğim de edebiyat ödevi hazırlayan gariplerim var, abuk subuk sitelerden yalan yanlış öğreneceklerine benim yazdığım güzide kitap özetlerinden faidelensinler diye şey etmiyorum.

Ama şu kart zampara hikâyemi anlatmadan da gitmek istemiyorum doğrusu. Bir taraftan da anlatmayayım diyorum. İyiyiz böyle yani, gel git, git gel.

Tek bir cümle yazacaktım aslında, onu yazmadığım gibi fazlasını tekellüm ettim kafamda, yazdım bir de, lakin olmuyor böyle, beleş vermişler buraları, yaz babam yaz. Paralı olaydı görürdüm bu kadar saçmalayabiliyor muyum.

Şu yandaki fotoğraf var ya, onu da bir türlü kaldıramıyorum. O ayaklarını sallayan kız benim sanki. Çok örtüşüyor benimle. Belki de bu yüzden kaldırmalıyım. 

*
Şimdi bir de Telve hatun kişisi selam yollamış, almadan gidersem ayıp olur, el mahkum yazıciim bu mimi.

Bu mimler hep egosantrik şeyler aslında ama kimisi eğlenceli de. Virgülden önce gelen kelimelere bakıp cümleyi tamamlayarak yapılıyormuş bu seferki.  

Başlıyor, başlıyor,  iki film birden!

AŞK DEĞİL MERHAMET, DİN DEĞİL AHLÂK

Geçenlerdeki yolculuğum sırasında önümdeki dergiye el attım. Bir air magazine'den beklenmeyecek nitelikte bir yazı okudum. Yazı geç hamilelik hakkındaydı. Biliyoruz, kadınlarda evlenme ve gebelik yaşları gittikçe büyüyor.

Yazının farklılığı bu tespitlerden sonra ortaya çıkıyordu. Geç evliliğin ve hamileliğin, yaygın olarak sanıldığı gibi kadının kariyer yapma hırsından değil, güvenebilecekleri bir ilişki  bulamadıklarından kaynaklandığını söylüyordu. VOILA!

Yorulduk Mu?

Kırk yaş mı dedin… Benim gözümde hâlâ o yirmiliksin.

Ankara

Liseye kadar, yaz tatillerinin ilk adresi…

Amcalar, hala, dayı ve kimden, hangi evlilikten dolayı akraba olduğumuzu hâlâ ezberleyemediğim diğerleri.
Tam anlamıyla meşakkatle geçen otobüs yolculuğunun sonunda varılan bulanıklık.
Sonrasında soğuk, beton binalar, alışkın olmadığım bir şiveyi konuşan kadınlar
Serilen yataklar, yüklükten indirilen çarşaflar, yaz yorganları, ısrar edilen sofralar
Sonrasında, çamurlu bahçe taşları,


Orhan Kencebay Dayımın Şiirini Nasıl Besteledi (!)

Geçenlerde bahsettiğim, vefat eden yakınlarımdan biriydi dayım.

Hiçbir zaman onunla aynı şehirde oturmadık.

Vay anam,

ne biçim bir ülkede, ne biçim bir zamanda yaşıyorum ben ya!
Lan, bir hafta gündem değişmesin, flaş haberler olmasın, sakin kalsın; çok değil, bir haftacık be.
Ne günahla doğduk ki böyle bir ülkeye vatandaş olduk!
Ne vatandaşlığımız belli ne insanlığımız.
Karmaşa,keşmekeş, kin, vurdumduymazlık…


Altaylar'ın eteklerinden kalkıp  buralara göç ettiği söylenen atalarım!

METİNLERARASILIĞIN MEŞRUİYETİ HAKKINDA KENDİ KENDİNE BİR KONUŞMA



Umberto Eco'nun 50 bin adet kitabının olduğu ve geçtiğimiz aylarda bir "liste" müzesi açmasına dair bir   haberin* ardından şöyle düşündüm: Eco, işini bilen bir yazar.

Onca kitabının olması ve çoğunu -yeri geldikçe okuyacak diyelim- okumuş olması… Sonra yazdığı zengin metinleri okuyoruz. Göndermelerini, kaynaklarını belli etse de, yahut (yine o tatlı kurnazlığıyla) okuru iyi ve sıradan diye ayırıp göndermelerimi anlayabilen zaten iyi okurdur ve benim nelerden alıntı, nelere gönderme yaptığımı, nelerden esinlendiğimi bileceklerdir demeye getirmesi… Ama sonuçta yazdığı metin, onun başarısı oluyor.

BAZEN HAYAT

Avram methetmişti, sonra -giderek takıntım olmaya başladığını hissettiğim- Sait Faik Hikaye Armağanını almış olması hasebiyle edindim kendilerinden bir adet. (2013 Sait Faik Hikaye Armağanı)

Kalbim çarpa çarpa açtım okudum. 

GÜNDELİK FELAKET TEORİLERİ

Evetledim, evetledik, evetlediler!

Siren yayınlarının hediyesiydi bu kitap. Önce teşekkür edelim. Siz de blogundan takip edebilirsiniz bu yayınevini. Ben arada uğruyorum J

Bir ay oldu kitabı bitireli.

İki seçenek vardı: Beni şaşırtabilirdi, ya da şablonu tutturmuş, akarı kokarı olmayan bir kitaptı.

SUFİ İLE TERAPİST

Yazın okuduğum bu kitabı nasıl anlatsam?

Kitap, "Psikoterapiler ve tasavvuf üzerine bir karşılaştırma denemesi" alt başlığı ile çıkmış. Yazarı Ali Rıza Bayzan. Yayınevi Etkileşim, basım yılı Nisan 2013. 257 sayfa.


Önsözden, yazarın 1993'ten beri bu konu üzerinde çalıştığını öğreniyoruz.

Alt başlığı karşılayan bir çalışma olmuş. Geniş bir kaynakçaya sahip. Kitap, çeşitli psikoterapiler ile tasavvufu, tsavvufun dinamiklerini karşılaştırıyor, ortak noktalarını, bakışlarını ve ayrıldıkları yönlerini  gösteriyor. Ama bunu ikinci bölümde yapıyor. İlk bölümde tasavvufun bir tanımını yapmaya, çerçevesini çizmeye çalışıyor. Ardından günümüz psikolojisindeki gelişmeleri, terapi çeşitleri (psikanaliz, klasik davranışçı, bilişsel, insancı-fenomenolojik, transpersonel) ve bunlar arasındaki farkları anlatıyor. Özetle elbette.  Sonra da bu terapi türleri ile tasavvufu karşılaştırıyor; tasavvufun insan hayatında ve psikolojisindeki düşüncesi, tutumu ile…

Fena bir kitap değil. Çok bilimsel olmadığı gibi kolay okunuyor ve tasavvuf ile psikoterapiler hakkında genel bir bilgiye sahip oluyorsunuz. Altını çizdiğim yer çok, ama alıntı yapacak vaktim yok.



YATAK ODASI GÜNLÜĞÜ

                                                       
Şekerli vanilin, 15'li, 2 lira.
Çikilopçuk, 160 gram, 1 lira.
Elma çayı, 3 lira 25 kuruş.
Meyveli soda, 6'lı, 3 lira 99 kuruş.
100 gram Türk kahvesi, 2 lira 99 kuruş.

AKAR DERINDIR

Keban baraj gölü

ABC- Bölüm 3

                                                               - 3 -
C. Kurguya girdik. Ablamdaki gereksiz sükunet bozulmadı. Kendini her türlü sonuca hazırlıyor olmalı. Ne de olsa bir filmin kurguda şekillendiğini bilecek kadar bu işin içinde. Filmleri bu kadar sevmeseydi belki senarist olmazdım ben. Harçlıklarını biriktirir, beni de yanında sinemaya götürürdü.  Yalnız Arzen'le neden anlaşmadıklarını çözemedim hâlâ. İlk zamanlar her fırsatta film üzerine coşkulu konuşmalar yaparlardı.

A. Stüdyoya girdik. Narda'nın buraya da geleceğini, işleyişi görmek isteyeceğini sanmıştım ama haber gelmedi. Benden kaçıyor mu? Buna hiç gerek yok oysa. Hepimiz medeni insanlarız.

ABC- Bölüm 2


                                                                                              - 2 -

A. Çekimleri izlemeye gelebilir miyim diye sordu! Başkası olsa yönetmen yardımcısı kesilirdi. İlk başta bu kadar kibar da gelmemişti bana. Her şeye karışır gibi geliyordu.

B. Doğum gününü unuttum! Tek kelime etmedi, hiçbir imada bulunmadı. Böyle şeylere fazla önem vermem dediğinde ciddiymiş demek ki. Kardeşiyle kutlamışlar ama. Bana değer verişini başka şeylerden anlıyorum ben dedi. Mesela dedim beline sarılarak. Mesela dedi, konuşmak istemediğimde bunu hemen anlıyorsun, konuşmayı doldurarak kendimi kötü hissetmemi engelliyorsun. Başka dedim. Başka dedi, beceriksizliklerimi yüzüme vurmuyorsun. Bu beceriksizliğini görmediğim için olabilir mi dediğimde güldü, yalancı dedi. Âlem kadın!

ABC

                       - 1 -
A. Yapımcıdan bu film teklifi geldiğinde biraz fazla düşündüm. Hikâye belliydi ama daha senaryo ortada yoktu. Öykü, ünlü bir Arjantinli yazara aitti. Geçmişten bir haydut hikâyesiydi. Zekice kurgulanmıştı ve umulmadık bir sonla bitiyordu. Basit, kısa ve akıcıydı. Evrenseldi. Neredeyse olduğu gibi senaryoya aktarılabilirdi. Mekân ve dekorların yükünü, olayı zamansız kılarak halledebilirdim.

B. Yeni sevgilim Narda istiyor bu filmi çekmemi. Hikâye kötü değil. Hâlâ ekmeği yenir bir konu. Ucunda hatunla iyi ilişkiler de var. Arzen bu işi yapar dedim.

Sezen





Seni yerlerde göklerde bulamazlarken
Bende gizli olduğunu sezenler olmuş.






if







Ya her şey güzelleşir ve ben ölmekten korkmaya başlarsam?














Let the moment fly

Bırak o an uçsun, 

Kafanı çevirmek için çok geç.






Ek: Güzel bir filmdi. 1973 yapımı. Yönetmen Robert Altman. Linkini verdiğim blogda kediyi besleme sahnesi hoşuma gidince izledim.  Müziklerine bakınca usta bir ad karşıladı beni: John Williams. Filme kaynaklık eden romanın (Raymond Chandler)  ise daha güzel olduğu beyan ediliyor :)





UZUN BOYLU, KIVIRCIK SAÇLI ADAMLAR HEP KÖTÜ ADAM OLSUN*


Ne var ne yok ahali? Havalar da soğudu diyerek sohbet açmaya çalışan gibi oldu ama olsun. Kış geliyor artık daha çok yazarız bloglarda, şenlenir buralar :) Şenlik deyince, sıkıldım bu blogdan. Nasıl bir değişiklik yapsam diye düşünüyorum. Havalar da soğudu hakikaten. Birkaç güne kadar pastırma yazını bekliyoruz ama biz İzmirliler. Siz diğerleri şansınıza küsünüz:p Sıfır kollu güzel bir elbise aldım bayram için, dantelli ayakkabılar da cabası. Tanrım, hava tahmincilerini boşa çıkarma :) Tahmin demişken, geçen aylarda birkaç filmi arka arkaya izledim. Tahminlerimde yanılmadığımı görünce canım sıkıldı. Anlatayım da dinle, ne işin var, oturmuşsun sosyal medya sosyal medya dolaşıyorsun, otur, oku işte :p 

BALKON CANDIR


            Arka balkonlara, plastik damacanalara doldurulmuş suları, çamaşır sepetlerini, mandal sepetlerini, küçük tüpleri, kurutulmuş biber ve patlıcanları, yedek ya da ikâme olabilecek her şeyi koymalarını seviyorum.

ERKEK BİR SEVGİLİ BULUR VE...


Erkek bir sevgili sahibi olur. Olaylar gelişir.

ŞİMDİ REKLAMLAR

İki yıl kadar önce "Bir edebiyat-sanat sitesi açıyoruz. Sen de yazmak ister misin?" şeklinde bir davet alınca şaşırmış ve sevinmiştim. Siteyi kuran arkadaşları sadece kendi bloglarından/ yazılarından tanıyordum ve beğeniyordum.

Haber



Dün gece çok güzel bir haber aldım.

Yıllardır, gizli gizli büyüyen bir dileğin gerçekleşmesiydi düpedüz!

Hani, çocukken bir hayaliniz olur, belki farkında bile değilsinizdir istediğinizin, belki içten içe "olmaz ki  bu, acaba olur mu?" diyerek ümit ettiğiniz, belki de gözünüzde büyüttüğünüz - belki de büyütülecek kadar vardır aslında-  türden bir şey...

Çok sevindim bea, topuklarım bi' tarafıma değdi sevinçten.




YARALARIM AŞKTANDIR**

duyumsuyorum zaman geçmiştir
duyumsuyorum "an"dır tarih yapraklarından payıma düşen 

***
ben neden
caddelerde yitecek kadar küçüğüm 

PUL KOLEKSİYONUMU GÖRMEK İSTER MİSİN?


Arkadaş, nezaket gösterip kahve içmeye çağırdık, dilinden kurtulamadık. Avukat değil mi, biliyordum aslında başıma geleceği. Kendim kaşındım J

IKEA NE ÜRETİR?

Tabii ki kutu üretir :)

İkea'yı, Türkiye'ye geldiği ilk zamanlar sadece küçük alanlar için işlevsel,pratik çözümleri için severdim (bir öğrenci evi için gayet iyi çözümleri vardı :p). Fiyatları da nispeten ucuzdu. Bunlar açıldılar sonra, ama ülkelerinin güneşi gibi donuk, iç ısıtmayan şeyler hep. Tutmadı tabii Türk insanı gibi sıcak ve biraz da gösteriş meraklısı insanlarda :) Bu yılki katologda ilerleme var, az renk vermişler, hatlar biraz yuvarlaklaşmış. Yine de bildiğin kalas yapısından vazgeçmiyorlar. Olsun, onlar da marka icabında, mecbur bir stil takılacaklar  :p

Bu arada Koçtaş geçenki katalogunda bayağı taklit etmişti İkea'nınkini. İkisi de gözü yoran, çıfıt çarşısı gibi sayfalar. Bu katalogda bazı şeyler hoşuma gitti ama. Özellikle beyaz mobilyalardan birkaçı:

Vardır Bir Hayır







Şansıma tüküreyim; normalde,üç gün içinde size geri dönülecektir diyor, ne güzel çabuk cevap alırım diyorum, otomatik mesaj dönüyor:adam tatile çıkmış, 10 gün sonra dönecekmiş. Hadi bakalım, vardır bir hayır diycez artık:)

OLABİLİRDİ

Bu blog, açılma niyetine sadık kalınarak, sadece bir kitap blogu olabilirdi.

Önemi Büyük Olan Küçük Şeyler



Piyano gibi boyanmış merdivenler ve notalarla süslü duvarı...Böyle küçük ve hoş detaylar kent hayatının katılığını çekilir kılıyor, günün telaşı ve kentin çirkin mimarisi içinde rastlayınca bir tebessüme sebep olarak... Nihayet semtimde de böyle bir hoşluğa rastladım.




(Bu arada, ilçemizin son 15  yılının belediye başkanlarını ise ayrıca anıyorum, hürmetle ve sevgiyle değil elbet.)



SANA UZANAN ELLER KIRILSIN!



Yav arkadaş, ne sinsi, ne inatçı yaratıklarmış bunlar, bilmiyordum! Bak ünlem koydum cümlemin sonuna, o kadar şaşkınım şu anda yani J  Kim demiş bunlar evcil mevcil, yalan çocuğum, inanma J

VAKİT KAYBI



 Görsellik açısından eli yüzü düzgün bir blog yapmak çaba ve zaman istiyor, post yazmak da. Klasiktir, bir kitabı tanıtacaksın ya da anlatacaksın, her neyse işte, bir fotoğrafını çekip koyarsın yazının arasına. Ama o fotoğrafı çekmek ne gıcık bir süreçtir. Masanın üstündeyse, dağınıklığın ya da diğer objelerin düzenlenmesi gerekir, hatta natürmort edalı, tertiplenmiş bir mizansen için gözünün elinin elverdiğince uğraşırsın. Ne gerek yahu! Fotoğraf sanatçılığına ilk adım gibi çek çek birini beğenme. Sanki kitabın elinde ya da masanda çekilmiş hoş bir fotoğrafını koymazsan kimse inanmayacak senin o kitabı okuduğuna ve  o yazıyı yazdığına! Bu alışkanlıktan vazgeçmem gerek. Vakit kaybı. 


HEPSİNİN KAHRAMAN OLMASI ŞART MIYDI YANİ



Saat çaldı
Tepesine vurdum, bugün de kelek çıkmıştı
Kan kırmızı günler azdı.

ŞİİR YAZMANIN FORMÜLÜ YOKTUR

Kısaca böyle diyor Natama 2. sayısında, yani Nisan-Mayıs- Haziran 2013 sayısında. Geç kaldım biraz dergiyi anlatmada ancak ne demişler, geç olsun da güç olmasın.

Şiir,şiir, şiir. Şiir üzerine kafa yoran genç edebiyatçıların dergisi desem yanlış olmaz herhalde. Yayın kurulu sağlam: Enis Akın, Cihat Duman, Süreyya Evren, Mehmet Öztek, Hayriye Ünal..

Dedalus Kitap'ın edebiyat dünyamıza hediyesi Natama. İlk iki sayıda bir  arkadaşım da bu dergideydi, onun aracılığıyla duymuştum zaten :)

Kalınca bu sayıyı okuduktan sonra ise aklımda kalan anarşik kelimesi oldu, neden bilmem :p Sayfa tasarımı da dahil :p
Değişik dosyalar ve değişik yazılar vardı bu sayıda. Örnekse Kaçak Dövüşen İronist: Metin Eloğlu, Otomobilin Şiirleştirilmesi, Şiirin Otomobilleşmesi.
"Adamlar edebiyat/şiir üzerine düşünüyor abicim!" :p


Gelelim diğer dergiye: Temrin.

Temrin nispeten eski bir dergi. Elimdeki 60. sayısı (Temmuz-Ağustos 2013). Bu sayıdan önce aylık çıkarken artık 2 ayda bir yayınlanacak.

Kapakta ilgimi çeken iki başlık: Hasan Ali Toptaş ve Ferit Edgü'de Değişen Taşra ve Gazetecilikte Değişmeyen Problem; Kavram Kargaşası ve Üslup Sorunu.

Ne diyerek bitiriyoruz: Dergi; hür tefekkürün kalesi!

Öyle dergilerin çoğalması umuduyla, yayınımız sona erdi, iyi geceler  sayın seyirciler:p (Hiç güç olmadı yazmak, demek ki neymiş, atalara güvenilecekmiş:p)


HANGİ YANGINI SEÇSEM


kim girer bu ucundan kanayan güne
…kim erkenden yorulur yaşamaktan
kıyıda kalmış bir kent yalnızlığını
yakıştırır yüreğine

ÇOK MODASI GEÇMİŞ




1962 , MEB basımı[1] Mektuplar'ı görünce tereddüt etmeden almıştım. Yunan Klasikleri : 43

Bu serileri, çevirenlerinden, kitap-yazar seçimine (klasikler daha ne olsun), sararmış sayfalarından sade kapaklarına kadar her şeyiyle seviyorum. Bu serilerden elime ilk geçen, ortaokul yıllarımda, bir komşumuzun gelip almamı istediği kitaplar olmuştu: Şekspir'in Yanlışlıklar Komedyası (1959), P. Merimee'nin Fırsat'ı (1963) ve Plautus'un Buğday Kurdu (1964). Üçü de tiyatro oyunu. Üçü de Eskişehir Halkevinden aşırma. Belki de ilk oyun okumalarımdı o kitaplar. Bu ilk olma hali, kitapların basım tarihinin bana o yaşımda dinazorlar devrini anımsatması  ve de kitapların bana geçiş sebebindeki hüzünle birlikte bu kitapların hikâyeleri çoğalmıştır. Uzun mevzu, belki bir ara anlatırım.

SÜRÜNDÜRDÜKLERİM

Furuğ Ferruhzad, Yaralarım Aşktandır : Kasım 2012'den beri sürünüyor. Aykırı olduğu için ünlendiriyorum kontenjanından bu hatun kişi.  Son dönem şiirleri işe yarar görünüyor ama geçemedim bir türlü başına.

Alev Alatlı, Viva La Muerte: kayboldu geri geldi, Şubat 2012'den beri bekliyor

Ece Temelkuran, Düğümlere Üfleyen Kadınlar: yazın okurum belki dedim ama, özellikle mi yapıldığı belli olmayan üslubu sarmadı hiç, sürünüyor, en kısa sürede sahibine iade. (Tuğla gibi len, bu sıcakta hem de!)

Atilla Atalay, Ağlama Dolabı: Ocak 2012'den beri sürünüyor, sondaki hikâyeler için alınmıştı, baştakiler okunmadı.

ANLAŞILMAYI BEKLEMEK



Yazıyı okuduğumda çok da iyi anlamamışım. Bunu hiç tanımadığım biri ile havadan sudan konuşurken fark ettim. Söz nasıl geldiyse geldi oraya. Aldı verdi,aldı verdi. 

Dışarıdan topa tutmak ne kadar kolay diye düşündüm.


Ve ne yazık ki aynı hatayı uzaktaki başkaları, başka düşünceler için ben de yapıyorum bazen. 





BİLESİN

Adım anılmış
Çörekler, tatlılar yemişsin bensiz
Üstelik perhizini bozup
Şeker atmışsın çayına
"Güzel olmuş,eline sağlık" demişsin ona

Kıskandım, bilesin.









YEŞİLÇAM ÇOCUĞUYUZ, N'İDELİM


Yönetmen: Atıf Yılmaz

Senaryo: Hamdi Değirmencioğlu
Yıl: 1972

Neden her rastladığımda izliyorum bu filmi? Benim gibi ortaya karışık bir film ondan herhalde: Dram da var, klişe de, duygusallık da, komedi de, kuvvetli espriler de, iyi sahneler de, sıradan Türk filmi sahneleri de…Sonra Sadri Alışık kısacık da olsa ne güzel söyler:

"Seni ben unutmak için sevmedim
Gülmen ayrılık demekmiş bilmedim…"*

DİNLE NEYDEN




Başında sikkesi ile bir Mevlevi / semazen  dönüyor da dönüyor. Derken, kocaman taş duvarlar arasından giden yola, demir parmaklıklı küçücük pencerelerden bakıyoruz. Kar da yağmakta. Kardan ziyade, yün kumaşların kalınlığına bakıp  üşüyoruz. Derviş dede ile birkaç can ardı sıra yürüyorlar.

  
Mevlevilikle, geleneksel Türk  sanatları ile, Osmanlı, Selçuklu tarihi ile – özellikle savaşlar ve mucitler başta gelecekti- alakalı filmlerin, çizgi filmlerin yapılması gerektiğini ama bunların kesinkez didaktik ve şovenist olMAMAsı gerektiğini ta lisenin son yıllarında düşünür dururdum. Sırf bu fikirlerle dolu olarak radyo-televizyon,senaristlik, animasyon gibi bölümler okumayı hayal ederdim. 

Sahneye dönelim yani filme. Kostümler, mekanlar,oyunculuk...hepsi göz dolduruyordu. Ah bir de daha uzun olsaydı. Daha çok  “acaba böyle yapsak nasıl olur?” filmi gibiydi. İyi olmuştu evet ama bir “kesit” olmuştu. Klasik giriş- gelişme -sonuç olan bir filmden de (yine  özgün bir şekilde) alnının akıyla çıkardı film ekibi bence. Bunda senaristlerin (Ayşe Saşa ve Sadık Y.Uçanlar) tasavvuf konusundaki samimi ve derin araştırmalarının katkısı göz ardı edilemeyecektir elbette.


Filmi TRT2'de  izleyeli epey bir oluyor. Ama yakında da izlemiş olsaydım, huyum kurusun, detaylı bir yazı yazamayacaktım. 

(28 Kasım 2o1o)


*Enis Beyin sorusu üzerine hatırlanıp taslaklardan alınmış ve yayınlanmıştır :)

LES FEUILLES MORTS: TANTE ROSA

Soluk soluğa, ter içindeydi Rosa, susadı, bir rahibe okulunda susadı. Musluğa koşup kana kana su içmeye başladı. Bir el vurdu omuzuna, sert. Baktı prenses bakışıyla, Schwester Maria, " su içiyordun durup dururken, sen arzularına gem vurmayan günahkâr bir kızsın" dedi, "içini öldürmeyi bilmiyorsun."

"Ben içimi öldüremem" dedi Rosa. " çünkü içim prensestir. Prenses prensindir ve prensin olan bir şeyi sizin bile öldürmeye yetkiniz yoktur." Schwester Maria kızdı, çok kızdı, Tante Rosa'yı mahzene kapattılar. Tante Rosa mahzende ağladı. Meryem anaya dua etti. Düşündü. Düşündü ki bütün katolikler kötü, pis şeylerdir; Meryem ana o kadar iyi ki, o herhalde İsa'yı doğururken katolik değilmiş. Peki neymiş Prensesmiş-prensesmiş.

ALİ İHSAN JOHN WRİTE'A KARŞI*

                                              
Suzan, bu işte bir kabahati olduğunu hiç düşünmedi (Çünkü yoktu). Ali İhsan da öyle. Her salı ve cuma fizik tedaviye giden Rahime de. John Write zaten sadece bilgi dağarcığında olduğu için bu meselede kıyas unsuru. O yüzden onu şimdiden işe karıştırmayalım.

İÇİM DIŞIM DOLU*

Endişe dolu.
Politika, siyaset, ülke, dünya, gündem dolu.
Fuzuli'nin beyti dolu: "Sussam gönül razı değil, söylesem tesiri yok."
Hayır, tesiri olmalı…

Ülkemde ve dünyada olan biteni anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyorum. Bilgi ve yorum kaosunun yaşandığı bu olaylarda, her şeyi bütünüyle, berrakça görüp anlamamsa, belli ki çok zor…

Notlarımı, kupürlerimi yığın oldukları köşeden kaldırıp düzenliyorum:

* Gezi notları
* Suriye notları
* İran-Rusya, ABD, İsrail ve diğerleri notları
*Mısır notları
* Barış süreci notları
* Yeni anayasa çalışmaları (!) notları
* Ekonomi notları
* Avrupa'daki ırkçılık ile ilgili notlar
* Son anda değiştirilen kanun maddeleri notları (Şike yasasındaki son dakika değişiklikleri  ya da özel hastanelerin cezalarındaki indirimler gibi!)
* İş kazaları (!) notları

Ve diğerleri, ve diğerleri...Öyle çok şey var ki...



*Devam etmesi istenen ancak Fuzuli'nin beytinin ağır bastığı bir yazı…








UMUR*

                                                                              

Bu evin hayâlini dört yıldır kuruyordum. Geniş (190 metrekare) ve bahçeli (50 metrekare, arka bahçeyle toplamda). Üstelik sağlam, bakımlı.

Beş parasız, işsiz güçsüz, hatta serseri olduğum halde böyle bir evi nasıl olup da alabildiğime herkes şaşırıyor. Bazen ben bile inanamıyorum buna.

İşten atılmıştım ve ev sahibime iki aylık kira borcum vardı. Biraz birikmiş param vardı ama kirayı verirsem aç kalırdım ve işin kötüsü hemen bir işe girip çalışmak istemiyordum. Ev sahibi, üçüncü ayın ortasında beni evden attı. Kadın sonuna kadar haklıydı. Ama çilingir çağırıp evime girmesi ve eşyalarımı apartman girişine indirtmesi gerekmiyordu. Aylaklık ettiğim o günün sonunda apartmana girmeden, daha kapının camından eşyalarımı görünce neye uğradığımı şaşırdım. Kapıcının ziline basıp neler olduğunu sordum. Oldum olası beni küçümseyen kapıcı daha da büzülmüş dudaklarıyla konuştu. Olanları öğrenince kanım beynime sıçradı. Hemen bir sokak aşağıdaki ev sahibine gittim. Zili çaldım. Ayak seslerini duydum ama beni mercekten görmüş olmalı ki kapıyı açmadı.

Mukabil...





*


                          İnsanın en fazla ihtiyacını temin eden, kalbine mukabil bir kalbin bulunmasıdır.






* Germaine Krull, via by süprüntü

"Eskimiş zamanları satıyorum, yitirilmiş yolları satıyorum, unutulan başarıları satıyorum. Sudan ucuz… Haydi, sudan ucuz…"




Mehmet Zaman Saçlıoğlu da geç keşfettiğim öykücülerden. İzmir Öykü Günleri'ne katılacağını öğrendiğimde etkinliğe katılmaya karar vermiştim. İki öykü kitabını aldım o gün. Öykü diye ayırıyorum zira şiirleri de varmış. Hatta arkadaşım şair olarak biliyormuş, onun da öykücülüğünden haberi yokmuş. Birlikte okuduk kitaplarını. İkimiz de beğendik.

İSTATİSTİK VE OLASILIK 1

           
*

           Burada olma ihtimalin vardı. Dünya küçüktü ve bu ülke de. Dolayısıyla bu şehir de. Şimdi hangi ülkede olduğunu bile bilmiyordum gerçi. Bu, burada olma ihtimalini yok etmiyordu şüphesiz.

BU İŞLER


*


Moğolistan sakallı akbabasının neden kendini bilmem ne sülfür çamuruna batırıp da ak teleklerini kızıla 
boyadığını hâlâ bilmiyor insanoğlu.  Bilmesi gerekirdi. Malum, bu satırlar  tamı tamına 21. yüzyılda yazılmakta. Geriye şöyle bir dönüp bakma imkânımız var ve "mağara adamı" diyerek küçümsediğimiz atalarımızın devrinden bu yana ne kadar  ilerleme kaydettiğimizi biliyoruz.

Laf da uzadı. Oysa Moğolistan sakallı akbabasının amacını bilemediğimiz, ancak belkiler öne sürdüğümüz tavrını anlatıyorduk.  Hayır, anlatmıyorduk. Lafa buradan giriş yaptığımız doğru da, yazarın kafasındaki konu elbette bu değildi.

İşin aslı, bir başlasa çok güzel şeyler yazacağını düşünüyordu kendisi. Hele ki böyle ilginç (olduğunu düşündüğü) bir girişle başlamışsa…

Onu, birinin şöyle uyarması gerek: Bu işler böyle olmuyor hanımefendi.




*Alejandro Alercon

CONSTANTINAPOLIS


{Kalender,
                        Hep kalendermeşrep,

            Galiba
                        Mecburi istikamet diye bir şey var.}

*
Plansız bir geziden alınabilecek verimin hesabı termodinamik kanunlarına göre yapılabilir mi?

**
Turist gibi gezdim, kılıksız ve sereserpe. Kendime eziyet etme, valide sultanı şaşırtma pahasına.

***


Pluie, Minel, görüşemediğimiz için üzgünüm. Gezilerimde internetle bağımı kopardığım için e-postalarına geç ulaştığım diğer arkadaşlarla da.  

İSTANBUL YOLCUSU KALMASIN


İstanbul İstanbul dedim
Sana geldim
Geldim de ne buldum
Anam ayırmazdı benden gözünü
Söylemişti dinlemedim sözünü (Ezginin Günlüğü,İstanbul)
….

İnsan daha gelmeden, gezip görmeden bir şehirden soğur mu? Hele geçenlerde haberlerde gösterilen gökdelenlerden sonra...Ne ki bu şehirde akrabalarım ve yakından tanımak istediğim insanlar var. Geçen yıl gerçekleşemeyen buluşmalar inşallah  bu kez gerçekleşir, bazı blog arkadaşları ve Kırkıncı Kapı ahalisinden gelebilenlerle. Yalnız bizim valide sultanla işim zor, kendisi aşağıdaki karikatüre pek takmış vaziyette :)

Neyse. 27 Nisandan itibaren, on gün kadar İstanbul'dayım inş. Yalnız ufak tefek aksilikler başladı bile. Haydi hayırlısı.


içeri giren’e*

                                                                         



kapılarda bıraktılar her şeyleri her şeyleri
ey üzünç yalnız bir seni mi aldılar içeri

saatler bir açık deniz gibi kimseden yana değil
her zaman süslü püslü her zaman oldukça geri


beni bir su başına götürün bir su başına





* Divan'dan

KESİK HAVA


"İkindi güneşi altında cadde birden yellendi, bulutlar hızlandı, yağmur serpelemeye başladı. Sessiz, kimseyi rahatsız etmeden kıyı bucak yağıp geçecekken niyeti bozdu, şiddetlendi, insafsızca, hıncını çıkarırcasına tepindi yerde. (…)

Güneş mi yağdı, yağmur mu?
Limon gibi sıkıldı gök.
Göğün zırvalaması, başka bir şey değil. Zaten kimse aldırmadı, havasını bozmadı.(…)"

Züccaciye mağazasına, iki yıldır çalıştığım dükkana,işimin başına döndüm.
Raflarda Sessizlik ve İtina, dizili.(…)

Denizin ufka doğru ağaran sırtı ürperiyor. Gölge benekli kaldırımların üstündeki dallara yuva kurmuş güneş, dallardan süzülmekten usanmış, düşünceli kuşlar gibi, kanatlarını gere gere karanlığı bekliyor." (Ecel Teri adlı öyküden)

***

Yeni kalemler okumalı artık dediğim dönemde aldığım (kasım 2012) okuması bu aya kalan bir kitap oldu Kesik Hava.

{CAMİ} / ( CAMİ )



Bu blogda belki bazen ukalaca ama hevesli ve samimi bir okur olarak yazdım kitap değerlendirmelerimi. O yüzden uzun uzadıya, derinlemesine edebî çözümlemeler, saptamalar, karşılaştırmalar, kritikler filan yapmıyorum. Bu konuda kendimi ehil bulmadığım gibi sabırsız bir karakter oluşum  da yapabileceklerimi sınırlıyor, daha yazmadan sıkılıp bunalıyorum. Yine de bu yazıda sınırlarımı zorlayacağımı beyan ederek uzun bir yazı olduğunu duyumsatayım.


Uzun bir okumayı göze alamayanlar içinse şunu söyleyeyim: Okuması, çoğu okur için kolay olmayacaksa da bu yazımın amacı ve son isteği mutlaka bu kitabın/kalemin okunmasıdır.

İşbu yazı uzun bir sürede tamamlandığı için kitaba zaman zaman geri dönmem gerektiğini belirtmek istiyorum. Hassaten böyle "ağır bir konu içeren" ve dili de düz olmayan bir metne geri dönmem, hatta tekrar okumam için uygun manevi bir dönemde olmayışıma karşın bu yazının daha fazla gecikmemesi gerekiyordu.

Neden bu kadar uzuyor bu giriş, bilmiyorum. Bu metinlerde hem sevdiğim, hem de beni rahatsız eden  şeyler var.Şurada 2011'in en iyi 100 romanı içinde yer almış bu kitapta bunların ne olduklarını belki bu yazıyı yazarak çözebilirim…

ÜMRAN,BEN VE DİĞERLERİ*


Bir ilk kitap Ümran, Ben ve Diğerleri. Yazarının edebiyat öğretmeni olmasından dolayı en azından Türkçe açısından beklentimi bir üst seviyede tutmuştum. Oysa bütünüyle güzel birçok kısa öykü karşıladı beni : Ağrılıklarından kurtulmuş, Türkçesi güzel, nasıl'ı gibi ne'si de olan, kısa öykünün zorluğunun bilincinde olan öyküler.

Kitaptaki öyküler 3 temaya ayrılmış:
Kadınlık öyküleri
İnsanlık öyküleri
Çaresizlik öyküleri

Kendi adıma ikinci gruptaki öyküleri daha çok sevdim.


Bilindik,rahat giden ama birden yön değiştirerek bambaşka bir sonuca çıkan öyküleri severim ben. Böyle bir hikâye olan Leyla (Kadınlık Öyküleri) çok hoşuma gitti.

TAHRİBİYYAT

*

                                                           

Öğretilen çok şeyi olduğu gibi kabul etmekten çıkıyor sorunlar, sormuyor,düşünmüyorum…

Günümüzde kapitalizmden,tüketim toplumu olmaktan hemen her vicdanlı insan şikâyetçi…

Problem daha en başta, iktisat tanımında başlıyor. Nedir bana üniversitede derslerde öğretilen iktisat tanımı: İnsanın sınırsız ihtiyaçlarının, sınırlı dünya kaynaklarıyla karşılanması için yapılan faaliyetler…

Karşımdaki adam, şöyle değil mi işin aslı diye soruyor:

Sınırsız olan insanın ihtiyaçları değil, arzularıdır.

Ve bundan belki de bin yıl kadar önce yaşamış bir Endülüslü'den alıntılıyor:

Su içmek : ihtiyaç

Suyu bir bardak ya da tasla içmek : tedbiliyat

Suyu, bir liralık süslü bir bardakla içmek : tahsiniyyat

Suyu, bin liralık bir bardakla içmek : tahribiyyat


Gerçekten de gereksiz yere tüketerek ne kadar çok tahrip ediyoruz: zamanımızı, bedenimizi, tabiatı, başka insanların hakkını, emeğini…






*Germain Krull, via by süprüntü.tumblr

ÂŞIK OKURDAN SEVGİLERLE...*


Yüzüm Kitap diyor ki
“Okumak Tekil Bir Edimdir, Çoğul Bir Eylem İster!..

Birbirinin benzeri bir Ankara gününde vakit geçirmek için katıldığım sıradan bir etkinlikti, Çiğdem y Mirol’un Yüzüm Kitap performansı… Ya da ben öyle sanmıştım. Çünkü bir okur olarak kafamda yıllarca oluşmuş sıkıcı ve samimi olmayan bir imge vardı yazarlı kitaplı etkinliklere dair: Bir yazar, güzel ahşap bir masada oturur,  masasına özenle sıra sıra dizilmiş kitapları, gelen okuyuculara imzalar güzel kalemiyle diye düşünürdüm. Ha bir de su şişesiyle bardak olurdu masada bir yerde, olur da yazar okuyucularla uzun soluklu bir sohbete girerse, kuruyan ağzını ıslatsın diye… Lakin o gün, hiçbir şey böyle olmadı.

8. İTİRAF , İTİRAF : BİLMEDİĞİM BİR ŞEY SÖYLEYİN



                Bir hareketlenme olunca avluda küçük bir kalabalığın oluştuğunu ancak anlayabildim. Ya da bu kalabalık sadece Selim İleri ve diğer yazar-çizer takımının öz kalabalığıydı. Program saatini geçeli tam yarım saat olmuştu. Hiç şaşmaz; en az yarım saat. Kalabalığın içini seçemeden salona sürüklendik. Aslında ilk panel için buradaydım, gerçekleri söyleyecekler miydi? Edebiyat ve Medya. Programda belirtilen katılımcılardan biri yoktu, yerine iki kişi gelmişti. Medyada, kitap ekleri de dahil, işin reklam karşılığı tanıtımdan öte bir şey olmadığını söylediler.

1. BİRLEŞMİŞ MİLLETLER CADDESİ



                Yola koyulduğumda, içimde günlerdir kıpırdayan canlı istek, rahimde ölüvermiş bir cenin olmuştu. Buna alışmıştım  çünkü ben böyleydim: Hedefime ulaşma yolunda ilk ya da en zor* adımı atmışsam, o artık benim için bir hedef - amaç değildir; çoktan ulaşılmış bir hedeftir ve bıkmışımdır bile. Artık yeni bir heyecan gerektir.

11 FASILDA 11. İZMİR ÖYKÜ GÜNLERİ


İĞRENÇSİN SELİM BEY!

Şimdi titriyorum ve sendeliyorum ya, evden çıkamıyorum, okumak filan da istemiyorum, dolayısıyla elimde kumanda aptal kutusunun karşısında az daha aptallaşarak oturuyorum. Ev yenileme programlarından birine rastlıyorum. Yalan yok, çok severim dekorasyon ve tasarımı. Dur bakiim neyi nasıl yapcaklar dedim, hay demez olaydım, mutfağı yenilenen kadın öyle içten, hançereden haykırıyor ki  tasarımcı mimara "Ay, hariiiiiikaaaaasınızzzzzz Selim Bey!Şöylesiniz, böylesiniz, böyle de muhteeeeeşemmmmmm olmuş!" diye, sanırsın ki tecavüzcünün elinden kurtarmış kadını, ya da yerli otomobil yapmış eline vermiş. Böyle deyince yapılan işi küçümsemiş gibi oluyorum galiba, asıl diyeceğim bu ne yalakalık yahu! Tamam, bu bir TV şovu, beğenmesen de beğendim diyeceksin bir şekilde, ama bu kadar abartmayı nasıl insanlıklarına yediriyorlar anlayamıyorum ya. Teşekkür etmenin, şükran sunmanın söyleyişi bile zarifken bu yalakalık yazarken bile mide kaldırıyor vesselam. Üstelik her yerde, her konuda almış başını gidiyor. 

TANRI OLMAK İSTEYEN OTOBÜS ŞOFÖRÜ



Etgar Keret'i merak ettiğimi bilen Vladimir, kitabı hediye ettiğinde çok sevinmiştim. Geçen hafta okudum.

1967 doğumlu, İsrailli bir yazar Keret. Kısa film,animasyon,bağımsız sinema gibi dallarda çalışmaları varmış. (Hikâyelerini okuyunca buna şaşmadım zaten.)

10 ½ BÖLÜMDE DÜNYA TARİHİ


1946 doğumlu bir İngiliz Julian Barnes. Birçok ödülü var edebiyat alanında. Elimdeki kitabı ise ilk basımı 1986'da yapılmış olan 10 ½ Bölümde Dünya Tarihi. Bu yazarın  Flaubert'in Papağanı adlı eserini duymuştum ama kimin yazdığı aklımda kalmamıştı. Bu kitapla da kendisiyle tanışmış olduk. Barnes 2011'de Man Booker ödülünü - nihayet- almış. (Nihayet, çünkü İngiltere'de sevmeyenleri de çokmuş. Fransız kültürüne duyduğu hayranlık onu ülkesi okurlarından uzaklaştırırken Fransızlardan ödüller almış. Filan… )

Elimdeki Afa yayınlarının 1997'deki baskısı. Çeviren Armağan Anar. Geçen ay okuduğum bir kitap.

YALAN SÖYLEDİM: ÜMİTSİZİM




 Şu http://zefiryazin.blogspot.com/2013/03/civanm-2.html   yazıyı okuyunca hep içimde olan ama bazen "zaten herkes biliyor bunları" diyerek, bazen de üşenerek yazmadığım  bu konuda bir iki lakırdı etmek geldi içimden.

Evvela, bu yazıdaki blog ve izleyicilik hakkındaki tespitlere katıldığımı söyleyeyim.

AMME HİZMETİ 3: BEDAVA YILLIK FALINIZ :)


YÜRRÜ BE KOÇUM,BU SENE KİMSE TUTAMAZ SENİ!

İlk 6 ay iş, son 6 ay aşk hayatın süper! Olsun da artık! 2010'dan bu yana  iflahın kesildi. Neyse ki gıcık Satürn çekildi önünden. Kendini tanıma yıllarındı 2010-2012 arası. Uranüs daha etkin gari. Parlıyorsun ve gözler üzerinde. Yarışa hazırsın, yürü be KoçumJ


MÜSRİF BOĞA

Yeni yıla zevk-ü sefa içinde girdin ama böyle devam etmez! Salma kendini!
Aşkını canlı tutman lazım, kaldır poponu, sevdiceğine küçük numaralar yap, çiçektir, yemek hazırlamaktır, artık sana kalmış orası.
Aile- ev işleri bu sene de senin üstünde. Ha, bir de tıkınmayı kes!
Cânım Uranüs sana da uğrayacak, yenilik iyidir,unutma, o hantal gövdeye iyi gelir J

İKİZLERE TAKKE BOL

Bu sene size de cömert çatlak İkizlerJ  İş- kariyer planlarını yürütmek için iyi bir zaman,çalıştır saksıyı.
Geçen sene aşk  acı biber sürdüydü ağzına. Soğuk sulardan, membalardan başını alamadıydın. Hadi gari 2013 serbest J

B PLANI - KUM


Şubat ayında dergi alıp burada bahsedemediğim için bu kez 2 dergi aldım: B Planı ve Kum.

B Planı'nın bir kere adı çok güzel. Adını facebook'ta bir arkadaşımın sayesinde duymuştum, kitapçıda görünce aldım.

DENEME BİR-Kİ...*


Keşke yakınında olsaydım. Sabah peşine takılır, işe yürüyüşünü izlerdim. Öğlenleri ya da hafta sonları, açık hava kahvelerinde çay içişini seyrederdim, saklandığım gazetenin sayfaları arkasından, kaçamak bakarak.  İnce bıyıklarını çekiştirişine gülerdim için için. Griye kaçan mavi gözlerinle baktığın garsonu çağırır, onun gözlerine bakar "Bi' kahve daha" derdim, sen gittikten sonra. Öfkeli öfkeli,  ne olacak bu memleketin hali deyişini hatırlardım, sonra da  "Boşver" deyişini e'yi uzatarak. Cumalardan çıkışında suskunluğunu. 




Doris Salcado'nun bir "çalışması"











*Bir cümleyi, düpedüz, ....'den (ç)almışım gibi geliyor, ama tüm kitabı gözden geçirecek değilim bir cümle için. Hem o da kim bilir kimden çaldı kaç cümleyi :)

YAZMAMAK İÇİN 1000 SEBEP



Hiçbir şey olmamış gibi devam edip gittiğimi kim söylemiş? Merhabanın bile bir sorumluluğu varsa, gördüğüm her aynı renk gözde seni hatırlıyorum, diye başlangıç cümleleri olan bir hikâye yazmayı düşündüm. Galiba kötü bir başlangıç?

*
Sesimi duyan 17, yüzüme bakan 25, kafa kâğıdım 35 diyor. Bu aralar hissettiğim yaşla hiç alâkaları yok.

*
Hemen her yazısına yorum yazmak istediğim, ama inatla kendimi tuttuğum iki blog var*. Kendime göre sebeplerim var tabii. İradem olmadık yer ve zamanlarda, aptal saptal konularda kendini gösteriyor, ona da şaşırıyorum.

*
İnsan kendi kendine konuşmaktan çekiniyor galiba. Yoksa kendiyle mi demeliydim?

*
Yoga hakkında bir yerli programda, yaşlıca ve kadın bir psikiyatrist şöyle dedi: Eskiden teyzeler, halalar, yaşlı komşular… dinleyen ve teselli edip öğüt veren insanlar olurdu hep, konuşacak insanlar olurdu çevrede. Artık bunlar yok. Bunun için para verip psikologlara, bizlere geliyor insanlar.

*
Valide sultanın bir lafı var: "Bu dünyayı nasıl tutarsan öyle gider."   Kısaca: Salla Gitsin Kapsülleri. Her sabah ve yatmadan önce her gece, onar adet yutulacak.
..

Kötü not: Yapabilseydi valide sultan önce kendi uyardı o sözüne.
*: Yazdıktan sonra, olduğundan da saçma gelen bir şey daha.



fotoğraf: Andrus Fowler