KİMSE GİREMEZ


Kimse giremez yazıp astım kalbimin kapısına.

O gül yüzlü girip oturdu baş köşeye.

Güldü. Ben okuma bilmem, dedi.










İçimde...


                                                   
Bedenimden geçer kalabalık
Çöl uzak
İçimde şaşkın bir rüya





                                          
                                                                                   *
                                                                               

*Eric Zaner
Mısralar, Nesrin İnankul'un Pencere şiirinden





VARSAYIMSIZ


Alacağım cevaplardan (incinmekten) korktuğum için hiç soru sormadım. Varsaydım. Bilmeyerek de olsa, bunu  yaptığım için üzgünüm. Keşke yapmasaydım.

Ama; "no regrets";  önümüzdeki maçlara bakıcaz





ÖZENLİ


Seninle*  konuştuğumuzda, sözcüklerimi yeterince özenle seç(e)mediğim için üzgünüm…

                                                                                             




* Bu cümle, senin için. Yine de, senin yerinde başka birinin de olabileceğini bilerek söylüyorum bunu. Yani mesele sensin ama  aslında benim…


















KURŞUN KALEM : TELİF




Kurşun Kalem, iki ayda bir çıkan şiir ağırlıklı bir edebiyat dergisi. Menşei İzmir Karşıyaka. Dergiye göz atma fikri, genel yayın yönetmeninin internetteki bir röportajını okumamla gelişmişti.

Bu yılın son sayısının dosya konusu ise "telif".

Yazdıkları, Timaş gibi bir yayınevi tarafından gupsedilmiş bir yazıcı olarak benim de kuyruk acımın olmuş olması, konuyu daha dikkate almama sebep olmadı dersem yalan söylemiş olurum.

Korsan yayına karşı dikkatim ise, kitap ve sanat eseri üretenlerle tanıştıkça, üzerlerindeki emeği gördükçe gelişti.

Lafı uzatma Narda, dergiye gel J

(E)Mine Ömer'in sunusunda, acı ama gerçek cümleler hemen dikkatimi çekti…

Şiirleri, Grup Kızılırmak, Ahmet Kaya, Ferhat Tunç, MFÖ,Beyhan Çiçek gibi müzisyen ve gruplarca, izinsiz bestelenen şairler(dosya yazarları); şairlerin hak aramalarına karşılık küfür ve tehditlerle cevap vermeler;  TRT'ye -yine izinsiz- şiirleri besteleyip veren şahıslar, ama TRT'nin kimmiş bu söz yazarı diye sorma lütfunu göstermediği, şairin başvurusuna ise bizi ilgilendirmez diye cevap veren bir TRT…Belediye vb. kültürel etkinliklere çağrılıp 2. sınıf vatandaş muamelesi gören, konaklama,bilet ihtiyaçları bile karşılanmak istenmeyen edebiyat emekçileri… Yayınevlerinin "türlü çeşitliliği" Hak aranmaması için her türlü "bürokrasinin" mevcudiyeti…Üüü, okudukça bunaldım, tepem attı!

Edebiyata değer veriyorsanız, emeğe değer veriyorsanız, yazdıklarınızın intihalinden vb.den çekiniyorsanız mutlaka okuyun. Konuyla ilgili faydalı hukuki yazılar da var.

Dergide Gültekin Emre, Ayşe Kilimci, Bülent Güldal gibi yılların ehil kalemlerinin konu hakkındaki tecrübe ve görüşleri var. Diğer dosya konusu ise "Günümüz Yunan Şiiri". Bunlardan Sotiris Pastakas'ın şiiri, çevirinin şaşı gözlerine rağmen bende bir tat bıraktı.

ENTEL NARDA İŞ BAŞINDA :P


İki haftadır entelliğin tavanına vardım,siz de engin deneyim ve görüşlerimden eksik kalmayın dedim, başladım yazmaya :p

Şaka bir yana, artık bi' tarafımızı kaldırıp hayatın renklerini içinden gözlemek lazım di mi?

Yeni slogan da şu: Hayat 35'imden sonra başlayacak :p

Efendim önce evvelsi ve geçen haftalarda iki arkadaşımla buluşup güzelinden uzunca sohbet etmeyi becerdim: Biri şu güzellik (üstelik de burçdaş çıktık, daha ne olsun:p) Diğeri de bu. Geç de kalmış olsam bu güzel buluşmalar için  ikisine de teşekkür ediyorum. Ve ekliyorum, en azından İzmir'li blog yazarları olarak daha sık buluşmalıyız.

Güzel bir haber de kitapları çıkan arkadaşlarım ve onların tanıtım-kutlama etkinlikleri. Bunlardan en sonuncusu için geçtiğimiz cumartesi  (Nesrin İnankul'un yeni şiir kitabının tanıtım etkinliği için) Karşıyaka Ziya Gökalp Kültür Merkezindeydim. Veysel Çolak'ın yıllardır belediye bünyesinde gerçekleştirdiği şiir atölyelerinin tatlı meyvelerinden biriydi bu. Metin Bey ve Nesrin Hanım için arkadaşlarının düzenlediği bu samimi ve güzel etkinlikte, kitapların artısı ve eksisiyle açık açık irdelenmesi ve eleştirilmesi çok hoşuma gitti doğrusu. Nesrin Hanım'ın kitabı Gülyaşı'nı Cevdet Yüceer, Metin Soydeveli'ninkini MazharAlphan Bey irdelediler. (Bu arada en kısa sürede Mazhar Bey'in son kitabını okumak istiyorum. Mühür Kitaplığından)

Bu arada Nesrin Hanım'ın bu kitabının imge ağırlıklı ve daha başarılı, duru,özgün şiirlerle dolu olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Yıllardır emek verdiği şiirde daha ileriye gideceği aşikâr. Onun gibi çalışkan ve canayakın birisini tanıdığım için kendimi iyi hissediyorum J

Evet, bakalım başka ne havadisler verebilirim :p

ÇÖPÇATAN A.Ş



Aranıyor

Boylu-boslu, okur-yazar ve dahi entelektüel
İngilizce,Fransızca ve Türkçe bilir
Belki biraz çok bilir
Ama  şaka kaldırır,  nüktedan,
Mazbut,evine bağlanabilecek
Tabii ki Galatasaraylı,
Felsefe ve sinema düşkünü
Kadın kıymeti bilecek olan
Annesinin hazır ettiği tüm çeyizlik borcamlarını kullanmış
Sarma ve mantı yapacak kadar iyi aşçı ve eşini mutfağa sokmayacak kadar bunda iddialı (inanmayanlar için yaptığı yemekler  videosu gösterilebilir)
Edith Piaf,Türkan Şoray,Sofia Loren... hayranı

Bir boğa erkeğine


26 yaşından gün almamış,
Kesinlikle entelektüel
Sıcakkanlı, kendiyle barışık
Tercihen Türkan Şoray benzeri 
İstanbul’da ikamet eden ya da edebilecek olan
Helal süt emmiş bir hatun kişi aramaktayız.

Lütfen ciddi olmayanlar bu ilana başvurmasın  :)

VİRGÜLSÜZLER SİZİ!


Son dönem okuduğum “yeni” metinlerde virgül kullanılmaması, benim buna hayret edişim ve sonra kendimi yadırgayışım ve derken Cioran’ın o sözü : Bir virgül için ölünen dünya düşlüyorum. ( Virgülsüz cümle mi olur len:p)

Lisedeyken bir edebiyat hocamız da şöyle bir cümle söylemişti: Ünlemini, soru işaretini, noktasını, virgülünü kaybetmiş insan. Sadece tırnak işareti kalmış.

Gerçekten de öyle bir insanlık, çoğunlukta: sadece kendisi, sadece kendi düşünceleri.

Ben küçük yazımın başına döneyim, kaldığım yerden devam:

Ve’yi kaldırıp  virgül koydum. Virgülü sildim, tekrar “ve” koydum. Hangisi olmalı, düşünüyorum.


UZUN HİKAYE, BULUT ATLASI,SKYFALL


Geçen ay, yukarıdaki  üçlüye indirmiştim izleyeceklerimi, ama son kertede aslında hiçbirini izlemek istemediğimi fark ettim ve izlemedim.

Ama beyazperdenin yakınlardaki Türkiye vizyon sayfasına baktığımda De Niro amcanın iki filmi gözüme çarptı hemen.  Tarantino manyağı da DiCaprio ile bir western çekmişmiş, püüü, dedim kendi kendime :p

Zemeckis'in Denzel Washington'lı Flight'ı da izlenebilirmiş gibime geldi.

Hansel ve Gretel: Cadı Avcıları, aksiyon,komedi,korku. Vay anam dedim bunu görünce, hizmette sınır yoktur.

Hiçkok amcanın biyografik filmini de yapmışlar bak, oyuncular da baba yani, Sir Hopkins, Lady Mirren. Erkek izleyiciler için bir de S. Johansson var, atlamayalım :p

Animasyonlar?…  Ya Miyazaki ya Chomet olursa.

Peter Jackson Tolkien'in tüm film haklarını satın almış galiba; Hobbit'le devam. Belki kafa dağıtmak için gitmeli buna.

Jean Reno'yu severim ben, Leon'dan başlayan hatırı var.  Alt yazılıysa giderim, Fransızca duymak istiyorum bu ara :The Chef, komedi.

Bu kaçıncı Anna Karenina? Gitmem :p

Haneke'nin bir filmi var, bak merak ettim ama adı klişe: Amour :p

Oktay Akbal, tiyatroyu değil, sinemayı severmiş. Tiyatro fazla gerçekçigelirmiş ona. Sinemanın düşsel evreniymiş onu mutlu eden. Ben artık ikisini de sevmiyorum galiba :p







YOKSA SİZ HÂLÂ BKGEBY' Yİ OKUMADINIZ MI? ÇOK AYIP !



 "Italo Calvino'nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu adlı yeni romanını okumaya başlamak üzeresin. Rahatla. Toparlan. Zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin. Seni çevreleyen dünya bırak belirsizlik içinde yok oluversin"

(İlk cümlesi romanın. Nasıl, 1-0 önde değil mi sinyor Calvino?)

İnternette Sinyor Calvino'nun bu çok hoş ve (bence) muzip  eseri hakkında elbette ki çok şey var; baktım biraz, siz de bakın.




Hiç mi kötü eleştiri yok derseniz: http://www.doktormurat.net/?gn=kd&ID=974&b=bir-kis-gecesi-eger-bir-yolcu  (Lakin lafa karışmam lazım, Calvino bunu 1979'da yazmış, benzerleri ne kadar vardı bilmiyorum, ama  başarılmış bir biçim olduğu kesin. Ayrıca  iyi ve dikkatli okurlar bu kitaptan bir tat alabilirler zannımca:pp)

Bir de bunun gibi emeğin güzellikleri var:

Bir de epey aradım şu girişte yapılan "okurun kitap tasnifleri bölümünü". Mecbur ben yazacağım tek tek:

Okumana Gerek Olmayan Kitaplar
Okunmaktan Başka Amaçlar İçin Yazılmış Kitaplar
Daha Yazılmadan Önce Okunmuş Kitaplar Sınıfına Dahil Olduğu İçin Kapağını Açmaya Gerek Olmayan Kitaplar
Yaşayacak Başka Hayatların Olsa Kesinlikle Bunları Da Okurdum Ama Ne Yazık Ki Ömrünün Geri Kalan Günleri Sayılı Olduğu İçin Okuyamayacağın Kitaplar
Okumaya Niyet Ettiğin Ama Daha Önce Okuman Gereken Başka Kitaplar Olmasaydı Okumak İsteyebileceğin Kitaplar
Şu Anda Çok Pahalı Olduğu İçin Yarı Fiyatına Düşmesini Bekleyeceğin Kitaplar
Herkesin Okumuş Olduğu Ve Bu Nedenle Senin De Okumuş Sayılabileceğin Kitaplar
Uzun Zamandan Beri Okumayı Düşündüğün Kitaplar
Uzun Yıllardan Beri Arayıp Bulamadığın Kitaplar
Çok Uzun Zaman Önce Okunmuş Olsa Da Şimdi Yeniden Okunabilecek Kitaplar
Hep Okumuş Numarası Yaptığın Ama Artık Gerçekten Oturup Okumanın Zamanı Gelmiş Olan Kitaplar


(Yaa, nasıl, iyi okur olmak kolay mıymış :p)

Ben kısaca şunları da  ekleyeyim ama, malum, serde gevezelik var:

SEVGİLİ GÜNLÜK


"Yeni bir yaşam özlemiyle geçer günler. Bulamadan, hatta arayamadan. Gerçek günceler yazılmaz hiçbir zaman. Gerçek yaşantılar niye hep unutulmak istenir? İşte insanlar dört yörede. Ne de çok gülerler içki içerken. Yalnızken dertlidirler, uzaklarda, yitik. Ama üçü beşi bir araya gelince basarlar kahkahaları. İşleri yolundadır, mutludurlar, para boldur ceplerinde. Avuntu, hep avuntu. Boş, anlamsızcasına. Evet, gerçek yaşantımız yok bu güncelerde. Yazarların güncesinde büsbütün yok. "             


İnönü hakkında ne yazacağını bilemeyecek bir tarih/ Ziya Osman Saba için boş salon/ Necatigil ve kare şiirleri /  Tahir Alangu nasıl yazardı/ Cansever'in uzun Kirli Ağustos'u/  Neruda çeviren Hilmi Yavuz/  Bir "anne yalnızlığı"/  Hürriyet'in insanlığı öldüren muhabirleri/ Exupery'nin çığlığı/  Pen toplantılarında neler konuşulur:İsrail hep aynı İsrail/  Nobelli yazarlar bile dedikodu yapabilir/ Burnu büyük Dağlarca/  Mario Puzo'nun Baba'sı filme çekilse ne güzel olur/  Atatürk'ü saptırmalar/ Muzdarip Soljenitsin/  Muhtırayla, darbelerle yaşamak/  Asaf Halet/ Bir gar kanepesinde ölen eski milletvekili, geleceği parlak gazeteci/  İlhan Berk'le İstanbul gezmeleri/  Baudlaire/  Füruzan'ın yersiz uzamış son öyküleri/  Biten arkadaşlıklar,evlilikler/  Mizahçı Oğuz Atay/   Sait Faik,Sait Faik/  Yazmak boş bir uğraş (mı)/  Güzellik diye bir şey yok ki/  Paris'i çalmışlar/ Sartre'ın annesinden kurtuluşu/ Şiir acımasızdır/  Sıkıcı TDK toplantıları/ Boris Vian/  Müşfik Kenter'in başarısız oyunu/    Kürt sorunu... Ve 1970-1975 aralığına dair daha bir çok şey...


"Sonra anılar da eskiyecek…"


Kitap:            Yeryüzü Korkusu
Yazarı:          Oktay Akbal
Yayınevi :     Can
Basım yılı:    1992

SİZİ EN YAKININIZ KADAR TANIMAK İSTİYORUM

                  

En yakınınız!.. Tanır mı bizi en yakınımız? Babamız, anamız, kardeşlerimiz, karımız, kocamız,kızımız,oğlumuz, kırk yıllık dostumuz, arkadaşımız… bunlardır en yakınlarımız. Ama en az atnıyanlar bunlardır!Bizi herkesten çok tanıdığına inananlar. İnanç kadar yanıltıcı ne var. Tanıyorum diye bırakır anlamayı, tanımayı, öğrenmeyi. Oysa bildiği, tanıdığı belki de on yıl önceki  ben'dir. Kişi değişir zamanla. Kendine bile yabancılaşır. Ama bizi herkesten iyi tanıdığına bir kez inanmış kişi vazgeçmez bildiğinden. "En yakınınız kadar sizi tanımak istiyorum" diyen baksın çevresine, en yakını bildiğine, gerçekten onların tanıdığı gibi mi? Kimse kimseyi tanıyamaz diye yazdım kaç kez. Biz bile tanıyamayız kendimizi. Tanısak, ne yapacağımızı bilirdik., sağlam bir yol tutardık, durmadan yanılmazdık, aldanmazdık! Bir insan, tek bir kişi değiliz ki biz! Hangi kişiyi tanıyacaksın? İçimizde yaşayan insanlardan hangisini?      

SADECE İKİ ÖZELLİK DE YETER :p




Kadının biri kumsalda yürürken ayağı eski bir lambaya takılmış. Kadın lambayı kumların içinden çıkarmış,ovalamış. Lambadan bir cin çıkmış:

-Sadece bir dilek hakkın var, iyi düşün öyle dile, demiş.

Kadın hiç tereddüt etmeden, cebinden bir harita çıkararak:

-Bütün dünyada zulmün, savaşın, açlığın bitmesini istiyorum. Bu haritadaki ülkeleri görüyor musun? Bu ülkelerin birbiriyle savaşmayı bırakmasını, her yere barışın gelmesini diliyorum, deyivermiş.

Cin haritaya bakmış ve dehşetle:

- Allah aşkına kadın! Bu ülkeler binlerce yıldır savaşıyorlar. Tamam işimde iyiyim ama o kadar da değil! Bunu yapabileceğimi sanmıyorum. Başka bir dilekte bulun, diye bağırmış.

Kadın birkaç dakika düşünmüş.

- Hayatım boyunca doğru bir erkek bulamadım. Bilirsin; hem ince düşünceli, hem dürüst, hem karizmatik,hem eğlenceli biri, sevecen, ilgili ve ömür boyu sadık olacak erkek diliyorum, demiş.

Cin derin derin bir iç çekmiş:

-Uzat şu kahrolası haritayı!






Kaynak: tumblr taifesi :)

CAZİBE İSTASYONU


Kitapçıdayken rastgele aldığım bir kitap Cazibe İstasyonu. Can yayınlarından çıkmış. Yazarın ismini duymuşumdur belki de diyorum.

Daha sonra, iç kapaktan yazarın 1970 Manisa Gördes doğumlu, ödüllü çalışmaları bulunan bir yazar ve bu kitabının en son yayınlanan öykü kitabı olduğunu öğreniyorum.

Akıcı bir dili  ve güzel bir anlatımı olmasına rağmen bu kitaptaki öyküler beni içine çekmedi.(Gerçi şu aralar tabir yerindeyse dayak zoruyla okuma yapıyorum...)

Daha sonra internette rastladığım bazı başka öykülerini ise daha güzel buldum.

Bu kitabı iki başlığa ayırmış Büke: Taşın Dediği , Tuhaf Su

Öykülerin kiminde biçimsel olarak farklı kurgular da yapılmış, hikayenin bir kısmının (diğer öykü kişisinin mesela) sayfanın bir tarafına çekilen çizgi ile ayrılması, akışın oradan devam etmesi gibi. Yahut aşağıdaki gibi.


Ben en çok M Tipi Kapalı, Ramazan ve Jeoloji, Düşen ve Düşünen Adamın Bir Günü öykülerini beğendim. Herkes Ana Kuzusu adlı öykü ise değindiği konu bakımından önemliydi: Dersim gibi zorunlu göçler neticesinde birbirlerinden ayrı kalmış iki kardeşin öyküsü…

İkinci bölümdeki öyküler ise birbirine bağlı, bilim kurgu yahut gelecek zaman tasavvuru görünümünde (kuraklık teması) ama katmanlı okumaya müsait güzel öykülerdi.  Özellikle giriş öyküsünü beğendim.

Sonuç itibariyle  iyi bir öykücüyle karşılaştığımı düşünüyorum.

Kitabın adı: Cazibe İstasyonu
Yazarı: Ahmet Büke
Yayınevi: Can
Basım yılı : 2012

WORLDCARD NASIL B.K CARD OLDU YAHUT: BU LAF ÇOK KOYDU BANA




"Bankanızın İzmir Balçova Şubesine, worldcard adı altında sunduğunuz kredi kartı için 6.11.2012 tarihinde başvurdum. İlgili bireysel müşteri temsilciniz (Erengül Hanım)emekli maaşımın SGK sisteminden dökümünü aldı, kimliğimin fotokopisini çekti ve başka bir belgeye ihtiyaç olMAdığını,kurye ile akşam evrakları göndereceğini,hafta sonunda ilgili cevabın geleceğini söyledi. Dün itibariyle, postama ulaşan 79723982/KD belge no'su ile merkezinizden gönderilen belgenin sonunda talebimin red sebebi: "Beyan etmiş olduğunuz geliri belgeleyememeniz ya da eksik belgelemeniz"  olarak bildirildi.

Şubeye gidip bu reddin sorumlusunun banka çalışanı olduğunu söylediğimde önce itiraz edildi, sonra ise hakkını arayan bir vatandaşa çatıldığı anlaşıldığında  pişkin pişkin "evet,yanlışlık bizde,kusura bakmayın,müşteri hizmetlerini arayın ve neler gerekli öğrenin". Şeklinde bir cevapla karşılaştım.

2012 yılında verdiğiniz bankacılık hizmeti bu mudur? Yapı Kredi, -son tahlilde başvuru evrak şartları bir günde değişse bile- şube çalışanlarını anında bilgilendiremeyecek kadar "özürlü" bir şirket midir? Öyleyse Koç Holdinge yakışan bir yöneticilik  midir bu?

Çalışanınızın yaptığı işe ve şahsıma olan lakayt tavırları gözümde bankanızın değerini düşürmüştür.

Madem tüm süreci sürdürüp biz takip edecektik neden araya banka elemanlarını sokuyorsunuz? Ben kendim bu işi tek seferde daha düzgün yapardım!"


Evet sayın seyirciler, yukarıdaki yazıyı (babamın ağzından, çünkü başvuru sahibi o, anlaşıldığı üzere) "1ooo" karakter sınırı sebebiyle kısaltarak, ikinci denememde, Yapı Kredi Bankasının ilgili web sayfasından ilettim. Amma şikayet-öneri varmış; bana verilen takip numarası bir milyon yediyüzdoksanyedibin  üçyüzkırkyedi.

Yapı Kredi Bankasının yayınları kalitelidir, alır okurum. Ancak iş hizmete, müşteri memnuniyetine  gelince orada iki kere dururum…

Annem bahsettiğim olay karşısında "biraz" sinirlendiğimi görünce ( Bankanın 444 o 444 no'lu hattıyla 12 dakika boyunca konuşmamdan sonra :p) kısık sesle bana laf attı: "Seninle yaşanmaz."

Çok koydu bu laf bana.

İşini düzgün yapmayan insanlara tahammülüm çok azdır. Eğer bu beceriksizlik sistemin kendisinden kaynaklanıyorsa o sisteme de tahammülüm yoktur.

Neden tahammülüm az? İlki;

MAVİYE DE YEŞİLE DE DİLİ DÖNMEZ ÖMRÜMÜN ARTIK …




Didem Madak Çelik (1970-2011), genç denecek bir yaşta, kanserden vefat eden bir İzmirli. Bir avukat. Bir şair. Annesiz büyüdüğü gibi, bu kaderinin kızına da yazıldığı bir anne.

Dostum, bana onun şiirlerinden örnekler yollarken, mısraların beni yakalamasına rağmen kitaplarını hemen edinmeyeceğimi biliyordum. Sonra burada bir yazı gördüm. Sonra da geçen ay sonu kitapçıda, adeta önüme devrildiler, Pulbiber Mahallesi ile Ah'lar Ağacı.

Sevdim bu şiirleri çokça. [Sevdim, ne olmuş?]

Alttaki linkler şairenin şiirleri ve şairliği hakkında nette bulubildiğim eli-yüzü düzgün tek-tük yazı. (Kendisiyle yapılmış röportaja ulaşmam çok iyi oldu)

Bana gelirsek, kimi yeni şairlerde ve şair olma yoluna koyulanlarda gördüğüm bir tarz buldum Madak şiirlerinde*: Basit dil ve kelime oyunlarını, şakalarını, günceli,gündeliği (hem olay hem de dil bakımından) şiire katan bir tarz. Kıvamını bulmazsa bu tarz şiiri sevmiyorum. Madak'ınkiler ise benim sevdiğim kıvamdaydı. Dolayıyısıyla içindeki şiir pırıltılarını karartmamış, samimiyeti kaybetmemiş, dili ergen tepki diline çevirmemiş şiirlerdi. Özellikle Ah'lar Ağacı ve bu kitaptaki diğer şiirler. Şiirlerinde sıkça görülen naif dinî motifler hakkında ise aşağıdaki iki farklı linkte iki görüş var…Bunları okurken aklıma gelen (sadece  bu örnek için demiyorum) ise şunlar oldu: Yazar/şair yazacağını yazar, sen de analiz edersin…Bir gruptan olmalısındır ve o gruba göre davranılmalıdır eserlerine ve sana…Hele de öldüyse yazar, kendinden sonraki "aşırı yorumları" bertaraf da edemez…)


* Varlık'taki röportajında Madak, yazdıklarının "kitabî şiir" olmadığını söylemiş. Topuz da "'80'lerden gelen  imajinist akım" demiş...








TÜKÜRDÜĞÜMÜN İNGİLİZ LAHANASI

un,su, tuz,maya; lahana,soğan,yağ,baharat,salça

Geçen gün lahana sarması yaptık valideyle. Tükürdüğümün ingiliz lahanası, nerde öyle incecik, şeffaf,damarsız yapraklar yerli lahanamızdaki gibi! Sar sarabilirsen. Ülen bu dünya İngiliz'den dalavareden başka ne görmüş ki lahanasından hayır görsün! Zaten Filistin topraklarını, kendi mandası altındayken, vergileri artıtıp artırıp ödeyemeyen Arapların elinden - çıkardıkları yasayla- el koyup sonra da açık artırmaya çıkartıp yahudilerin satın almasını sağladığını, yahudilerle Filistinliler arasında çıkan çatışmaları "sonlandırmak için" meseleyi kendisinin ve sömürgelerinin kurucu üye olduğu "Cemiyet-i Akvam" a getirtip sonuç olarak toprakları iki halk arasında "pay etmeye" karar verdirdiğini, toprak sahipliği yukarıda bahsedilen metotla % 6 olan yahudilere  (nüfusu da araplardan kat kat az olan yahudilere) toprakların % 54,47'sini, Filistinlilere de % 45,53'ünü verdiklerini öğrendiğimden beri bir kat daha sevmez oldum kendilerini, üstelik de tırstım. İngiliz diplomasinin namını duymuştum da bu türden planlı ve uzun vadeli sinsiliğe de pes doğrusu(!) Yine İlber hoca bir programda İngiliz Gertrud bilmem ne adlı parası bol, hayali geniş bir İngiliz "lady"sinin Irak diye bir ülke yaratma fikrini nasıl devletine kabul ettirdiğini filan söylemişti ama yine de aymamıştım doğrusu...

İşte, diyorum ki lahananın da ingilizinden uzak durmak lazım!

İki kafam kadar lahanadan bi' doğru dürüst sarma çıkmadı len, sarmaya uygun olmayan parçalar hayli olunca kavurduk, iç yaptık. Bakınız ilk foto.

Lemis yapacağız. Hamur bezelerini aynı büyüklük ve biçimde yuvarlayamadığımı kabul ediyorum. Ama oklava ile açarken düzeltebiliyorsunuz durumu. Hoş valide hanım beğenmiyor benimkileri ama olsun, anneler kızlarının neyini beğenir ki esasen :)

Lahanalı lemis, Gümüşhane yöresine ait efem. Başka yerlerde bilinir mi, bilmem. Yağsız olarak pişiriliyor. Yemiyor ve yanında yatıyorsunuz, bir süre sonra da yaptığınızın saçmalık olduğunu anlıyor ve yumuluyorsunuz. Afiyet olsun :)

Misafirler valide sultanındı, ek olarak mercimekli köfte yaptım, ellerime sağlık. Kabak tatlısı ise valide sultana aitti. Yalan yok, yemek konusunda asla annemi geçemeyeceğim :p

bu kez salça koymadım mercimek köftesine, limonların dışı kötü olmuştu,dilimleyip süsleyemedim tabağı,püff.

gelenler şeker hastası hatunlar olunca porsiyonlar küçüldü. Üzerlerindeki fındıklar yeni mahsul Trabzon finduği da.





PİS BÜYÜCÜLER


"... Ben bir film gösterdiğimde aldatma suçunu işlemiş oluyorum. İnsanın belli bir eksikliğinden yararlanmak üzere yapılmış bir aygıt kullanıyorum ben, seyircileri pek heyecanlı bir yoldan etkim altına almaya yarayacak bir aygıt: Onları güldürmemi, korkudan çığlık attırmamı, gülümsetmemi, peri masallarına inandırmamı, kızdırmamı, sarsmamı, büyülememi, derinden etkilememi ya da sıkıntıdan esnetmemi sağlayacak bir aygıt. Bu yüzden ben ya bir dolandırıcının biriyim, ya da, seyirci aldanmaya hazırsa, büyücüyüm. "  Ingmar Bergman


Güncel sinemayı takip ettiğim -en azından izleyerek- söylenemez. Sevdiğim filmleri ise öyle sık sık izlemem. Sevdiğim kitapları sık sık okuyamadığım gibi.  

Ama, benim gibi maymun iştahlı biri için uzunca sayılabilecek bir dönem, senaristliğe ve kendi yazdığım filmleri çekmeye  kafayı taktığımı söyleyebilirim. Sonra baktım, ben yazmadan,benim fikirlerimi çalıp film yapıyorlar, piyasadan çekildim :)

Benim için önce bütünü gelir filmin. Bütünü bir ahenk içindeyse o film iyidir. Görsel iletişim diline sahip olduğum için, yazılı olmadığı, ya da o sahnede kullanılan mekân, dekor….vb. çok özel bir yer etmediyse kafamda, sözlerini birebir hatırlayamam. Bu yüzden  ikinci ve üçüncü sorulara cevap vermek için çok düşünmem gerekti.  (Çok zora soktunuz beni be Luna  ve Gelibolu 17 J )

İlk soru ise filmlere ve hayata bakış açımdan dolayı oldukça  saçma bir soru. Ama burada mesele bu değil J

Eğer hayatım bir film  olsaydı  hangi başrolde oynamak isterdim…

Hayır, ne sanatsal ve derinlikli filmlerden dem vuracağım, ne de "Kendi hayatımın başrolündeyim ya!" gibi zevzekliklere gireceğim. Şu anda ihtiyacım olan tek şey bir romantik komedi: Mesajınız Var'da Meg Ryan'ın canlandırdığı kadın başrol gayet iyi bence. Sütlü ve şekerli hazır kahve kıvamında. Üstelik kitaplar da var işin içinde.  Daha ne olsun :p

Beni en iyi anlatan, en unutulmaz film sahnesi ne olabilir…

Bu soruyu iki farklı soruya dönüştürüyor ve ilkini atlıyor (vardır elbet bir hatta birkaç sahne ama yukarda dediğim gibi hatırlamıyorum; bunda henüz kendimi bilmiyor oluşumun etkisi de olabillir, insan gibi gizemleri çözmekle bitmeyen bir varlığı tek bir film sahnesinin anlatamayacağı gerçeğinin de…) ikincisi için düşünüyorum:

Yakınlarda tekrar izlediğim için 12 Kızgın Adamn herhangi bir sahnesi olabilir.

Aklımda en çok yer eden, adeta başucu cümlem olan replik?

Başucu cümlem değil, ama aklımda yer etmiş olduğunu an itibariyle fark ettiğim diyalog; Stalker'dan:

Stalker: Düşünsene, yüzyıl daha yaşayacaksın!
Yazar: Neden sonsuza kadar değil?

Film müzikleri?

GÖLGE FALI


Merakla beklediğim bir kitaptı Gölge Falı.  Buralarda   duyurmuştuk.

Hazır yazarı da Tüyap'ta iken dedikodusunu yapalım kitabın :p

İZMİRLİLERİ BİLGİLENDİRİYORLARMIŞ; HANGİ YÜZLE!



Otobüslerin "kentkart dıtlatma" cihazı yakınlarına koymuşlar el ilanlarını. Arkaya doğru ilerlerken aceleyle aldım. Her zamanki gibi balık istifi gideceğimizden sadece başlığa göz atıp çantama tıktım. Bu arada  ellili yaşlarında irice bir adam bağırdı: Arkaya doğru ilerleyin ya!

....(Bu üç noktada bir klasik İzmir belediye otobüsü vakası saklı ama lafı uzatmıyorum.)

Akşam eve döndüğümde o el ilanını inceledim. Altını çizdiğim yerler bile oldu, düşünün yani. 






1. ...yıllardır... emeğimizi  ortaya koyuyoruz: Harika bir duygu sömürüsü

PRENSİP OLARAK KARŞIYIM!


Her gün blog yazısı yazmaya. Yani, öyle herkesin reader'ını, e-posta  kutusunu, blogroll'unu kalabalıklaştırmaya ne gerek var, her gün her gün yaz; belki çoğu da incir çekirdeğini doldurmayacak. Tamam, insanlar bi' hatadır edip izleyicim olmuş olabilirler ama (Bir de  benim gibi 40'ın üzerinde aktif blogu izlediklerini düşün) her gün okunması gerekecek onca yeni yazı...Herkesin işi var, gücü var.  Ha, okunsun diye mi yazıyorsun diye sorarsan, elbette okunsun diye yazıyoruz bunları ( Bu isimde bir blog duydum ama incelemedim hiç, hemen bakayım :p)

Karşıyım, derim , derim de bu aralar öyle olmuyor. Edebiyat çevrelerinde bir deyim vardır, ha bire yazanlar  için " yazı ishali olmuş" diye!

Kendime kınama cezası veriyorum!

Ne ki güzide ülkemizde kınama cezalarının hiçbir müeyyidesi yok  :)

Asıl konu mu, aşağıda:

***

Ferahlama duygusu…Öfke, belirsizlik,tekrar öfke, beklerken sabırsızlanmak ve öfkelenmek, sonra "felek ben sana n'ettim?" türküsüne düşmek …

Sonra belirsizlikle beklemenin yerini neyi beklediğinin bilindiği bir beklemenin alması…Bu bile çok ferahlatıcı… 

İLİŞİKTEKİ DOSYANIN EN KISA ZAMANDA...

Şimdi burada bir şeyler yazıyorum ya,
Hani çoğunda kitaplar filan,

Üşenmeyip yorum yazıyorsunuz ya hani,
Ben de cevap yazıyorum  severek,

Ama sonra dönüp bir okuyorum yazdıklarımı

Acaba çok bilmiş bilmiş mi yazıyorum,üstten bakarmış gibi, istemediğim halde bu izlenimi mi veriyorum? Oysa ki cevaplarımda hep kendime pay biçiyorum, yapmalıyız,etmeliyiz, filan derken, ya da benzer şeyler söylerken. Yanlış anlamayın ey  kaari, bi' halt bildiğim yok benim.

Olumsuz mesajlar- imajlar çıkarmayın beceriksiz cümlelerimden :p

Bak bu :p  :) işaretlerini  filan da o yüzden çok kullanıyorum aslında, çok da önem verme bu yazdığıma, şunu da espri olsun diye söylemiş de becerememişimdir muhtemelen, diyerek...

Ola ki sürç-i lisan ediyoruzdur, affola.




NEYE SAHİPSEN OSUN SEN?



Bir önceki yazıda anlattığım Prof. Kılıç'ın "Tasavvufa Giriş" adlı kitabında ilgimi çeken yerleri (kitabın tamamı olabilir :p) anlatmaya devam :

Kitaptaki giriş ve önsöz kısmlarında tasavvufun genel olarak - yine sufilerce yapılmış (sofularca değil, çünkü sofuyu başka bir "*mertebe" olarak tarif ediyor sufiler) -tanımı var. Tasavvufun başlangıcından bu yana insanda ne gibi bir arayışa-boşluğa karşılık geldiğinden bahsediliyor ki bu konularda birtakım önermeleri kapsıyor bu bölümlerde yazılanlar. Bu önermeleri yurtdışındaki gelişmelerle de destekliyor Prof. Kılıç. Örneğin ezoterik bilimler kürsülerinin Avrupa ne Amerika'da pekçok üniversitede (Sorbonne da buna dahil) kurulması, astrolojinin (evet yanlış yazmadım astroloji!) kendisini ispatlayarak yine pekçok üniversitede astroloji kürsülerinin kurulması bunlardan bazıları. Enneagram ve orgon terapileri (bkz: yazımın sonu) gibi hayatımda duymadığım kavramlarla beni  tanıştırdı bu kitap.

Yine bir çerçeve çizmek amacıyla postmodern insanın, nasıl değil neden sorusu sorduğundan, bunun cevabının metafizik ekollerle araştırıldığından bahsediyor Kılıç. Bu noktada Aristocu ve kartezyen modern dünyaya yapılan eleştirilerin bir özetini veriyor. Aristo mantığına karşı fuzzy logic, kartezyen anlayışa karşı mistisizmdeki gelişmelerden bahsediliyor ki Bertrand Russel'dan yapılan alıntıyı (aşağıda) alıntıyı okuyunca pozitif bilim anlayışıyla,sadece 5 duyu ile çözümlemeye ve kabul etmeye göre yetiştirildiğimiz bir dönemden nerelere diyorum…

 Birkaç alıntıyla bitirelim:

NEYİ ARIYORSAN OSUN SEN


ARKA ARKAYA İKİ KEZ OKUDUĞUM İLK KİTAP
İşbu yazı bu kitapla olan tanışıklığıma dairdir.


Yıllardır İslam tasavvufunun kıyısında köşesinde gezinirim. Sonunda şubat ayında ehil elden çıkmış bir kitap aldım ama okumaya geçen ay başlayabildim ancak.

Vay be! Diye ünlemek istiyorum müsaadenizle, o kadar farklı bir dünyadan bahsediyor ki…Her ne kadar doğulu olup bu kültür kodları genlerimize işlenmiş halde olsak da şaşırdım,hayret ettim,düşündüm…

SIGNUS'U BİLİR MİSİN SEN?



Bilseydin böyle olmazdı tabii. Bilmediğin için oldu bu, ama ben de tam bu sebepten söylemedim sana; açıklama yapmadım. Tabii şimdi, yani, senin zeki  ve bilgili olduğunu biliyoruz da hem  mitoloji, hem de astronomi bilmeliydin, bilirsin sandık. Demek ki o kadar da bilgin değilmişsin. Olsun, hepimiz böyleyiz aslında; eksik. Ama şimdi dinle bak, yani oku :

AYHAN TOMAK



BOŞUNA MI AĞARTMIŞ BU SAÇLARI?

Saf Narda iş başında...(Charles in Charge'ı hatırladım birden :p)

Saf bir hatun olduğumu daha önce çeşitli vesilelerle beyan etmiştim bu sanal alemde. Bir örneğini şimdi yaşadık efem,sıcağı sıcağına olay yerinden bildiriyorum.

Zırrrrr (ses efektinin yazılı olduğu blog yazısı, daha ne istersin ey okur :p)

Pamuk  validemiz bir şeyler söylüyor kapıdakine. Derken beni çağırıyor :

- Kızım bi gelsene, ben anlamıyorum bu işlerden.

Hayırdır deyip seğirtiyorum, benzerlerinden neden büyük olduğunu hala anlaymadığım  çelik kapıya doğru. Hem bizim valide kolay kolay ben anlamam, ben bilmem demez :p En fazla kapıdan satışçılara böyle yapar: doğrudan ilgilenmiyorum deyip suratlarına kapatamaz, beni çağırır, ben yaparım onun yerine bu pis  işi :p

Neyse, baktım:

İki takım elbiseli adam,ellerinde bond çantalar kapıda. Haydaaa...Türk insanı sevmez böyle tipleri; devletin soğuk ve sömürgeci yüzünü hatırlatır. Öndeki adam - ki daha tecrübeli olduğu, yaşından çok kalantorluğundan ve önde durmasından belliydi-

- Önce kimliğimizi gösterelim de, diyor.

DOST KIYAĞI :P

http://hakikivladimir.blogspot.com/2012/11/kitap-tantm.html

http://halilektem.blogspot.com/2012/11/deniz-moraligil-imza-gunu.html

Buralarda da yazılı ama olsun, bir arkadaş olarak ben de tekrar duyurayım istedim.

Vladimir'imizin kitabı çıktı biliyorsunuzdur, bilmiyorsanız da artık öğrendiniz :p

Geçtiğimiz cumartesi kitabı aldım ve  imzalattım Vladimir'e . Bitirince bir yazı karalayacağım elbette ama dedik ya dost kıyağı bu diye; önceden de reklamını yapalım.

Evet, okumayan kalmasın efem :)



SENE 1995

İlk yayınlanan "eserim" (!)

18'imdeymişim...
             




ÇÜNKÜ İNANMAYA HAZIRIZ

Fotomontajla yapılan ve insanları tahrikle provoke etmeye çalışanlar nasıl insanlardır sizce?

Son örneği 29 ekimde ülkemizde yaşanmış ( facebook ve twitterla işim çok olmadığı için -miş'li geçmiş zaman kullanıyorum)

Ve Sandy kasırgasında da Amerikan sanal medyasında.

Ama bu ikisi arasında bile AHLAK farkı var!

Bu ülkede kanlı çatışmalar çıksa, yaşadığımız PKK terörü yetmezmiş gibi, çok mutlu olacaklar var galiba!

İnsanlar neyi paylaşamazlar birlikte olup da bu güzelim ülkede çocuklarıyla birlikte huzurlu ve mutlu yaşamanın yollarını araştıracaklarına?


AYNI DİLİ KONUŞMAK...


Dil felsefesi üzerine yapılan çalışmalarda gramatik dilin sınırlı ve dar yapısı içinde hakikatin ne kadar ifade edebileceğimiz tartışılmaya başlandı. " Dilimiz düşüncelerimizin sınırlarını belirler" sözü insanı dilin mahkumu yaptı. Sınırsız olan hakikat sınırlı dil içerisine nasıl birebir taşınabilirdi? Bunun üzerine dil-ötesi ifade biçimlerinin de önemi vurgulandı. Beden dili, simgesel dil, sözsüz aktarım, sessizliğin sesi, semiyotik, semantik, yapıbozum vb. dil felsefesi yöntemleri, hep gramatik dilin sınırlarını aşma çabalarıydı. Bu noktada bilhassa hermenötiğin yeniden  önem kazanması teknik anlamda tasavvufu çok yakından ilgilendiren bir husustur. Bir metnin ilk okuma ile elde edilen anlamı o metni tüketmek yani metnin anlamına sın noktasını koymak demek değildir. Bir metnin anlam katmanları vardır; okuyucu bu metnin labirentlerinde ilerlemek suretiyle onların içlerine nüfuz eder. Objektif olan ilk okumanın dışında sübjektif alanlar da vardır ki metnin gizli özelliklerinin bulunduğu alan burasıdır. Kimi uzmanlara göre esas metin budur, yazıda gözüken ise bunun bir yansımasıdır. Modern düşüncenin, özellikle dil felsefesi ve edebiyatın vardığı bu noktalar ile tasavvufun söylemi arasında büyük paralellikler bulunmaktadır.

KOMŞU KOMŞU


“İşte gene meyhane.* Şimdilerde meyhane demiyorlar ama olsun, ben gene meyhane diyeceğim. Babam da öyle derdi, dedem de. Buraya her girdiğimde sadece bugünü unutmakla kalmıyorum*,onları da hatırlıyorum, mesela, babamın beni ilk kez rakı içerken yakalayıp da bıyık altından güldüğü geceyi. On üçümdeydim. Naci’yle iddiaya girmiştik.

Hep böyle korka çekine gitmezdim meyhaneye. Cebimiz para doluydu. Kapılarda karşılanırdık. Şimdi iki zıkkımlanmadan bakıyorlar gözümüzün içine. Sonra da niye hır çıkarıyormuşum diye laf ediyorlar. Sizin yaptığınız haysiyetsizlik değil mi ulan! Ne çabuk unuttunuz babanızın babamdan borç alarak burayı açıp da iş-güç sahibi olduğunuzu!”

- Pezevenkler!
- Abi sus ya, n’oldu gene?

EPİGRAFLAR


10.*
Ben âşıkım, sözüm de benim âşıkanedir.
                                                           Şeyhülislam Yahya

11.*
Velhasıl onlar vurdu biz büyüdük kardeşim.
                                                           Ece Ayhan

12.*
İnsanoğlu varlıktaki gizliliğin bilmez
Hem aslı nedir, faslı nedir; nicesin bilmez
Herkes gücü yettikçe mırıldanıyor amma
Cevher nicedir, kimse onun değerin bilmez.
                                                           Hayyam

ANLIK


Beni sevdiğini söylediğinde, buna hemen inanacak durumdaydım. Başka zamanlar olsa, en azından, bu kadar kısa sürede mi, diye sorardım.

Dut yaprakları, bahçede, sarmalık olacak kadar irileştiğinde, yarım kilo kadar topladım. Yürek şeklindeki bu yaprakları sarması daha kolaydır. Daha çabuk pişer üstelik. Pişince, tatlı, koyu bir yeşil renk alırlar. Akşam, bunlardan bir tabak ona götürmeye karar vermiştim. Akşam üstü yola çıktım. Taksiyle beş dakikada varırdım yazıhanesine. Vardım.  Vardığımda, maksimum mini etekli bir kızıl saçlıyla öpüşüyordu. Göbek göbeğe, sıkıca. İyi manzaraydı hani.

“Orospu çocuğu” dedim kuvvetlice,bastırarak. Streç filmle kaplı tabağı elimde sıkıca tutuyordum. O piçin kursağına tek lokması girecek değildi. Sırtımı dönüp çıkacakken hırsımı alamayıp bir kez daha baktım arkaya ve yineledim.  Ölü anasına saygıyı düşünecek durumda değildim elbet.

Desenli, külotlu naylon çorabıyla daha bir parlayan bacaklar, önünden ayrılmıştı. Çıktım kapıdan. Ellerim titriyor, kafam da kaynıyordu muhtemelen. Arkamdan yetişip elini omzuma bastırdı: “Ne desen haklısın ama bir anlık bir şeydi bu, lütfen, akşam arayacağım seni, lütfen telefonu aç.”

Beni tanıma fırsatını kendisi için yaratmış oldu böylece: “Bu benimki bir anlık değildi, orospu çocuğu.”

KAPALI KAPILAR ARDINDA



Uuuuupuzun korku filmlerine ne gerek, aha da alası :p

YÜRÜ BE KOÇUM KİM TUTAR SENİ BİZDE SÜRÜ GÜDÜSÜ VARKEN!


BEN izlemedim tümünü, midem kaldırmaz, valde hanım izledi. Balçova Belediyesinin saygıdeğmez başkanı nihayet lütfedip ekranlara çıkmış!

Sadece şunları ekliyorum:

Sunucu: - Efendim, Superonline'ın çalışmaları sırasında su ve termal boruları kırıldı taşeron firma tarafından. Ne diyorsunuz bu duruma?
- Tüm hizmetlerimiz Balçova için. Olacak o kadar.

!!!!!

Yahu, hadi ben sistem ve kontrol uzmanıyım ama 14 yaşındaki kuzenim bile söylüyor şunu: Abla ya başına hiç adam dikmemişler, patlattı bu denyolar bütün boruları!

Bir de ne eklemiş beyefendi ,annem saçını başını yola yola bir kaldı duyunca : Kazılar yapılırken tankerlerle her yeri suladık ki toz kalkmasın, evlere dolmasın.

Vay, ne büyük hizmet,ne büyük çözüm!

Allah sizin gibilerle terbiye ediyor ya bizleri....

öncesi burada

YAŞASAYDI KİM BİLİR DAHA NELER YAZARDI…


Puşkin'in Yevgeni Onegin'i hemen herkesçe biliniyor olmalı. Aslının muazzam bir manzum şiir olduğunu bu kitabın başındaki güzel önsöz-incelemeden öğrenmiştim. Eski basım kitapları bu yüzden daha çok seviyorum; faydalı önsözler oluyor içlerinde. Çevirmenimiz ise Ataol Behramoğlu. Hemi de Rusça aslından çevirmiş. Bu seriden (Cumhuriyet Dünya Klasikleri ki H.Ali Yücel'in, bakanlık döneminde çevirttiği klasikler serisinin yeni basımları)  aldığım kitapların çoğunda var çevirmen olarak.

Bahsettiğim kitap Yüzbaşı'nın Kızı. Şöyle bir bakayım ilk sayfasına diye elime aldım, bırakamadım.Gecenin sonuna doğru bitirmişim. J Akıcı,esprili (komutan yerine komutanlık eden karısının tasviri misal), harika bir anlatım. Subay okuluna gönderilen soylu bir gencin gittiği dağbaşında, komutanı olan yüzbaşının kızına olan aşkı ve savaşın ve rakip bir âşığın araya girmesiyle çetrefilleşen hoş bir macera, diye kısaca konuyu özetleyebilirim. Ama bu kısa romanın anlatımındaki güzelliği küçümsememeniz için Gogol'un söyledikleri ve başka ifadeleri de üşenmeyip yazıyorum. (Üşenmeyip okuyabilirsinizJ)

Puşkin anlatı alanında başyapıtı olan Yüzbaşının Kızı'nı 1836 yılında tamamlayıp yayınladı. Gogol romanla ilgili olarak şunu söylemektedir: Yüzbaşının Kızı ile karşılaştırılınca bütün romanlarımız ve ve büyük hikâyelerimiz yavan kalıyor. Saflık,yumuşaklık öyle bir yükseliyor ki bu yapıtta, gerçek bile yapmacık ve karikatürize edilmiş gibi görünüyor. Ortaya gerçekten de ilk olarak Rus karakterleri çıkıyor. Kalenin basit komutanı, karısı,bayraktar, biricik topuyla kalenin kendisi,zamanın karışıklığı, sıradan insanların o alçakgönüllü büyüklüğü. Bütün bunlar yalnız gerçek değil, onu da aşan bir şey.

Kitap hakkında edebiyat çevrelerinde ileri sürülen bir görüş de şuymuş: Yüzbaşının Kızı yazılmasaydı,Tolstoy'un Savaş ve Barış'ı da yazılmazdı.

Bu arada bir tesadüf de Cihat Burak'ın anılarını okurken yazdığım ahlak ile ilgili paragrafa Yüzbaşının Kızı'ndaki şu cümlenin denk gelmesi oldu:

" (…) Genç adam! Bir gün bu yazdıklarım eline geçerse, en yararlı, en köklü değişikliklerin, ancak ahlâkların düzelmesi yoluyla, hiçbir zorlayıcı sarsıntı olmadan gerçekleşenler olduğunu unutma." (s.76,77)

SEKS KÖLELİĞİ Mİ DEDİN SAYIN DİBİNE DÜŞEN ARMUT?


Pınar Kür'den ilk okumam Akışı Olmayan Sular öykü kitabıydı. Çok etkilenmiştim. Düşünüyorum da, hikâyelerinin çoğu aklımda kalmış nadir yazarlardan olmuş Pınar Kür…İlginç, şimdi yazarken fark ettim.

Asılacak Kadın'ı okumaya karar verişim, yazarın, epey önce SkyTürk'te yayınlanan bir röportajından sonra oldu. Bu arada annesi İsmet Kür, H. Nusret Zorlutuna'nın kızkardeşiymiş. Edebiyatçı aile, armutlar dibe J

Asılacak Kadın, 80 sonrası yasaklanma talebiyle dava edilmiş. Romanın konusu gerçek bir olaydan alınma ve haliyle cinsel içerikli. Ama tutup bunu iddianamedeki gibi (kitabın sonuna eklenmiş Pınar Kür'ün savunmasından öğreniyoruz) yalnızca cinsel tahrik amacıyla yazıldığını savunmak mantıklı değil, zira savunmada da dendiği gibi, 15 yaşındaki korumasız bir kızın zorla ve sapıkça cinsel ilişkilere sokulmasının anlatımından tahrik olacakların ruh hastası    olmaları kuvvetle muhtemeldir.

Olayın gerçek olması, ve ne yazık ki N.Ç'ler gibi, Ö.Ç'ler gibi halen ve halen devam ediyor olması tüyler ürpertici. Uzun lafa gerek yok. Hepimiz her şeyin farkındayız…


Bir not: Selim İleri'nin de sıkça söylediği gibi, edebiyatımızda saklı ne isimler var, ki tarihimize de ışık tutuyorlar aslında...

BİR MUHALİF KIZI Halide N. Zorlutuna: (d. 1901, İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu - ö. 10 Haziran 1984, İstanbul, Türkiye), Türk şair, yazar, öğretmen.
"Kadın yazarların annesi" olarak anılır. (…) Halide Nusret'in babası Avnullah Kazimi Bey, 1908 yılında "Fedekeran-i Millet Cemiyeti" adlı bir siyasi parti kurup muhalefete başladığı için İttihat ve Terakki Partisi yönetimi tarafından yıllarca sürgün ve zindan hayatı yaşamak zorunda bırakılmıştı; bu nedenle Halide Nusret çocukluğunda babasını çok az görebildi. (…) DEVAMI üstteki wiki linkinde.



KALDIRIM YOSMALARININ AYRIMCI SEVİCİSİ CİHAT BURAK


Cihat Burak (1915-1994) mimar ve ressam olarak tarihimizde yerini almış bir isim.  Bendeki yeri de maalesef ismendi. Resme neden bu kadar uzağız (şimdiki) toplum olarak diye düşünmüşümdür sık sık. Sinema,tiyatro,konser…bunlar iyi kötü ilgi görür de resim sergilerine filan daha az gidilir sanki? Doğru dürüst ressamların çıkmayışından mıdır? Kendim bile resmi çok sevdiğim halde Türk resim tarihiyle ilgilenmemişimdir misal.(İslam dinindeki tasvir yasağını öne sürecekler içinse naçizane Beşir Ayvazoğlu'nun Aşk Estetiği kitabını öneririm) 

Neyse efendim, Cihat Burak'ın 1992 Yunus Nadi Ödülü (Nasıl bir ödüldü bu aceba?) almış, anılarını öyküleştirdiği kitabı Yakutiler. Sahafta denk geldim ve almış bulundum. 

Kitabın artısı, yazarın yaşadıklarını anlatarak bir nevi kişisel tarih yazmış olması. İstanbul'un kendi çocukluk ve ilk gençliğine göre geçirdiği değişimlerden tutun da genelev alışkanlıklarına, mimar gözüyle değerlendirilen yapılardan (bkz. Ece Ayhan'ın şiirinde de,Sait Faik'in bir yazısında da geçen Çanakkaleli Melahat nam-ı esas genelev mamasının yaptırdığı mermer bina :)) Paris anılarına, politik düşüncelerine dek, bohemliğinin birçok şeyini açık yüreklilikle, biraz da üstten bakarak yazmış Burak. Başarılı, ilginç,yaşanmış öyküler olmuş hepsi.  

Bir kez daha kanıtlanan ise şu oldu: Türkiye'nin şu an içinde bulunduğu ahlaksız kapitalizmin, insana  değer vermeyişin temelleri ta o zamanlara dayanıyor. Çözülme, yakın bir tarihe ait değil. Cumhuriyet dönemini, az öncesini anlatan her anı-kitapta benzer şikâyetlerin altını çiziyorum ve bir toplumun,bir gecede ya da birkaç yılda çözülüp bozulmadığını anlıyorum. Dolayısıyla toparlanması da o kadar kolay olmuyor. Bunu gördükçe ülkem ve genç nesilleri için kaygım artıyor…

Ahlaksızlık derken herhangi bir dinin,toplumun kurallarından ziyade "insana" değer vermeyişin de altını çiziyorum burada. Kim ne derse desin ahlakın ortak ve temel bir tanımı yapılabilir ve bu önce insana değer vermektir. İnsanı daha başta sadece insan olduğu için değerli ve şerefli olarak kabul ettiğiniz an bir şeyler yoluna girecektir bu ülkede…  -izm'leri değil de "Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü" güzelliğine varmanın ya da oradan yola çıkmanın enginliğini düşünerek yazmayı bırakıyorum…



Bir not: Yukarıda link verdiğim Ece Ayhan hakkındaki blog yazısını ben gibi Ece Ayhan bilmeyenler için öneririm.

VAHŞİ ALMAN KLEIST


"Kleist, salt gerçekten daha çok varlığın bilincindeydi: sürekli olarak yabanıl yaşadı; hatta kendi çağına ve çevresine bile düşmandı. Öteki insanların tutarsızlığını ve bağımlılığını hiçbir zaman tam olarak anlayamadı. İnsanlar da Kleist'ın o anlaşılmaz katılığını, fanatik abartıcılığını kavrayamadı.(Stefan Zweig)
Kleist'ın ruh dünyası iki ayrı parçaya bölünmüştü; tropik yakıcılıktaki fantastik dünya ile donuk,soğuk, çözümsel madde dünyası. Dolayısıyla sanatı da bu ikilemin etkisindeydi ve en uç noktaya kadar uzanmaktaydı. Kleist'ı sınırlı ve kısır bir drama yazarı olarak tanımlayan eleştirmenler, öykücülüğünü önemsemişlerdir. (…) Kleist öykülerinde kendi benliğini bütünüyle devreden çıkarır, tutkularını bastırır, yazar olarak kendini bütün olarak silikleştirip -çok büyük beceriyle- yalnızca katılımsız bir gözlemci olur. Doğal olarak bu da sanatın tehlikeli bir yanı sayılabilir. Alman edebiyatında onun öyküleri kadar gözlemci,donuk ama o oranda da ustaca bir maddecilik sergilenmemiştir. (…)"  (Önsözlerden.)

Cancan yayınlarının yaz kampanyasından almıştım Locarno Dilencisini. Ve içindeki öyküler Borges, Marquez ya da Fuentes'in büyülü gerçeklik tarzını çağrıştırsa da yukarıda alıntıladığım gibi daha donuk, masalımsının sonunda düz gerçek, realist öykünün sonunda sürrealist bir son gibi karışımlarla yazılmış. Okunabilir ama şart değil bence J

Bir not: İntihar eden Türk  şairler hakkında bir kitap yayınlanmış galiba. Bulamadım ama intihar etmiş ünlü yazarları  sıralamak geldi içimden bir yazıda. Hemingway,Zweig,Kleist,Nerval,Pavese,Woolf,Plath…ilk aklıma gelenler oldu.
***

AZALTILMIŞ KOZMETİK/ AZALTILMIŞ KANSER İHTİMALİ


Efenim, öncelikle

Nasıl çatkapı gelene Tanrı misafiri deyip buyur ediyorsak, ödülleri de öyle kabul edip alacağız bu fani pardon sanal dünyada.  İşbu saikle monsieur Deeptone'un verdiği sevimli blog ödülünü alıp kendisine teşekkür ediyoruz: Teşekkür J

Blogstarda da sevimli blog olmuştuk, hatırladım. İki defa da "versatile blog" yani çok yönlü blog seçilmiştik. Hımm… J

Bu girizgâhtan sonra yazının diğer kısmına geçiyorum:

Bildirim: Yazının bu kısmı her ne kadar hatun kişileri ilgilendiriyor gibi görünse de kozmetik kullanımı artmış erkek cibilliyetini de, ıslak mendil,pişik kremi, bebek bezi,diş macunu derken bebek ve çocuklarımızı da ilgilendirmektedir. (Bildirim sonu)

Geçenlerde makyajla ilgili bir yazı yayınlamış ama sonra kaldırmıştım. Kaldırma sebebim ise bu yazı yazmayı planlayışımdı.

Kozmetik ürünlerinin aslında ne kadar zararlı olduğunu biliyoruz. Yine de vazgeçemiyoruz. Her ne kadar hatun camiasının son zamanlarda kimyasallara karşı bilinçliliği artsa da bu kez başka bir aldatmaca ile karşılaştık: Organik kozmetik ürünleri. Bunların da çoğunluğunun sahte olduğu yani kansorojen ve alerjen maddeler içerdikleri artık ortada.  Makyaj bloglarını gezerken EWG.org sitesinin varlığını öğrendim. Anlı-şanlı kozmetik markalarının da ürünlerini tehlikeli grubunda görünce inanamadım önce. Sonra para için insanların yapabileceklerinin sınırı olmadığı aklıma geldi. Ve yalan söylüyor olsaydı bu web sayfası, çoktan kaldırtmışlardı bu siteyi bu dev firmalar, diye de düşündüm…(Hatta kaldırtmaya uğraşıyorlardır da)

http://www.ewg.org/guides/cleaners/ sayfasında kozmetik ürünler (elde edip analiz ettikleri kadarıyla) tehlike dereceleri ile sıralanmış. Örneğin 0-2 düşük tehlike iken 3-6 orta,7-10 yüksek tehlikeli ürün demek oluyor…EWG, A.B.D menşeli bir oluşum.Açılımı: Enviromantal Working Group. Çevre ile ilgilli çalışmaları da söz konusu… Ana sayfası da burada. http://www.ewg.org/

Evet, site İngilizce. Ben de bir sayfayı koydum buraya. Bu sayfa "Cüzdan kılavuzu" olarak geçiyor ve çıktı alıp herkesin yanında bulundurması öneriliyor. Ben şahsen öyle yaptım ve en son aldığım rimel için bu  kılavuza bakarak başka bir ürün aldım her zamanki marka yerine… Sayfada belli başlıklar altındaki ürün gruplarının( nemlendiriciler,dudaklar, güneş kremleri gibi) içeriğinde olması ya da olmaması gerekenler Yes-No olarak ifade edildiği için İngillizce bilmeyenler bile rahatlıkla anlayabilir.Yine de bazı yerlere açıklamalar yazdım. Özellikle parabenlerin göğüs kanserinde etken olduğu bir çok profesör tarafından söyleniyor, ki marketlerde elimi attığım her el ve vücut kreminde bu maddeye rastladım! Alttaki sayfalarda diğer tehlikeli maddelerin adları da yazıyor...

Fakat işin ilginç yanı Skin Deep Cosmetics Database adlı o sayfa açılmadı,şu anda kaç kez denediysem. Sonra tekrar deneyeceğim, diğer kılavuzlar ise açılıyor, örneğin temizlik malzemeleri ve pestisitler hakkında olanlar… Bu durumda iyi ki de o özet sayfayı kopyalamışım diyor ve alta ekliyorum. Biraz uzun ama önemli bir liste.

Özet cümle ise:


Pick safer products:
Use EWG’s Skin Deep Cosmetics Database to find safety scores for thousands of products.

Use fewer products. Buy only after reviewing ingredients.
Remember marketing claims like “dermatologist-tested,” “gentle” and “natural” could be ad hype. YANİ:


Mümkün olduğunca az kozmetik kullanın. İçindekiler kısmına bakmadan kozmetik ürün almayın.Pazarlama taktiği olarak dermatolojik test edilmiştir gibi ibarelere güvenmeyin.Bunlar aldatıcı reklam (ad hype) olabilir.