OSCAR WILDE'DAN BÜYÜKLERE DE MASALLAR

İskenderiye Kütüphanesi.com’dan, zamanın birinde indirdiğim e-kitap Oscar Wilde Öyküler. Ekrandan okumayı sevmediğim ama yazıcım da rahmetli olduğu için yine de okuduğum bu öyküleri çeviren Nurettin Sevin.( Türkçe karakterlere çevirmek için de ben epey bir ter döktüm. Ama hasta yatağımda daha iyi bir uğraş yoktu:))

Öyküler deniyor ya bunlar düpedüz masal. Tabii büyüklere de hitap eden, Wilde’ın kendi süzgecinden geçirdiği masallar. Masalların hemen hepsi doğu kökenli olduğundan ve iyi hasletleri tavsiye, kötülerinden men niteliğinde olduğu için tanıdık. Hakanlar,saraylar,peçeli kadınlar, tavus kuşlu bahçeler gibi oryantalist tasvirlerle bezeli zengin bir cümbüş…ama masalların ortalarına doğru bunların Wilde’ın düşünceleri ve üslubu içinde dekor olarak kalıyorlar. İğneli üslup gözden kaçmıyor bu masallarda, zamanının toplumsal adetlerine, kapitalizme vb.ne karşı…

Ama yeğenlerime rahatlıkla okuyabileceğim masallar. Sonlarındaki karamsar bitiriş cümleleri hariç:)


Wiki’ye baktım, bu öyküler orada “fairy stories” olarak anılmış ve 1888’de basılmışlar: Happy Prince and Other Stories.


BÜLBÜL VE GÜL, neredeyse tamamen bizdeki gül- bülbül motifi üzre kurulmuş. Masalın sonunda bülbülün kanı canı pahasına büyüttüğü al gülün aşık elinden nasıl çöpe gittiğini okumak hüzünlendirmiyor değil, Wilde bu sonu da kara mizah bir paragrafla hazırlamış.

MUTLU PRENS:

Mutlu Prens (heykeli) ile kırlangıcın öyküsü. Benim en hoşuma giden kırlangıcın saza aşık olması ve prense gezip gördüğü yerleri anlatmasıydı:

“Sözü döndürüp dolaştırmaktan hoşlanmayan Kırlangıç, "Sizi seveyim mi?" dedi. Saz da yerlere dek eğildi. Bunun üzerine Kırlangıç kanatlarını suya değdire değdire gümüş halkalar çizerek onun çevresinde döndü, döndü. Bu onun yanıp yakılmasıydı ve bütün yaz sürdü. Öteki kırlangıçlar, "Gülünç bir ilgi; parası yok, sonra soyu sopu da kum gibi," diye cıvıldadılar. Doğrusu ırmak da sazlarla dopdoluydu. Sonra güz gelince hepsi uçup gitti.

Onlar gittikten sonra Kırlangıç pek yalnız kaldı ve sevgilisinden bıkmaya başladı, "Hiç konuşmuyor," dedi, "Sanırım hoppalığı da var, çünkü hep rüzgârla cilveleşiyor." Rüzgârın her esişinde saz kesin en zarif iltifatlarını yağdırırdı. "Evine böyle bağlı olmasını kabul ederim..." diye sürdürdü konuşmasını, "... ama ben gezmeye bayılırım, dolayısıyla karım da gezmeden hoşlanmalı." Sonunda ona, "Benimle geliyor muşun?" diye sordu; saz başını yükarı kaldırdı. Evine pek bağlıydı. Kırlangıç, "Sen beni oyaladın. Ben piramitlere gidiyorum, hoşcakal!" diye haykırıp uçtu.

Bütün gün uçtu, geceleyin kente vardı; "Acaba nereye insem? Umarım kent benim için hazırlıkta bulunmuştur," dedi. Sonra yüksek sütunun üstündeki yontuyu gördü.

"Burada kalırım. Bol havalı, çok güzel bir yer" diye Mutlu Prens'in tam ayaklarının arasına kondu. Çevresine bakınıp uyumaya hazırlanırken, kendi kendisine yavaşça, "Yatak odam altından," dedi; ama, tam başını kanadının altına koyarken, üstüne iri bir su damlası düştü. "Ne tuhaf şey, gökte bir tek bulut yok, yıldızlar parıl parıl parlıyor da gene yağmur yağıyor. Avrupa'nın kuzeyinde iklim doğrusu pek kötüymüş," diye haykırdı; "Saz yağmurdan hoşlanırdı, ama bu onun bencilliğinden başka bir şey değildi."

DOST

Bir gece habersiz bize gel
Merdivenler gıcırdamasın
Öyle yorgunum ki hiç sorma
Sen halimden anlarsın
Sabahlara kadar oturup konuşalım
Kimse duymasın
Mavi bir gökyüzümüz olsun kanatlarımız
Dokunarak uçalım.
İnsanlardan buz gibi soğudum,
İşte yalnız sen varsın
Öyle halsizim ki hiç sorma
Anlarsın.
************************************************

 ALACAKARANLIKTA


Akşam karanlıklarla sarmaş dolaş
Sen de sarılmışsın yalnızlığına,
Taksiler kurşun gibi gelir geçer
Troleybüsler salına salına.


Tek tük kadınlar aydınlatır caddeyi.
Genç kızlar beyaz neonlar gibi.
Ortancalar gül rengi ışık saçar,
On beşine varmamışlar masmavi.


Sen de yalnızlık saçarsın.
İçmeye korkarsın, efkâr basar.
Ağlayamazsın elâlem var.
Şapkanı bile çıkaramazsın
Saçlarını uçurur rüzgâr...


Gittim deniz kıyısına oturdum.
Akşam karanlıklarda sarmaş dolaş,
Ben de denize akıyordum
Irmaklar gibi yavaş, yavaş

CAHİT KÜLEBİ (1917-1997)

YALNIZIZ

Kitabın adı: Yalnızız


Yazarı: Peyami Safa (1899-1961)
Yayınevi ve basım yılı: Ötüken, 2000
İlk yayın yılı: 1951






Peyami Safa’yı severim.
Matmazel Noroliya’nın Koltuğu ilk göz ağrımdır. (Lisede edebiyat dönem ödevi idi)
Ama…
Yalnızız beni bazı sayfalarda bunalttı.

Bunun nedeni, birçoklarınca da eleştirilmiş olan, Safa’nın kendi görüşlerini karakterlerden birine söyletmesi. Kaldı ki romanda savunduğu görüşler ve önerdiği çözümlere yabancı sayılmam.

Burada da Samim karakteri konuşuyor, anlatıyor da anlatıyor fikirlerini.

Peyami Safa bunu yaparken felsefe, psikoloji ve sosyoloji bilimlerindeki engin bilgisini konuşturuyor ama benim gibi bunlardan artık sıkılmış bir bünye için iyi olmuyor.

Neyse ki olay örgüsü yerli yerinde.

Heyecen ve merak unsuru yeterince mevcut, olayların birden ve ustalıkla yön değiştirmesi, dallanması, hele ki ummadık bir anda devreye giren ummadık bir gizemli olay

Bittabii Safa’nın o haklı olarak ünlenmiş ruhi/ psikolojik tasvirleri,

Karakterlerinin özelliklerinin belirgin olması,

Çokça kullanılmasına rağmen diyalogların yerindeliği, karakterler arasındaki gerilimin ustaca yansıtılması…

Tüm bunlar Samim’in, zaman zaman çok bilen bir edayla anlattığı / savunduğu içtimai savlarının ve ütopik ülkesi SİMERANYA’nın bunaltıcılığını hafifletiyor. (Gerçi biraz da kullandığı kelime ve tamlamalara alışkın olmadığımızdan da kaynaklanmış olabilir bu. Yine de sıkıldım.)

Safa’nın bir başka takıldığım noktası; uzun ve karışık diyebileceğim tamlamalarla kurduğu, bazen bir paragraf olan tasvir cümleleri. Önceki kitaplarında böyle bir şey dikkatimi çekmemişti oysa. (Bunların önemli birkısmı da yine Samim’in monolog ya da diyaloglarında geçmekte.)

Bunların dışında her sayfası dolu dolu bir roman Yalnızız.

Kaldı ki romanın neredeyse ortalarında patlak veren, Renginaz ve Necile’nin o müthiş gecesi hatırına bu roman okunmalıdır.

Ve âdetim olmadığı halde romanı özetlemeye çalışacağım:

ORLANDO, AŞK DEDİĞİN NEDİR Kİ!

Kitabın adı: Orlando
Yazarı: Virginia Woolf (1882-1941)
Yayınevi ve basım yılı: Ayrıntı, 2ooo
Kitabın yazım tarihi: 1928
Çeviren : Seniha Akar



Oğlan (çünkü günün modası bir bakıma gizlese de cinsiyeti su götürmezdi) çatı kirişlerinden sarkan bir Mağribi kellesine kılıç sallamaktaydı.”

Böyle başlıyor Orlando; Bir Yaşamöyküsü.

Önsözde, Orlando’nun Woolf’un deneysel çalışmaları arasında bir “tatil kitabı” ve dahi fantastik türde bir romanı olarak bahsedilmişse de hiç de plajda okunacak bir kitap değil :)

Woolf’un iyi bir yazar olduğunu yeterince kanıtlıyor Orlando. Üslup çok hoş bir kere.

Deniz Feneri’ni 20 yaşındayken okumuş ve dilini güç bela kavrayıp beğenmiş bir kitap kurdu olarak elbette ki bu romanı daha bilindik, klasik tarzda yazılmış olduğundan anlamam kolay oldu. Sevdim de.

Woolf’un neşeli, yalın, alay eden, alayla hicveden ,okur ile karşılıklı konuşan üslubu çok tatlıydı. Bu arada Böll’ün K.Blum’un Çiğnenen Onuru ile Orlando’daki benzer üsluplar; alaycı, överken yeren ya da övgü mü sövgü mü ( :)) belli olmayan …üsluplar hoş bir tesadüf oldu benim için.

(Normalde Woolf okuma listemde yoktu. Ama geçen ay birkaç edebiyat programı ve gazete yazısında Woolf üst üste konu edilmişti. Timaş’tan çıkan bir “yazarlık dersleri” kitabı da Woolf’un yazarlık serüvenini, tekniğini yazarın cümleleri ve konferanslarıyla inceliyordu. Böyle olunca geçenlerde Orlando’yu görüp de elimin uzanmaması düşünülemezdi!)

Orlando bir biyografi olarak tasarlanmış. Tabii bu Woolf’un bir oyunu sadece. Bildiğimiz bir tarzda yaşamöyküsü değil tabii ki.

Fantastik denmesinin sebepleri ise Orlando’nun İstanbul büyükelçisi iken bir gece bir kadına dönüşüvermesi ve 4oo yıl yaşaması.( Bu uzun ömre sadece birkaç tanıdığı ortak olur.)

Başka fantastik bir öğe göremedim ben. Bu da bu kitabı fantastik olarak adlandırmaya yeter mi, bilmem.

Woolf bu iki öğe ile aslında bulunduğu toplumdaki kadının yerini, kadına bakış açılarını Elisabeth döneminden Victoria dönemine kadarki bir süreçte irdeleme imkanı yaratmış. Zamanında (30 yaşına dek) erkek olan asilzade Orlando kadın olmakla beraber iki cinsiyeti ve toplumdaki durumlarını “objektifçe” sorgulayıp düşünebiliyor.

Sayfalar dolusu not aldım kitaptan, çok tatlı paragraflar vardı.

Bir de Türkiye’den,İstanbul,Bursa vb. den romanın sonuna dek bahseder Orlando.

Bu arada bazı noktalarda Woolf’un feminist düşüncelerini ve ahlak anlayışına gönderdiği iğnelemeleri aşırı bulduğumu da söylemeliyim. Ama o dönemin İngilteresi ve hristiyan ikiyüzlülüğünde bir sert çığlık da olabilir bu. Tarih ve ilgili diğer bilimlerdeki bilgim bu konuyu aydınlatmama yetmiyor. :)

SEN BİLMEZSİN...

……………………..


İnsanların birleştikleri noktalara dikkat ederim. Bu çizgilerin kesiştiği yerler insanın yarını için bana ümitler verir ve ben bulduğum birleşme noktası sayısınca mutlu olurum.

(…)Pigale’i gözünüzün önüne getirin. Gün doğmuştur. Etrafta iş saati başlamadan önceki durgunluk vardır. Bir ayak sesi duyarsınız, yorgundur. Yorgun bir fahişedir gelen. Çok hararetli bir iş gecesinin yorgun dönüşüdür bu.

Aynı saatlerde Mecidiyeköy’de, kulak verin bir ayak sesi yalpalar, yorgundur. Yorgun bir gazete yazarıdır gelen. Arşivler karıştırmış,telefonlar etmiş, okuyucu karşısında türlü taklalar atmış, şaklabanlıklar yapmış, tek tek bütün meyhanelerde, kadeh kadeh konular toplamış, yarın bunları rengârenk çıkarmağa hazır bir gazete yazarıdır gelen. Çok hararetli geçmiş bir iş gecesinin dönüşüdür bu. (…)

(Yorgunluk Hakkında hikâyesinden)



………………


- Demek, dedim, sen coğrafya bilmiyorsun?

- Bilmek mi? diye esnedi. Sakalını uzun uzun kaşıdı. Göğsünü olanca hızıyla şişirerek karşıki çalı kümesine okkalı bir tükürük yolladı:

- Bilsen ne olacak yani ? dedi, bu kitabın kıymeti ne?

Fiyatı ne ? anlayarak iki buçuk lira dedim.

İkimiz de sustuk, bu sükut karşılıklı bakışmalarımızla uzadı, serseride bana karşı bir galibiyet, inkâr edilemez bir üstünlük var gibiydi. Doğrusu bu benim için bir hayli hayret verici oldu. Pejmürde ceketinin cebinden bir sigara çıkardı, bir an mütereddit durdu.

- Başka yok, dedi, bunu da sana veremem.

Sigaradan derin derin birkaç nefes çekti, duman burnundan buram buram tüterken;

- Ben çok zaman evvel öldüm,dedi, dudaklarında mağrur tebessümler sıralıydı.Hep bu parkta, bu ağaçların arasında düşünürüm. Zaten başka işim de yok ya…Kuş derim mesela, kuş ötmese ha.. Peki kuş ötmese ne olur?

O kuş ölmüştür.Ağaç yeşermese,deniz köpüklenmese deniz de ölmüştür, ağaç da.. Ne kadar aç olsam öten kuşu öldüremem ben, onu öldürmek, bana para verdiği için, sadaka vereni öldürmek gibidir bu. Ana neden mi kıymetlidir? Arkadaş, kitap neden mi kıymetlidir? Bir sürü verirler de ondan. Ohoo, çok oluyor ben öleli, çok. Ölmeden evvel son olarak ceketimi vermiştiem Tahtaburun Mıstığa.. O da ne demişti..

- Abi demişti, yaşa Hamit abi demişti.

Tekrar sustu,içimden yükselen pişmanlık, iki damla gözyaşı yuvarlanıverdi yanaklarıma.(…) Ölmemiş olsam bir tebessüm verirdim sana .. diye haykıramadım arkasından.

(Vermekten Ölümsüzlük hikayesinden)
............................................


“ Şu duvarların ötesinde Eleni ötesinde, dört tanıdık omuzda bir tabut.

Sen söyle yine ne olur söyle…

- Geçecek de. Ne bileyim hımmh diye imrendir beni çorbaya. Balıkçı Mehmet’ten bahset gözlerin yaşlı. Sirkeli bezi değiştirirken babamı sor istersen.

HEINRICH BÖLL: 3 UZUN HİKAYE

Geçen yazıda bahsetmiştim; Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru içinde başka bir bölüme daha rastladım diye.


Bunu önce başka bir roman sanmıştım. Ama birbirine kolayca bağlanabilecek 3 uzun hikâyeden oluşuyor: Savaş Çıktığında, Savaş Bitince, Birlikten Ayrılış.


2. Dünya Savaşında askere alınan kahramanın hikâyeleri bunlar. (Her üç hikayenin kahramanının aynı kişi olduğunu rahatlıkla söyleyebilir ve bir iki cümle ile bunları birbirine bağlayıp bir roman olduğunu söyleyebiliriz bence.)

Yazarın bizzat yaşadığını bildiğimiz askerlik ve esirlik dönemlerinden anı ve sahnelerin dolu olduğunu tahmin edebileceğimiz bu hikayelerde de hicivli bir üslup hemen göze batıyor.

Yazarın savaşa, savaşan “erkek” zihniyete,nazizme, katı hıristiyan/ katolikliğe, sürü psikolojisine, bu noktada otoriteye karşı tavrını, ince göndermelerini (her ne kadar amaç bu değil diyerek ters bir imada bulunsa da) görebiliyoruz.

Çok güzel hikayeler bunlar. Böll’ün o ince alayları, -miş gibi diyerek aslında zıttını anlatmış, ima etmiş olması çok yerde gülümsetti beni.

Kan, silah, bomba vb. sıradanlaşmış savaş kelimeleri geçmeden de, savaş ve savaşın “kötülüğü” böyle güzel anlatılabiliyormuş.

1972’de Nobel almış Böll, bu kitaptaki eserleri ile de benim nobel ödülümü almıştır!

HEINRICH BÖLL: KATHARINA BLUM'UN ÇİĞNENEN ONURU





Kitap: Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru (İftira)


Yazarı: Heinrich Böll ( 1917- 1985)
Yayınevi: Altın Kitaplar, 1974
Çeviren: Ahmet Cemal
Kitabın yazım yılı: 1974

Çoğu zaman olduğu gibi, kitaptaki önsözü okuyunca yine kızdım: Tüh, tüm konuyu öğrendim, tadı kaçtı kitabın!

Ama çok yanılmışım!
Yine de bir başlayayım deyip de elime almam ile 150 sayfayı bitirmem bir oldu!
İyi ki almışım sahafta görünce bu kitabı dedim yine kendi kendime.

Yazarı ve yazarından bağımsız olarak bu romanın ismini biliyordum. Ama kitap hakkında başka hiçbir fikrim yoktu.

Şimdi ise, polisiye tadını aldığım, yergi, mizah ve belgeselin, edebi ustalığın içiçe geçtiği bir eser okumanın verdiği müthiş lezzeti duymaktayım.

Üzüldüğüm tek nokta, medyanın insan mahremiyetini ve onurunu hiçe sayışı ve medya üzerinden çıkar sağlamanın hala ülkemizde geçerli olması.

Konuyu kısaca özetleyeyim: Sıradan bir vatandaş olan Katharina Blum’un 4 gün boyunca başından geçenler.

Asıl konu ne mi diyorsunuz?

GAZETE gazetesinin, genelde “medyanın”, kendinde herkesi fütursuzca yargılama hatta yargısız infaz yapma hakkını bulması, suçu sabitleşmeden insanlar hakkında hüküm vermesi, kendi çıkarları için yalan-çarpıtılmış bilgi ve beyanlarda bulunarak toplumu yönlendirmeye çalışması, masum insanların hayatını , toplumdaki mevkilerini yerle bir etmesi…Tanıdık gelmedi mi size de?

BÖLL, bu eserini 58 kısa bölüm halinde yazmış. Bu bölümler, bir gazetecinin bulduğu kayıt ve ipuçlarını sıralaması gibi. Kısa , net. (Ve hatırlatayım, yaşanmış olaylar üzerine kaleme alıyor bu eseri)

Ya o ince alay, zeka, mizah yoluyla yapılmış hiciv dolu cümleler; iğnelemeler? Harika bir üslup. Görüyorum ki ustalar, az sözle çok şey anlatabilenler...

Mükemmel polisiye- gerilim havası; Katharina bir hizmetçi (kahya diyorum ben)  iken nasıl böyle bir ev satın alabildi? Bu pahalı yüzüğü ona kim hediye etti? Komşuların bahsettiği “namuslu geçinen” bu kadına gelen gizli “erkek ziyaretçi” kim? Katil ve soyguncu Ludwig’le bağlantısı ne ? Blorna’lar komünist değil mi? ...

Ve Katharina’nın itiraf ettiği cinayet…

Okumayan kalmasınnnnnnnnnn :)

Not1: Sera’nın önerdiği “Ve O hiçbir Şey Demedi” listede ön sıralara çıktı artık.

Not2: Kitabın yeni basımlarından biri de Can yayınlarında ve yine Ahmet Cemal’in çevirisiyle.

Not3: Bu kitabın bir sürprizi de içinden bir romanın daha çıkması! Savaş Çıktığında.



ARKA KAPAKTAN:

GORKİ : UNUTULMUŞ HİKAYELER

Yazarı : Maksim Gorki

Yayınevi: İç kapakta şöyle yazıyor sadece: YeniAsır ve Emlak Bankasının armağanıdır.
Çeviren: Hasan Ali Ediz, 1971


Gorki’nin daha önce Ana romanını ve Yol Arkadaşım’ı okumuştum.

Hikayelerden önce Gorki’nin uzunca bir hayat hikayesi var kitabın başında.

Buradan edindiğim bilgiye göre Gorki Rus edebiyatında  döneminin ‘gerçekçilik’ akımında yazan sayılı yazarlardan. (Özellikle Ana romanı Rus Edebiyat Tarihinde bu açıdan bir ilk sayılıyor. Konusunu ve baş karakterlerini sadece işçilerden almış olması ile de.)

Ve bu “gerçekçilik”, çalışma hayatını, geçim derdiyle uğraşan yoksul Rus halkını getiriyor konu olarak.

Ama tamamen romantizmden kopmuş değil Gorki. Hikayelerine “ o buruk tadı “ veren de bu birleşim oluyor.

Çehov’la arkadaş ve ondan 8 yaş küçük olan Gorki 1868’de doğmuş. 1906’da Amerika’ya gitmiş.(Ana romanı burada yazılıp yayınlanmış.) İtalya’ya iltica etmiş. 1917’deki Rus devriminden 11 yıl sonra ülkesine dönmüş. Sonra yine ayrılmış. 1936’da Moskova’da ölmüş.

Çehov’u çok sevmiştim. Gorki ile aralarındaki farkı ise şöyle buldum kendimce: Gorki’de tabiatın,çevrenin tasvirleri daha çok . Oysa Çehov’da insanlara ait tasvirler yer tutuyor.

İkisinde de insan hayatından manzaralar var. İkisi de öz anlatıyorlar. Ama dediğim gibi Gorki ‘de çevre tasvirleri ve giriş sahneleri daha çok. Ve Gorki’nin zamanının yoksulluğunu, çürümüş insanlığını, ya da arada can çekişen insaniliği daha derinden, yalın, sahici anlattığını düşünebiliriz. Zira kendisi de onbir yaşından itibaren türlü türlü işlerde “kuvvetten kesilinceye kadar “ çalışmış bir emekçi idi.

Bu hikayelerde mekanlar da köyler, kasabalar, nehirler, dağlar, vadiler…

Giriş sahnelerinden sonra karakterler hemen ortaya çıkıyor va gerilim başlıyor. Ve ustalıkla akıyor hikaye, denize dökülüyor sonunda. E, boşuna klasik olunmuyor.

Kısacası güzel,güzel,güzel ve gerçekçi hikayeler…

EFLATUN GÖZLERİN OLDUĞUNU BİLMİYORDUM

Şair: Attila İlhan
Basım yılı: 2005
İlk yayımlanış yılı: 1954
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yay.

Attila İlhan'ı bir hemşehri olarak geç tanıdım diyebiliriz. Adını bilirdik sadece.

Onu asıl sevmem TRT 2'deki muhteşem cumartesi programlarıyla olmuştu. Sonra 3 kitabını peşpeşe okumuştum: Dersaadet'te Sabah Ezanları, Sisler Bulvarı, Ulusal kültür Savaşı. Hangi Batı'sı da okumak için aklımda kalmıştı. Henüz okuyamadım.
 Sisler Bulvarına gözüm takılınca açıp kıvırdığım sayfalara baktım.

Sisler Bulvarı ; Paris,'in cafe'leri, zayıf sokak fenerleriyle aydınlatılmış loş sokakları, sisli ve ıslak limanlar, sarhoş gemiciler ve aşıklar,sarpa sarmış aşklar, hayat kadınları,düşünce gel-gitleri, entellektüel yalnızlık, sıradan  insanlara sevgi...

Kafiyeler, adeta hikaye anlatmalar, ama kesinlikle tahkiye değil, modern olmasına modern ama bir o kadar da halk şiirlerini anımsatıyor. İşte favorilerimden  birkaç alıntı:

Başka Adam

yerinden kaldırmasalar
tedirgin etmeseler
armonikle ezbere polkalar çalan
alcas'lı kör kadını
türkülerin başladığı bittiği yerdeki kız
raspail bulvarı'ndan yine gelip yine geçsen her akşam
yalnız
tedirgin etmeseler
armonik çalan bir kadını
ışıklar yola çıkınca herhangi bir akşam
beni alıp duvarların arkasına götürmeseler
seni alıp götürmeseler
................................

BAŞKA YERDE OLMAK

oniki sfır beşte izmir'de bir yıldız kaydı
imbat durmuştu kan ter içindeydim
akdeniz'in elindeydim söz temsili
ışıklı bir tespih karşıyaka'ydı
istanbul deyip mendebur sisli
bir deniz kahvesinde içiyordum
istanbul soluk yeşil bir tramvaydı
sultanahmet demişti inliyordu
oniki sıfır beşte izmir'deydim allahım
şiir deniz gibi kımıldıyordu

oniki onbeşte istanbul'a dağılmıştım
hilal gibi bir kızcağız beşiktaş'ta
rüyasını dokuyordu ondan bıkmıştım
çiğ mürekkep ve aseton kokuyordu
sarıyer'de balıkçılar denizi çekiyordu
deniz büyük büyük içini çekiyordu
..................................
oniki otuzbeşte napoli garı'nda bir tren
çırpınıyordu aşağılık bir gemici barında
ben burnumu şaraba sokmuştum
katiyyen sarhoştum kirpiklerim yanıyordu
.......................
oniki otuzbeşte napoli'de allahım
uyuyamıyordum uyuyamıyordum
..................
not: imla kitaptakinin aynısıdır.

STALKER

-Tanrım, artık yüzyıl daha yaşayacaksın! (Stalker)
- Evet ama neden sonsuza kadar değil?   (Writer)

****
" Onların tutku dedikleri, ruhları ile dış dünya arasındaki sürtünme."   (Stalker)

KİTABIMI BİR HIRSIZA VERİYORUM,

Bedestenden koparılmış ve çoktan İngiltere’ye vasıl olmuş baba kokulu bir ağızlık yerine… 12 Ağustos 1955, İstanbul


******

Diye başlıyor kitap. Bu son cümlelerin başında anlattığı hikaye - muhtemelen yazarın şahit olduğu gerçek bir hadiseydi- başlı başına bir güzellikti.
Bahaeddin Özkişi ismini geçen yıl bir radyo programında duydum ilk kez. Öyle güzel şeyler söyledi ki program yapımcısı yazar, özel ilgi alanım olan kısa hikayeci bu yazarı daha önce hiç mi hiç duymamış olmam beni neredeyse üzmüştü.

Hele ki çok sevdiğim iki yazarın adı da geçince bir kıyaslamada, merakım daha bir arttı. Tanpınar, Özkişi’nin hikayelerini gördükten sonra “ Sen on tane Sait Faik edersin.” demiş.

Haydaa, dedim kendi kendime. Sait Faik , tabiri caizse ilk göz ağrım…Onun yeri bir başka olacaktır bende her zaman. 13 yaşımda tanıştığımda Sait Faik’e nasıl çarpıldıysam şimdi okurken de aynıdır. Belki çocukluktaki ilk hislerin büyüsü hâlâ devam etmektedir; yapabildiğim özeleştiri bu kadarla kalmakta. Sait Faik başkadır.

Yalnız, programcımız birkaç da hikaye tattırınca, söylediklerinin abartı olmayacağına inancım güçlendi.

İşte Göç Zamanı’nı isteme sebeplerim böylece ortaya çıkmış oldu!


Kitap: Göç Zamanı

Yazar: Bahaeddin Özkişi

Yayınevi: Ötüken

Basım yılı : 2008 , 5. basım

İlk basım yılı : 1975


İki sebepten dolayı kitabı bitirmem iki ay sürdü:

Birincisi, bu güzelliğin bitmesini istemeyişim. İkincisi; her güzel şeyi gördüğümde hissettiğim kıskançlığın verdiği başka garip bir his. :)

47 yıl süren, nisbeten kısa ömründe Özkişi kesinlikle özgün bir kalem ve öz bir kişilik. Böyle klişe bir cümle kurmak istemezdim ama daha iyisini düşünemedim şu anda.

An’ların gerçek bir anlatıcısı O. Benim gibi hayatı sadece an’lardan müteşekkil biri için Özkişi’nin bu hikayeleri tatlı bir kaynak suyu gibi. Ne bileyim öyle işte!

Klasik giriş- gelişme-sonuç bölümlerine, özellikle de sonuç bölümlerine rastlamıyoruz onda. An’ların hikayecisi deyişimin bir sebebi de bu. Diğeri ise konu olarak somut olayları alan geleneğin dışında olması. Kesitler diyebilirim, teknik resimdeki gibi: üç boyutlu bir katının bir taraftan kesiti…Çok katmanlı, boyutlu dünya vatandaşı insan hayatından kesitler, an’lar… ve o kadar değişik kesit - konu- var ki; çocukluk rüzgârından gelenler, geçim derdinden; gündelikten gelenler, Almanya hatıralarından gelenler, “fikretmekten” gelenler, ilk aşktan gelenler, meyhane, kahvehane köşelerinden sızanlar, kadın güzelliğinden bitiverenler, çocuk duasından kopup gelenler, ülke ve dünya toplumlarının ürkütücü ahvalinden gelenler, resim kokusu, müzik notası, evlilik hayatı… (olmuyor, okumanız lazım! :) )


Bir şey daha: Bu basımda bir şansım da Göç Zamanı dışında Papağan Dedi Ki, Bir Çınar Vardı (ilk basımı 1959 imiş) hikaye kitaplarının da bir arada basılmış olması. Yani tüm hikayeleri bir arada. Bunlardan Papağan Dedi Ki’deki 13 kısa öyküsü evrakları arasında yeni bulunmuş. İyi ki bulmuşlar! Bu öykülerde daha mizahi bir dil hemen farkediliyor: Şerbet gibi!

Ve yanlış saymadıysam 70 adet hikaye var bu kitapta. Ve hepsi birbirinden güzel!

Son birkaç ayda okuduklarımdan bana böyle lezzet veren Borges’in Alef’i ile bu Göç Zamanı oldu.

Böylesi bir yazar hakkında birşeyler eklemek istiyorum: Yazar 1975 Peyami Safa Roman Ödülünü almış Sokakta romanı ile. Ve aynı yıl Göç Zamanı kitabının basıldığı gün vefat etmiş!

Süheyl Ünver’den tezhip dersleri almış bir kaynak öğretmeni (İTÜ) imiş kendisi. Resim de yaparmış.

Ve son olarak, Sunuş’tan (kesinlikle katıldığım) bir cümle: “ Bu eserler şunu kesinlikle ortaya koyuyor ki kısa hikaye nesirden şiire bir sıçrayıştır, müthiş bir ifade kudretidir, B.Özkişi de bu edebi türün kudretli üstadıdır.”

Biter bitmez başa dönüp okuduğum nadir kitaplardan biri oldu Göç Zamanı. Şiddetle tavsiye edilir!

TADIMLIK:

BORGES, BORGES,BORGES

Kitap: Alef (El Aleph, 1949)
Yazar: J.L.BORGES (1899 Buenos Aires,Arjantin - 1986 Cenevre, İsviçre)

Yayınevi: İletişim, 2010, 10. Baskı
Çevirenler: Tomris Uyar, Fatih Özgüven, Fatma Akerson, Peral Bayaz Charum



Borges hakkında topu topu iki- üç yazı okumuştum ama iyice merak ettiren metinlerdi bunlar. Gariptir ki karışık hislerle erteledim okumayı. Bir de yakındaki kitapçılarda bulamıyordum. İyice oluruna bırakmıştım. Geçen ay günü geldi, gidildi,alındı. Ama hemen başlamadım tabii o garip his sebebiyle. Bir müddet kitaplıkta serazad durdu öyle.


Okumaya başladım. Yavaş yavaş ilerledim.Bitirdim.

Ve …nasıl anlatabilirim!

Arka kapakta da yazdığı gibi sanki yüzlerce sayfa okumuşuz, evrenler içinde evrenler gezmişiz hissini veren öykülerden oluşuyor Alef.

Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ındaki doğaüstüyü doğallaştıran o çarpıcı ve akıcı tarzı hatırlatan bir üslubu gördüm Alef’de genel olarak.


Düşle gerçek, doğu ile batı, kuzey ile güney, göl ile okyanus,İslamiyet ile Hristiyanlık, geçmiş çağlar ile bugün, eski moda ile yeni moda, felsefe ile mizah, kütüphaneler ile sokaklar, tabiat ile teknoloji, taşra ile gökdelenler arasında gidip gelmiş, yıldızlar katına çıkıp mitoloji prensesleriyle bakışmış , insanları gözetlemişim gibi hissettim Alef’i okurken.


Ve bir itiraf : Öykülerde geçen gerçek (hangileri gerçek değildir bilemem ya) yer, kitap,yazar isimlerinin yarıdan fazlasını duymuşluğum yoktur. Borges’in Batı-Latin-Yunan klasikleri kadar Doğu-İslam eserlerini de “biliyor” olduğunu yine evvelden okuduğum makalelerden biliyordum. Ve öykülerin içinde bunlar öyle erimiş, billurlaşmış ki hayran kaldım.

(Misal; öykülerden biri Averroes yani İbn-i Rüşd ile ilgili. Hani “bir Doğulu olarak ben” yazmalıydım böyle bir hikayeyi, ama nerde bizde İbn-i Rüşd’ü tanıtacak eğitimciler,okuyup anlayacak istek ve tavır? )

Kaçmak isteyebileceğim ( dönmesem de olur ) bir dünya buldum Borges’de. Borges’in Dünyası. Diğer kitaplar için bütçe çalışmalarına hemen başlamalıyım.

Sonuç olarak bana sorarsanız,hâlâ varsa, BORGES okumayan kalmasın lütfen! :)



NOT: O makalelerden birini buldum:

“Borges ve Borges’in sanatı üzerine kuracağımız her türlü yaklaşımın, bakışın, bir süre sonra hayal ile gerçeğin,

BEN RUBİ’NİN FİKİRLERİ

Gazetelere şu ilanı verdim:

“ Birkaç dil bilir, filozof, bekar, sabırlı ve gezgin katip arıyorum. 20 Temmuz tarihine kadar akşamları saat onda, Mon Repos Oteline müracaat.”

Bir müddettir uykusuzluk çektiğim için, taliplerin sınavı, geceyi geçirmeme yardım eder diye düşünüyordum.

Altmış üç kişi geldi. Altmış üçten kırk yedisi Yahudi idi. Aralarından en zeki olanını seçtim.

Doktor Ben Rubi’de, aradığım bütün meziyetlerden başka aklıma gelmemiş olanlar da vardı.(…) Kendisiyle görüşürken, laf arasında, Yahudilerin umumiyetle bu kadar zeki oldukları halde neden bu derece korkak olduklarını sordum:

- Korkak mı, dedi, herhalde vücut cesaretinden, maddi, hayvani cesaretten bahsediyorsunuz. Fikir cesaretine gelince, yahudiler sadece cesur olmakla kalmazlar, pervasızdırlar.(…)

Yahudilerin önceleri kendilerini korumak için kullandıkları vasıtalar, zamanla intikam silahları haline gelmişti. Bilhassa zeka ile, ki bence altından daha kuvvetlidir.

Ayaklar altında çiğnenen, suratına tükürülen Yahudi, düşmanlarından intikam almak için ne yapabilirdi? Goyimlerin ideallerini alçaltmak,kıymetten düşürmek, iç yüzünü meydana vurmak ve Hıristiyanlığın ayakta durabilmek iddiasıyla dayandığı kıymetleri mahvetmek! Hakikaten iyi dikkat ederseniz, Yahudi zekası, bir asırdan beri düşünce binanızın dayandağı sütunları, en aziz inançlarınızı baltalamak ve kirletmekten başka bir şey yapmamıştır.

(…)Alman romantizmi realizmi yaratarak Katolikliği ihya etmişti. Heine adında Düsseldorflu bir küçük Yahudi çıktı, kurnaz ve neşeli cerbezesini, romantikler, idealistler ve Katoliklerle alay etmek yolunda kullandı.

İnsanlar politika,ahlak,din ve sanatın yüksek fikir ürünleri olduğuna, kese ve mide ile ilgisi olmadığına daima inandılar: Treversli ve Marx adında bir Yahudi çıktı, bütün bu çok yüksek ideallerin aşağı ekonominin fışkı ve gübresi içinde yetiştiğini ispat etti.

(…)Hepimiz kendimizin ahlak sahibi, tabii bir insan olduğumuza inanmışızdır. Frieberg’den bir Yahudi, Sigmund Freud göründü, en ahlaklı, en kibar asilzadenin içinde bir katil, bir cinsi sapık gizlendiğini keşfetti.

(…)Bütün dünya, dinlerin Allah ile insanın sahip olduğu en yüksek meziyetler arasında bir işbirliği neticesi meydana geldiğini kabul eder; Saint –Germain-en-Laye’li bir Yahudi Salomon Reinach dinlerin sadece vahşi tabulardan kalmış, muhtelif ideolojik maksatlarla kurulmuş bir yasaklar sisteminden meydana gelmiş olduğunu gösteriverdi.

(….)Ulm’de doğmuş bir Yahudi, Einstein, zaman ile mekanın aynı şey olduğunu, tam olarak ne zamanın ne de mekanın bulunmadığını(…)eski fizik binasının yıkıldığını tespit etti.

(…)Dikkat ederseniz ileriye ikinci derecede ya da meçhul isimler sürmedim. Bugünün aydın Avrupasının büyük bir kısmı bhsettiğim bu isimlerin etkisinin daha doğrusu büyüsünün etkisindedir.(…) tek bir ortak gayeleri vardır, o da kabul edilmiş hakikatlerden şüphe ettirmek, yüksekte olanı alçaltmak, temiz görüneni kirletmek, sağlam görüneni sarsmak, hürmet edileni ayaklar altına almaktır.

(…) Ekonomik cihetten hizmetçimiz, fikir cihetinden kurbanımızsınız. (…) ( GOG; S:51 ilaahir)

YANGIN MERDİVENİ

Yazar: Ali Ural


Yayınevi: Şule

Yıl: 2009

İlk basım: 2000

Tür: Öykü



Yazarın, Makyaj Yapan Ölülerden sonra bu ikinci kitabı bendeki. Sıra şiir kitaplarına geldi artık.



İlk kitaptaki uslup, tarz burada da devam ediyor.



Hani bir de buradan bakılmış/ bak şu işe/ hah, aynı benim de hissettiğim gibi/ böyle de mi söyleyebiliriz/ ne demek ki, bir daha okuyayım…. dediğim yerler oldu.



Bilenler bilir, Ali Ural Ali Ural’dır. Güzel Türkçe, özgünlük , “bir şey” anlatma derdi… Hassas bir bünyenin hassas, özgün dili…



Kitabın alt başlığı: Kaçış Hikayeleri. Ben ise “an”ın hikayeleri diyorum. Ve sonlar…Tersine dönen, birden çatallaşan,yön değiştiren sonlar…Keşke bu sonların hep farkında olabilsek diyorum kitabı bitirirken…



Biletsiz Yolcu, Barkod, Garson, Sanal Bebek, Tren, Protokol, Şemsiye,Mektup Açacağı … bol yıldız verdiklerimden. Kiminde incecik bir alay ve yergi, kiminde toplumsal yaralarımıza göndermeler, kiminde “eskimize” dair detaylar,kiminde mistik bir hava, kiminde şiirlere yakışacak satırlar…



E , hangi birini anlatayım şimdi, alıp okumak gerek!

BOSTAN

Yazarı: Sadi-i Şirazi

Yayınevi: MEB

Basım yılı:1967

Eserin yazıldığı tarih: 1257

Çeviren: Hikmet İlaydın



MEB'nın Şark-İslam klasikleri arasındaki bu eseri daha lisedeyken duymuştum; Gülistan ile beraber. Kitapçılara girdikçe aramış, bulamamıştım. 2. el kitap satan bir kitabevinde görünce aldım.



Çeviren, Sadi'nin beyitlerini düzyazıya çevirmiş, geniş dipnotlar ve açıklamalar düşmüş. Döneminin hükümdarına nasihatler içeren bu eserde Sadi,hikaye ve menkıbelerden faydalanmış.

Kitabı bitirmeden başka birine geçtiğimi itiraf ediyorum.

Gülistan'ın daha güzel olduğunu söylüyorlar. Umarım öyledir. Gerçi elimde yok şu an. Bostan'daki öğütler ise bence hala geçerli devlet yöneticileri için. Keşke tüm idareciler okusa bu tip eserleri; bulundukları mevkilere "halka hizmet" için geldiklerini ve herkese "eşit" davranmaları gerektiğini "unutmamaları" için.

NIETZSCHE'DEN


Yanıyor, kendimi eritiyorum


Tuttuğum her şey ışıyor,


Bıraktığım her şey kömür,


Alevim ben şüphesiz.

AĞIR MİSAFİR

Geçenlerde, uzun zamandır yapmadığım bir şekilde bir yasağı deldim.


Yapmamam lazımdı ama yaptım.

Allahtan pişman olmadım.

Gerçi işlediğim suç, sadece kendime karşı .

Zira kendime verdiğim bir sözü tutmamış oldum: Bir şiir kitabı aldım.



Kapağında şiir diye yazmışlardı.


İlk sayfalara baktım ve dedim: Evet, bu bir şiir kitabı olabilir.


Okudum, bitirdim. Evet, bu bir şiir kitabıydı.










Künye:


Şair: İbrahim Tenekeci


Yayınevi : Profil, 2008

Kitabın kapağında eserin aldığı ödülün bir köşeye sığıştırılmış olması da mütevaziliğin simgesi sanırım. ( TYB 2008 En İyi Şiir Ödülü)



Bazı şiirleri tümden sevdim, ama itiraf etmek gerekirse birçoğunu da parça parça…Aşina, klişeyi hatırlatan mısralar yok değildi .
Kafiye de önemsenmiş şiirlerde. Ama elbetteki kararında. Yakışmış:)
Yine de uzunca bir zamandır ilk kez güzel şiirlerle karşılaştım. Kendi dili ve dünyası olan, ama bize (bana) yabancı olmayan bir dil ve dünya…Sade,akıp giden…

Genel tema yükleyecek olursam kitaba; bu zaman ve bu dünyanın yaralarına bir osijenli su sıkma diyebilirim.

Fazlasını anlamam . İşte beni saran birkaç mısra:


KIRGIN

Mutsuzluk,o durgun su
Boş ev, bir sürü komşu…


Ah bu suratsız günler,

Yaşarsın göz ucuyla.


Terstir bütün vakitler:

Şimdi olmaz, sonra…


Tadın yok, yoksullar gibi.

Elin kalkmaz varlığa.


Akşam örtüyor seni

Büyük bir olgunlukla…


Bir ölüm kalmış, özü sözü bir.

Buna kırılmak denir…


UMAMİ: ZEHİRLEDİM SENİ

     Tanıdığım biri ile birlikte markete giriyoruz. Ben de birkaç tane hazır çorba alayım bari, diyorum. Karşı çıkıyor:

- Çok zararlı onlar,alma canım.

- Nesi varmış ki, diyorum, (gıda konularını takipteyim ama özel bir durum mu var gibisinden.)

- Hazır gıdalardan mümkün olduğunca kaçınıyorum da.

- Öyle tabii. Ama çoğunca bir şey gelmiyor elimizden diye ekliyorum.

- Mesela kola içilmez bizim evde senelerdir, diyor.

- Bizde de, diyorum.

     O, oğlu istediği için bisküvi, çikolata nevinden bir şeyler, ben de çorbaları alıp çıkıyoruz.

     Dur bi’ daha bakayım şu etikete diyorum. Pek de ünlü,yabancı bir marka.Senelerdir Türkiye pazarında.(Verecem be adını yazının sonunda) Doğal sebze vs.nin doğal şartlarda kurutulduğundan filan bahsediyor. Yabancı olduğum tek kelime “monosodyum glutamat”.

     Yaşasın internet!

     Food-info.net ilk karşıma çıkan kaynak oluyor. Geçen aylarda “şeker”için de oradan faydalanmıştım. Sonra meşhur Mayo Clinic’in bi’ soru-cevap köşesine bakıyorum. İngilizce bir- iki sayfa daha.

     Madde masum. Bir tür amino asitmiş; vücudumuz kullanırmış ,hatta kendisi rahatlıkla sentezleyebiliyormuş;doğal olarak bir çok gıdada bulunuyormuş; son zamanlarda ise bir bakterinin fermentasyonu sonucu elde ediliyormuş; maddenin ticari patenti 1907’ den itibaren bir Japon firmasındaymış; çok miktarlarda olmadığı sürece zararlı değilmiş; E kodu 621 imiş filan da falan.

     İyi. Rahatladım. Derken…..

     Esas noktayı yakalıyorum: Aroma artırıcılar grubundaki bu madde UMAMI adı verilen 5. bir tatmış! Tatlı, tuzlu,ekşi,acı bi’ de umami.
     Bu umami eklendiği yiyeceklerin lezzetini artırıyormuş.



     Ta-tam!

     Yani Yüce Rabbimizin öyle bir nimeti ki (!) bu umami ne pişirirsen pişir, içine birazcık bundan at, dünyanın en lezzetli yemeği oluversin, sen de en usta aşçı!
     Değinmek istediğim nokta-i mühimmeyi anladınız di mi?

     Peki çorba paketimin üzeirnde monosodyum glutamatın miktarı yazıyor mu?

     Ne gezer!

     Peki bu çok miktarlarda alındığında insan sağlığı için zararlı olan maddeyi kim denetliyor bizim için?

     Bence hiç kimse!

     AFİYET OLSUN !
…….

Buraya da birkaç alıntı:

MAKYAJ YAPAN ÖLÜLER

Yazarı : Ali Ural


Yayıevi : Şule Yayınları

Basım yılı : Ekim 2008





Buraya girişteki söz:

Makyaj yapan ölüler tabutlarıyla mezarlarına inerken, çivisi çıkmış bir saat duvardan yere düşüyor. Akrebi kopmuş bir saatin hangi zamanı gösterdiğini kimse bilemez.



Usta şair- yazar Ali Ural bu denemelerini Eylül 2oo3 – Eylül 2oo4 arasındaki gazete vb. medya organlarındaki haberlere dayanarak yazmış. İtiraf etmeliyim ki kitabı öykü kitabı diye almıştım. Gerçi bir kısmı hikaye tadında bu denemelerin. Hele Aynalı Sazan’ın Cinneti’ni öyle sevdim ki, üşenmediğim bir gün buraya yazacağım.



Yine İki kraliçe ve Altın Vuruş, Boyama Kitabından Yırtılmış Sayfalar, Kiralık Anneler, Son Anda Farkedenler Geri Dönün, Silmek Kolay Mı Sanıyorsunuz Bay Davignon?… ucunu kıvırdığım sayfalar arasında.



Geriye dönüp bu ülkenin ve dünyanın gündemini nelerin meşgul ettiğini – ve ne yazık ki benzer şeylerin hala devam ettiğini- görmek/ hatırlamak için mutlaka okunmalı. Ve deneme tarzı için. Temiz, duru bir Türkçe ve üslup için.



Özellikle vurucu kısmın sonlarda olmasıyla kurgu güçleniyor bu denemelerde. İlgili haber/ konunun gerektiğinde tarihi, bilimsel vb. detaylarına yer verilmesi de ayrı bir zenginlik katmış.



Bir insan (olmamız gereken) ve bir sanatçı hassasiyetiyle ahvale bakış…



Yazarın Yangın Merdiveni’ni de bu yıl okudum. Onu da ayrı yazalım.

BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK : TO KILL A MOCKINGBIRD





Yazarı: Nelle Harper Lee (1926 - ….)


Yayınevi: Altın Kitaplar

Basım Yılı: eylül 2009 , 4.basım

Çeviren: Pınar Öcal



                 Bunu okuyalı da iki buçuk ay olmuş. Olsun.



                  Çocuk gözünden bir öykü/roman nasıl anlatılır, fotoğrafik ve su gibi nasıl anlatılır bilinmek isteniyorsa bu kitap mutlaka okunmalıdır bence.



                    Kaldı ki Amerikan sinemasının, sıradan olan ve olmayan tüm filmlerindeki çocuk karakter ve sahnelerinin kaynağı bence bu ve bunun gibi hikayelerdir, iddia ediyorum. Zaten 1960 gibi bir yılda yayınlanmış. Kitap,Pulitzer Ödülünü ve filmi çekilince de film Oscar ödülünü almış.

                   Okumak da size kalmış, özellikle, dediğim gibi Amerikan sinemasının beslendiği “artık klişe haline gelmiş” karakter ve sahnelerin kaynaklarını görmek istiyorsanız.


Not 1: Yazarı pek kabul etmese de otobiyografik öğelerle dolu bir kitap. Yazar, babası gibi avukatlığı seçmiş, kitaptaki baba da avukat. Ve diğer öğeler. Ayrıca bundan başka roman yazmamış olan Lee, Truman Capote’un da çocukluk arkadaşı imiş.

Not 2: İzlediğim bir filmde (Infamous)Sandra Bullock’un canlandırdığı Nelle karakteri de meğer kendisiymiş.

BEN YAPTIM, OLMUŞ MU?

GOG

Kitabın yazarı: Giovanni Papini (1881-1956)


Yayınevi: İş Bankası Y.

Basım yılı: 2oo6, 5. baskı

Çeviren: Fikret Adil



        Okuyalı 6 ay oldu ama iyi kitap er ya da geç anlatılmalıdır.

         Alaycı, küçümseyen üslubu, yarı deliliği (bence deliliğe vurduğu zekası) ve milyon dolarları ile Gog sıradışı bir kahraman olarak rahatlıkla tanımlanabilir. Kitabı oldukça beğendim. Özellikle de ilk bölümü.


      Bildiğimiz kişi, olay ve düşüncelere gerçekten tersten baktırıyor. Üstelik hikaye tadında bölümler halinde yazılmış. Alıntı yapayım dedim ama seçemedim ki, öyle çok altını çizdiğim yerler, öyle uzun. Ama en çok: Edebiyatın Şaheserleri, Ford’u Ziyaret, Gandi’yi Ziyaret, Ben Rubi’nin Fikirleri,Hiçbir Şey Benim Değil, Pedokrasi bölümlerini sevdim.
      Hem bir celladı mesleğine aşık bir usta gibi anlatmak ve sevdirmek kimin aklına gelirdi ? :)



      Bence mutlaka okunmalı. İşte buraya da arka kapak yazısı:

THE CATCHER IN THE RYE / ÇAVDAR TARLASINDA ÇOCUKLAR -2-

S:23’den: “….Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.”

S:38’den: “… Ackley akşam yemeği saatine kadar odada takıldı, Pencey’deki nefret ettiği kişilerden bahsetti, çenesindeki o koca sivilceyi sıktı; mendilini bile kullanmadan. Doğrusunu isterseniz, o piçin mendili olduğunu bile sanmıyorum…”

S: 121’den: “…Bir şeyi çok iyi yapıyorsanız, bir süre sonra, dikkatli olmazsanız gösteriş yapmaya başlıyorsunuz. Ve sonunda da iyi olmaktan çıkıyor yaptığınız.”

S: 125’den: “…örneğin insanların çoğu arabaları için deli oluyorlar.Hafifçe çizilse bile üzülüyorlar,durmadan mil başına ne yaktıklarını konuşuyorlar. Arabalarını aldıkları gün , başlıyorlar daha yeni bir arabayla nasıl değiştiririz diye düşünmeye….”

Kitabın adının kaynağı ise sayfa 162’de.

         Bence, şimdi yazılsa bildik sayabileceğimiz ama sonraki kitap ve filmlere nasıl bir kaynak olduğu hemen anlaşılabilecek bir kitap Çavdar Tarlasında Çocuklar.

THE CATCHER IN THE RYE / ÇAVDAR TARLASINDA ÇOCUKLAR -1-


Yazar : J.D. Salinger   (1919- Ocak 2010, Amerika)

İlk yayın yılı : 1951     ( aslında ilk olarak 1945 ve 1946'da seri olarak tefrika edilmiş.)

Basım yeri ve yılı : YKY , 22. baskı, Mart 2010

Çeviren : Coşkun Yerli



          Kitabı birkaç saat içinde okuyuverdim. Ve her sayfası bir film sahnesi olmak üzere bir Amerikan filmi seyretmiş oldum. Mecburi bir Amerikan sineması seyircisi olarak filmden memnun kaldığımı söyleyebilirim rahatlıkla. :)

        Yazar ve bu kitabı için yeterli bir ön açıklamayı ikinci bölüme aldım zaten Wikipedi’den.
        Ben de birkaç satır kendim eklemek istedim. (Ama bu sıcakta kafam ve parmaklarım ne kadar iyi çalışacaklar, bilmiyorum.)
        Kitapta, yeniyetmelik bunalımlarını yaşayan 16 yaşındaki Holden’ın, içinde bulunduğu, bulunmaya zorlandığı düzene başkaldırısı yine Holden’ın ağzından, kendine has bakış açılarıyla (topu topu 3-4 günde olanlar hem de) anlatılıyor. Ve bu öyle samimi, gerçekçi, güzel yapılıyor ki kitabı en sevdikleriniz bölümüne rahatlıkla koyabilirsiniz.

        Tabii kitabın Holden’ın argo ve küfürlü diliyle yazılmış olması, bunalımdaki hemen her Amerikan genci gibi cinsellikle ilgili problemlerinin anlatılması bazılarımız için biraz nahoş gelebilir. Ama ben –en azından bu çeviride- korktuğum kadar müstehcenlik görmedim. Bu, kitabın beni içine çekmesinden dolayı da olabilir, tekrar okumam lazım anlamak için :) Tabii 1950’lerden bugüne dünyada ve ülkemizde müstehcenlik sınırları epey genişledi, o da ayrı bir mevzu.

        Kitapta altını çizdiğim hemen hiçbir yer yok. Ancak,bu etkilenmediğim anlamına gelmiyor tabii ki. Kitabın tüm ruhu, uslübunda: sadeliği ve Holden’ın samimiliği, kendine has düşünceleri ve safiyetinin kayarcasına anlatılışında.

        Bu arada çeviride de hiçbir aksaklık görülmüyor. Orjinalini bilmesem de iyi bir çeviri olduğu anlaşılıyor.

        Kapak da başka türlü olabilirdi. Fazla sade sanki?

        Off, çok sıcak!

KÜRK MANTOLU MADONNA

          Uzun zamandır erteliyordum Sabahattin Ali'yi okumayı. Yazarlığın Sırları vesile oldu, aldım ve okudum.
        Künyesi: Sabhattin Ali, Kürk Mantolu Madonna,
        Türü: Roman ( S.Ali'nin deyimiyle uzun hikaye, novella)
       YKY , 2010 Nisan
       İlk yayın yılı :1943



          Girişte Füsun Akatlı'nın 2002'de yazdığı bir önsöz var. Kitapla ilgili bir değerlendirme de sunuyor bu bölüm bize. Burada ben, özellikle kendimin de muzdarip olduğum bir konuda Akatlı'dan alıntı yapacağım şimdi: "....İlk basımı 1943'de yapılmış olan bu kitabı, altmış yıl sonrasının okuruna sunarken, dilinde ve anlatımında bir sadeleştirmeye gitmek gibi bir edebiyat barbarlığından kaçınan yayınevini, edebiyata, yazara ve okura saygısından ötürü kutlamak isterim. Genç okurların da, gerçek edebiyat zevkini ancak, Halit Ziya'lardan Sabahattin Ali'lere, onlardan günümüze uzanan, cumhuriyet dönemi edebiyatımızın dil zenginliğini ve lezzetini taşıyan bu yapıtları "aslından" okumakla tadabileceklerdir...."


     Romanın konusu ise melankolik bir aşk hikayesi. Ama öyle duru,akıcı bir dil var ki bu tip konulardan hazzetmediğim halde bir çırpıda okuyuverdim.
     Akatlı'nın da söylediği gibi klasik Rus romanlarının havasını taşıyan bu romanda olaylar bir su akışı gibi kolay ve olağan bir halde anlatılmış.

      Baş karakter Raif Efendi'nin bir erkekte hoş görülmeyen içe dönük ve çekingenliği ve bunun sebep olduğu insanlara küskünlüğü, benim için akılda kalıcı bir karakter olmasını sağlıyor. Her şeyi yerli yerinde bir roman. Ama ahım şahım bir kitap değil bana göre.



      Bir de şiirlerine bakalım bir ara . Onun olduğunu bildiğim bir kıta:

          Dertlerin kalkınca şaha

          Bir sitem yolla Allah'a

        Görecek günler var daha

        Aldırma gönül aldırma.

Katre- i Matem Yahut 66 Soruda Bir Cinayet

     İmkanlarım olsaydı kesinlikle bir film, olmadı bir TV dizisi çekerdim. Fazlasıyla hak etmektedir bunu Katre-i Matem.
     (O devrin İstanbul'unu set olarak geri getirmek kaç milyon liraya mal olurdu acaba? Ne bir İstanbul'lu ne de bir film yapımcısı olduğum için fikir yürütemiyorum. )
     Kitabı okumuş olanların hemen hepsinin ilk yorumu olan "Elimden bırakamadım, bir çırpıda okuyuverdim." cümleleri benim için de geçerli. Macera - polisiye tarzı diyebileceğimiz bu romanı soluk soluğa okuyorsunuz.

     Giriş kısmında anlatılanların gerçek mi yoksa kurgunun bir parçası mı olduğu hayli bir zaman düşündürdü beni doğrusu.

     Kitabın sonlarına doğru bunun kurgunun bir parçası olduğu kafamda ancak netleşti. (Günümüz konuşma diline ait kimi söyleyişler vb.sebebiyle.) Bu da ilginç bir not olarak düşülebilir kitap hakkında.

     Sayın Pala'nın Osmanlı dönemi edebiyatı (hassaten divan edebiyatı) ve dahi tarihi, kültürü hakkındaki geniş birikimini kitapta hemen farkediyoruz.

     Zaten kitabı bitirip "Şöyle sakin kafayla bir bakalım bütüne." dediğimizde Lale Devrini tarih kitaplarından değil bu romandan daha kalıcı şekilde öğrendiğimizi ve daha fazlasını öğrenme isteğimizin de uyandığını görüyoruz. Bence güzel bir noktası da bu Katre- i  Matem'in.

     Derine girilmese de bu bilgiler ve ayrıntılar romanı zenginleştiriyor : Layhar Sultanın çocukları, meşşatalar, kündekari şahnişinler, lalezarlar, şükufeciyan esnafı, filbahrilerin kokusu, Haseki Bimarhanesi'nin sahanlığı ve fıskiyesi,onüç yaşında İbrahim Paşa'ya gelin olan Fatma Sultan, çorbacıbaşılık, tomruk eminliği, Sadrazamın akrepleri, Sultanın asesleri,Tebrizli dervişin şivesi, oyuncakçı esnafının marifetleri,"küfür satan" helvacı,
Çeşme-i Nev Peyda, Çağlayan Sarayı, olmazsa olmaz "şehir oğlanı" Şair Nedim ve saray eğlenceleri, Lady Montegue, Hollandalı "lale ressamı" Bican Efendi, Dülger Kirkor Efendi, bugünün "Kriminal Dairesi"ne denk gelen saray birimi, hekimlerin maktülleri teşhisleri...Her bir bölümde yeni bir şey.

     Şimdi bakıyorum da romanın eksik gibi görünen yanı aslında bunca yeni, hoş şeyi tüm ayrıntılarıyla bilmek isteyişimiz galiba. Maceranın peşinden giderken arka fondaki kültür ve yaşantıyı daha çok görmek istiyoruz. (Detaylı bir mekan  ya da mekanlar arayışı noktasına mı geldik ?)

      Tabii benim gibi biri için, kesik baş ve vücut parçalarının bulunduğu sekanslar irkitiltici olmadı değil. Nakşıgül'ün katili kim diyerek bir anda dalıyoruz romana. O hızla da bitiriyoruz.

      İnternette bir yerde (Baktım yeniden şimdi; Milli Gazete yazarlarından birisinin eleştirisi imiş) romanın karakterlerinin akılda kalıcı ,güçlü karakterler olmadığı, daha ziyade olaylarla yürüdüğü eleştirisi yapılmıştı.

     Katılıyorum. Ama yine de az önce bahsettiğim detaylar ve bilgi yüklü  tasvirler bu boşluğu perdeliyor bence. Sadece sonlara doğru bazı yerlerde dönemle ilgili verilen bazı bilgiler satırlardan sırıtmış bana göre.(Öyle merakla okuyordum ki not alıp altını çizmemişim bile.)
     Dil yalın. Yazarın "Müstesna Güzeller"* kitabını birkaç yılda bitirmiş biri olsam da elbette oradaki beyitlerin dilini kullanacağını beklemedim. Ama ola ki öyle düşünenler varsa hiç ilgisi yok derim. Kaldı ki romanın içindeki derkenarların (hikayecikler diyelim) ve diyaloglarda geçen kimi beyitlerin bana hiç bir zararı dokunmadı. Gerçi heyecanlı heyecanlı okurken derkenarları atlamayı sıkça düşündüm.Hoş bunda hikayelerin çoğunu önceden biliyor olduğumu görmemin etkisi yadsınamaz :)

     Sayfaları çevirirken hatırladım: Kara Şahin ile Nakşıgül'ün düğününün yapıldığı konağın yerinde, cinayetten sonra nasıl olup da yeller estiği, çevredeki bir Allah'ın kulunun konağı bilmediği bölümü nasıl merakla okumuştum. En sonunda bunun nasıl olduğunu "Vay be!" diyerek anlayacaktım.Doğrusu hiç aklıma gelmemişti bu soruya böyle bir açıklama.

     İlk birkaç bölümden sonra -neden bilemiyorum- Da Vinci Şifresi aklıma geldi sık sık. Bir benzerlik var mı aralarında? Bakayım:

İkisi de macera kitabı. İkisini de yakın derecede merak ve sürükleyicilikle okudum.

İkisinde de mekanları merak ettim.

İkisinden de yeni "bilgiler" öğrendim.

İkisinde de olaylar, maceralar sürüklüyordu kitabı.

Ama Katre-i Matem daha bir leziz geldi bana. (Anadilimden / geçmiş zamanımıza  merakımdan dolayı mı acaba? :))

Da Vinci Şifresi'nin filmini yaptılar. Hiç merak etmedim.

Ama Katre-i Matem'inki yapılsa kesinlikle merak eder ve izlerdim.( Büyük bir ihtimalle de hayal kırıklığı yaşardım. :))
     Neyse gerisini de okursunuz artık :)

*12 yıl önce  almışım. Sabredip herkes okumalı bence.

HUZUR, BİR PARÇA !

       Huzur, A.H.Tanpınar


      Tercüman 1001 Temel Eser Serisi

      Basım yılı yok. Ama kitabın muhtemelen ilk sahibi,1973 yılını imza atmış: Ankara 1973

      Huzur’u ikinci el kitapçılarda uzun bir zaman aramıştım. Özellikle eski bir basımı istiyordum zira Tanpınar’ı orjinal kelimeleriyle görmem ihtimali daha yüksekti.

      Lisedeki edebiyat derslerinde A.H.Tanpınar’ı sadece Bursa’da Zaman şiiri ile tanıtmışlardı.

      Yıllar sonra onun -kendi deyimiyle- sükut suikastına uğradığını öğrendiğimde nedenini anlamaya çalışacaktım. Yazarın yaşadığı dönemi az çok inceleyip Huzur ile Saatleri Ayarlama Enstitüsü kitaplarını okuyana dek de fazla birşey çözemeyecektim. Tabii O ve eserleri üzerine son zamanlarda yazılmış kıymetli birkaç makale de bunda etkili olacaktı.

     Romanın geçtiği zaman dilimini 1930-1935 civarı olarak not etmişim. Kitabın yazım yılı ise 1949.

     Mutlaka Huzur’u okumalısınız, Tanpınar’ı görmelisiniz diyenlere hak veriyorum şimdi. (Sayın A.Ural, benzetmeler hakkındaki düşüncelerinize kesinkez katılıyorum!)

     Romandaki atmosfer, o dönemin İstanbul’u, insanları ve aydın denen kesimin düşünceleri, ikilemleri, Tanpınar’ın o harika ve orjinal benzetmeleri...

     Evet, zaman zaman bazı yerlerde bir şeyler biraz karışıp dolaşıyor ama genele baktığımızda mutlaka okunması gereken bir eser Huzur.

     Bu basım ne kadar orjinale bağlı kalmış bilemiyorum ama gayet duru bir anlatım dili var.

     İlahi bakış açısı ile yazılmış.

     Konusu dersek; Mümtaz’ın birkaç günlük hikayesi diyebilirim. Mümtaz’ın yanında büyüdüğü kuzeni İhsan’ın hastalığı üzerine değişen his ve fikirleri, hayat ritmi, bu arada Nuran ile olan ilişkisini hatırlaması ve değerlendirmesi gibi genel bir çerçeve çizmek yanlış olmaz sanırım.

     İlk bölümün adı da İhsan. Diğer bölümler de diğer karakterlerin adları ile isimlendirilmiş.

     Şimdi Huzur’dan bahsetmek o kadar da kolay değil aslında. (Hani okumamın üzerinden de biraz zaman geçti itiraf edeyim :)) Hisli Mümtaz ile “boşanmış “ bir kadın olan Nuran’ın birden başlayıp evlenecekler derken biten aşkları ön planda gibi.

     Asıl güzeli ise bana görmediğim ve asla göremeyeceğim bir İstanbul’u sevdiren tasvir ve anlatımıyla İstanbul fonu. Belki de asıl karakterlerden biri İstanbul ? Savaş yorgunu İstanbul’da kalpleri ve zihinleri yorgun insanların seçtikleri,seçmek üzere oldukları yaşama biçimleri...

     Bir yandan tango ve fokstrotlar, diğer yandan bir mahur beste, nevakâr ve Dede Efendiler... Kim, neyi, niçin dinliyor?

     Kitap İhsan’ın hastalığının ailede yarattığı değişiklik ve üzüntüyü tasvirle başlıyor; Mümtaz’ın günlerdir dışarı çıkamaması olağanüstü bir haldir, hastanın baş ucunda bekliyordur.

    En iyisi altını çizdiğim satırlar:

“ Bu sabah tren düdüklerinin bambaşka korkularla kanattığı uykusundan, Mümtaz, gene bu üzüntü ile uyandı.”

“...Fakat bizim memlekette aranan kaybolur. Şark, oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir. Mesela İhsan iyi olduktan altı ay sonra bile bir- iki hastabakıcı onu arayacaktır. Fakat lazım olduğu zaman...”

“....günün birinde büyük yenge mutad ziyaretini yapmaya karar verir ve merhum Selim Paşa’nın kızı, refakatinde kimse olmadan sokağa çıkamayacağı için Üsküdar’daki Arife Hanım’a haber gönderilir. Arife Hanım tayin edilen günde gelir, o geldikten sonra üç-dört gün üst üste “ yarın gitsek, şu herifi görsek...” diye devam eden kısımda büyük yengenin kimsenin başaramadığı iş olarak kiracısından kirayı alma bölümü çok hoş. Kendi başına bir kısa hikaye konusu.

Macide’nin kızını kaybettiği zamanın anlatımı da basit, öz, kısa. Bu yüzden çok dokunaklı. En azından benim için .

“...Bu, bir sene evveldi. Mümtaz ,etrafına, bu bir sene evveline dönebilmek için en kısa bir yol arar gibi bakındı. Yedişehitler’e kadar geldiğini gördü. Fatih şehitleri, küçük taş lahitlerde yan yana uyuyorlardı.........neredeyse mukavvadan zannedilecek fakir bir evin penceresinden bir tango sesi geliyor. Yol ortasında toza bulanmış kız çocukları oyun oynuyorlardı. Mümtaz onların türküsünü dinledi: Aç kapyı bezirganbaşı, bezirganbaşı/ Kapı hakkı ne verirsin, ne verirsin?”

İşte bir benzetme: “...yumuşak ve taze çimen rüyası sesiyle...”

Yine Mümtaz’ın acı çocukluk serencamının anlatılışı da duru, öz, abartısız. Babasının S... nin işgali sırasında, şehri terk etmelerine bir saat kala öldürülüşü, hele o mezar kazılışı sahnesi... Bana çok sinematografik geldi.

Sonra annesiyle kaçıp güneye bir yere göçmeleri, annesinin de ölümü... Bunun üzerine İstanbul’a İhsan’ın yanına gönderilmesi:

“.... çok karanlık, çok siyah, sessiz bir yer istiyordu......çocukların güneşte kırılmış ayna gibi insana batan berrak çığlıklarla gülüp konuşmadıkları bir yer....”

      Bu yazı çok uzayacak. Devamını ertelemeli.

HECE ÖYKÜ

               Hece Öykü ile geç kalınmış bir tanışma yaşadık birkaç gün önce. Okumam  bitmedi ama daha başlar başlamaz sıcak bir esinti gönderdi sayfalarından. Şimdiye dek elime geçen edebiyat-öykü dergilerinden farklı olacağını zaten biliyordum, zira senelerdir sağlam bir yeri var Hece'nin .

              Şubat -Mart sayısı Albert Camus incelemesi ile açılıyor. Dosya konusu ise Çağdaş Afganistan Öyküsü. Bunu özellikle merak ediyorum. Batı dışında inceleyeceğim ilk ülke olacak.

              İlk bölümdeki öykülerden Yunus Develi'nin öyküsü, üslubu ve mizahiliğiyle beni kendine bağladı. Deniz Özbeyli'ninki de güzeldi. İyi  ve değişik bir hikaye diye düşündüm.

              Okumam ilerdedikçe notlar gelecek, buna eminim.

"AŞK " BİTTİ, NİHAYET!

Aşk ve aşkın 40 kuralı!

Gönlü geniş ve ruhu gezgin sufi meşreplilerin 40 kuralı!



                                                                               

     Evet, Aşk’ı bitirdim nihayet. Baştan söyleyeyim; hayal kırıklığı oldu benim için. Okumadan önce internette bazı köşe yazarlarının yorumlarına, sert eleştirilerine rastlamıştım. Umarım o kadar da değildir diyordum ama neredeyse o kadar!
     Oysa Elif Şafak’tan hiç değilse daha özenli bir çalışma beklerdim. Gerçi onun sadece Araf’ını okumuş biriyim ama bu kesinlikle onun kadar iyi değil.

     Bilhassa sonlara doğru kitap iyice soğutuyor kendinden. Hele de konu Mevlana Hazretleri ve sufilik olunca insan ister istemez çok iyi bir şey bekliyor. Elbette birebir bir yaşam öyküsü beklemiyoruz, kurgulanmış, gerçekte yaşanmamış şeyler yazılabilir ama öyle kısımlar, cümleler var ki biraz İslamiyeti ve sufiliği bilen birisini hayal kırıklığına uğratabilir. Biçimde ise konuşma ağzının getirdiği basitlikten başka bir sorun göremedim.





Öncelikle kitap bilgileri:

1.baskı,2009

Doğan Kitap

İngilizce aslından yazarla birlikte çeviren: Yiğit Us



          İlk önce şu genel kanımı söylemeliyim: Kitap sanki genel Amerikalı okuyucusu için yazılmış gibi daha çok. Çoğu sahneler size, sıkça izlemiş olduğunuz bir Amerikan “aile- birey-toplum ilişkisi” konulu filmleri hatırlatacaktır: İstediği (istediğini sandığı) aile ve sosyal mertebeyi elde etmiş ama içten içe huzuru/mutluluğu olmadığını bilen, kırkına girecek bir ev kadının, kendi öz isteklerini anlama ve onun peşinden gitme süreci…


          Bu arka fonda, Şems ile Mevlana’nın tanışma, kaynaşma serencamını anlatan roman (kadın karakterin çalıştığı yayınevinin incelemesi için ona verdiği roman).


          Biçim olarak ilahi bakış açısıyla yazılmış. Ancak kadın karakter Ella’nın bölümleri dışında romandaki karakterlerin ağzından yazılmış bölümler söz konusu, tıpkı bir günlüğün sayfaları gibi; Mevlana’nın, eşinin, oğullarının, Şems’in ve diğerlerinin…

          Kurguda sorun göremedim. Kendini merak ettiren bir kitap olarak başlıyor ve ilerliyor.

         Başta da dediğim gibi biyografik bir çalışma beklemiyoruz bir kurgu roman için ama hiç değilse 1240lı yıllarda geçen kısımlarda Şems ve diğer tüm karakterlerin bugünün argosu ve kavramları ile konuşmamasını beklerdim ben. Şems, Kalenderi bir derviş olsa bile bugünün argo kelimelerini, konuşma dilini, “göz kırpmalarını” kullanmasaydı. Diğerleri de öyle. Kitabın Amerikan toplumu ilk plana alınarak yazılmış dememin bir sebebi de bu: Amerikan konuşma ağzının Türkçe’ye çevrilmişi gibi geldi bana.(Dizilerden bilebildiğim kadarıyla söylüyorum :)) (Allah’tan rol çalmak, yerse, şafak 624,bozuk çalmana gerek yok…ve aşağıda belirttiğim diğerleri)


       Çöl Gülü karakterinin hikayesi, Kerra’nın hikayesi… Filmlerden çıkma gibiydi. Evet, görsel ve sorunsuz ama orijinal bir tat bırakmadı bende. Öyle ifade edeyim.


       Kitabın genelinde bu günlük konuşma ağzı var. Ama dediğim gibi bir şekilde oturmamış hikâyeye.

         Ve asıl nokta: Mevlana ve Şems hazretlerinin, Mevleviliğin (ilk oluşumu da olsa) anlatımına gelelim. Ben zamanında bu konuda, küçük, samimi okumalar yapmış birisi olarak memnun kalmadım. Güzel noktalar yok muydu? Vardı elbette. Mesela Şems’in ve Mevlana’nın rüyaları, Şems’in sonunu bile bile Konya’ya gitmesi gibi biz doğu toplumunun aşina olduğu ve sevdiği öğeler. Ama dedim ya Elif Hanım’dan biraz daha özenli bir çalışma beklerdim.
         Sufiliği bilmeyen için İslam dininin sınırlarının aşırı genişletilmiş bir yorumu gibi gelebilir mi acaba, diye de düşündüm.

         Nasıl desem ….bilemedim…
        Gelelim altını çizdiğim yerlere:

……Michelle gibi hırslı ve kariyer odaklı bir kızla takışmaya niyeti yoktu…..S: 25



……Nereden bilebilirdi ki Ella, bunun öylesine bir roman olmadığını? Nereden bilebilirdi ki tüm hayatının akışını değiştirebileceğini?............S:30    (Çok klişe geldi bana)



Yıllanmış korkunçluğu, katılığı ile bilinen katil, cinayet için: “bu zehir zıkkım günahı” diyor. S:41



….Köylü beni şehir merkezinde atınca ilk işim kalacak bir yer aramak oldu…(Şems diyor bunu) S:143





S:216’dan itibaren başlayan kısımlarda;


Kız kardeşim elini çırptı, “Ayıldı, yaşasın Kimya geri geldi.”


Bir bilge adam, hayaletler, ruhlar gören (!) Kimya için “Kızınız müstesna bir çocuk. Allah ona büyük bir kabiliyet vermiş….” diyor.


(Bildiğim kadarıyla İslam’da hayalet yoktur. Ruhlar da öyle elini kolunu sallayarak dolaşamazlar. Bilhassa dinen büyük zatların ruhları ancak Allah’ın izniyle serbesttirler. İlerleyen bölümlerde de Kimya’yı, yabancı bir kanalda oynayan “Ghost Whisperer” dizisinin kahramanı olarak buluyoruz zaten.)



“Kızım Kimya özel bir çocuk.” Diye başlıyor kızın babası Mevlana’ya anlatırken…(1240’larda böyle bir tabir var mıydı diye düşündüm ister istemez )



S:219’da sadece Kimya’nın görebildiği hayalet (Mevlana’nın ilk eşi) kimya’nın ellerini tutuyor ve “Söz veriyorum, her şey güzel olacak” diyor.



S: 247’de anlatılan Şems ile Kimya’nın yakınlaşma sahnesi ise bana C.Firth ile S.Johanson’un oynadığı İnci Küpeli Kız’daki bir sahneyi anımsattı.
Ve itiraf etmeliyim ki “asi” de olsa bir dervişin bu şekil bir “kayma” yaşaması beni rahatsız etti. Ne diyeyim, o da bir insan(dı). :)

S:377’de kimya Şems için “Beni yaratıcı düşünmeye sevk ediyordu.” Diyor.


Bir de şu 40 kural. Bilen birisi sufilikte böyle 40 kural filan yoktur dedi. Çoğu güzel şeyler anlatsa da “fazla özlü kaçmış” gibi geldi bana.


37. kural da kafama takıldı: “ Tanrı kılı kırk yaran, titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey tam zamanında olur.”denmiş.

Elbette o her şeyin zamanını bilir, ancak çalışmasına gerek yoktur: Ol deyince oluverir her şey bir anda!


Benzer daha birçok yer var. Ama hepsini yazmaya ne gerek var?

                                                 Hayal kırıklığı ve muz kabuğu Pepe!

merhaba demeli

Uzun süreden beri düşündüğüm bir şeyi (çoğu zaman yaptığım gibi) birdenbire uygulamaya koydum.

Hadi hayırlısı!