AYNI DİLİ KONUŞMAK...


Dil felsefesi üzerine yapılan çalışmalarda gramatik dilin sınırlı ve dar yapısı içinde hakikatin ne kadar ifade edebileceğimiz tartışılmaya başlandı. " Dilimiz düşüncelerimizin sınırlarını belirler" sözü insanı dilin mahkumu yaptı. Sınırsız olan hakikat sınırlı dil içerisine nasıl birebir taşınabilirdi? Bunun üzerine dil-ötesi ifade biçimlerinin de önemi vurgulandı. Beden dili, simgesel dil, sözsüz aktarım, sessizliğin sesi, semiyotik, semantik, yapıbozum vb. dil felsefesi yöntemleri, hep gramatik dilin sınırlarını aşma çabalarıydı. Bu noktada bilhassa hermenötiğin yeniden  önem kazanması teknik anlamda tasavvufu çok yakından ilgilendiren bir husustur. Bir metnin ilk okuma ile elde edilen anlamı o metni tüketmek yani metnin anlamına sın noktasını koymak demek değildir. Bir metnin anlam katmanları vardır; okuyucu bu metnin labirentlerinde ilerlemek suretiyle onların içlerine nüfuz eder. Objektif olan ilk okumanın dışında sübjektif alanlar da vardır ki metnin gizli özelliklerinin bulunduğu alan burasıdır. Kimi uzmanlara göre esas metin budur, yazıda gözüken ise bunun bir yansımasıdır. Modern düşüncenin, özellikle dil felsefesi ve edebiyatın vardığı bu noktalar ile tasavvufun söylemi arasında büyük paralellikler bulunmaktadır.

KOMŞU KOMŞU


“İşte gene meyhane.* Şimdilerde meyhane demiyorlar ama olsun, ben gene meyhane diyeceğim. Babam da öyle derdi, dedem de. Buraya her girdiğimde sadece bugünü unutmakla kalmıyorum*,onları da hatırlıyorum, mesela, babamın beni ilk kez rakı içerken yakalayıp da bıyık altından güldüğü geceyi. On üçümdeydim. Naci’yle iddiaya girmiştik.

Hep böyle korka çekine gitmezdim meyhaneye. Cebimiz para doluydu. Kapılarda karşılanırdık. Şimdi iki zıkkımlanmadan bakıyorlar gözümüzün içine. Sonra da niye hır çıkarıyormuşum diye laf ediyorlar. Sizin yaptığınız haysiyetsizlik değil mi ulan! Ne çabuk unuttunuz babanızın babamdan borç alarak burayı açıp da iş-güç sahibi olduğunuzu!”

- Pezevenkler!
- Abi sus ya, n’oldu gene?

EPİGRAFLAR


10.*
Ben âşıkım, sözüm de benim âşıkanedir.
                                                           Şeyhülislam Yahya

11.*
Velhasıl onlar vurdu biz büyüdük kardeşim.
                                                           Ece Ayhan

12.*
İnsanoğlu varlıktaki gizliliğin bilmez
Hem aslı nedir, faslı nedir; nicesin bilmez
Herkes gücü yettikçe mırıldanıyor amma
Cevher nicedir, kimse onun değerin bilmez.
                                                           Hayyam

ANLIK


Beni sevdiğini söylediğinde, buna hemen inanacak durumdaydım. Başka zamanlar olsa, en azından, bu kadar kısa sürede mi, diye sorardım.

Dut yaprakları, bahçede, sarmalık olacak kadar irileştiğinde, yarım kilo kadar topladım. Yürek şeklindeki bu yaprakları sarması daha kolaydır. Daha çabuk pişer üstelik. Pişince, tatlı, koyu bir yeşil renk alırlar. Akşam, bunlardan bir tabak ona götürmeye karar vermiştim. Akşam üstü yola çıktım. Taksiyle beş dakikada varırdım yazıhanesine. Vardım.  Vardığımda, maksimum mini etekli bir kızıl saçlıyla öpüşüyordu. Göbek göbeğe, sıkıca. İyi manzaraydı hani.

“Orospu çocuğu” dedim kuvvetlice,bastırarak. Streç filmle kaplı tabağı elimde sıkıca tutuyordum. O piçin kursağına tek lokması girecek değildi. Sırtımı dönüp çıkacakken hırsımı alamayıp bir kez daha baktım arkaya ve yineledim.  Ölü anasına saygıyı düşünecek durumda değildim elbet.

Desenli, külotlu naylon çorabıyla daha bir parlayan bacaklar, önünden ayrılmıştı. Çıktım kapıdan. Ellerim titriyor, kafam da kaynıyordu muhtemelen. Arkamdan yetişip elini omzuma bastırdı: “Ne desen haklısın ama bir anlık bir şeydi bu, lütfen, akşam arayacağım seni, lütfen telefonu aç.”

Beni tanıma fırsatını kendisi için yaratmış oldu böylece: “Bu benimki bir anlık değildi, orospu çocuğu.”

KAPALI KAPILAR ARDINDA



Uuuuupuzun korku filmlerine ne gerek, aha da alası :p

YÜRÜ BE KOÇUM KİM TUTAR SENİ BİZDE SÜRÜ GÜDÜSÜ VARKEN!


BEN izlemedim tümünü, midem kaldırmaz, valde hanım izledi. Balçova Belediyesinin saygıdeğmez başkanı nihayet lütfedip ekranlara çıkmış!

Sadece şunları ekliyorum:

Sunucu: - Efendim, Superonline'ın çalışmaları sırasında su ve termal boruları kırıldı taşeron firma tarafından. Ne diyorsunuz bu duruma?
- Tüm hizmetlerimiz Balçova için. Olacak o kadar.

!!!!!

Yahu, hadi ben sistem ve kontrol uzmanıyım ama 14 yaşındaki kuzenim bile söylüyor şunu: Abla ya başına hiç adam dikmemişler, patlattı bu denyolar bütün boruları!

Bir de ne eklemiş beyefendi ,annem saçını başını yola yola bir kaldı duyunca : Kazılar yapılırken tankerlerle her yeri suladık ki toz kalkmasın, evlere dolmasın.

Vay, ne büyük hizmet,ne büyük çözüm!

Allah sizin gibilerle terbiye ediyor ya bizleri....

öncesi burada

YAŞASAYDI KİM BİLİR DAHA NELER YAZARDI…


Puşkin'in Yevgeni Onegin'i hemen herkesçe biliniyor olmalı. Aslının muazzam bir manzum şiir olduğunu bu kitabın başındaki güzel önsöz-incelemeden öğrenmiştim. Eski basım kitapları bu yüzden daha çok seviyorum; faydalı önsözler oluyor içlerinde. Çevirmenimiz ise Ataol Behramoğlu. Hemi de Rusça aslından çevirmiş. Bu seriden (Cumhuriyet Dünya Klasikleri ki H.Ali Yücel'in, bakanlık döneminde çevirttiği klasikler serisinin yeni basımları)  aldığım kitapların çoğunda var çevirmen olarak.

Bahsettiğim kitap Yüzbaşı'nın Kızı. Şöyle bir bakayım ilk sayfasına diye elime aldım, bırakamadım.Gecenin sonuna doğru bitirmişim. J Akıcı,esprili (komutan yerine komutanlık eden karısının tasviri misal), harika bir anlatım. Subay okuluna gönderilen soylu bir gencin gittiği dağbaşında, komutanı olan yüzbaşının kızına olan aşkı ve savaşın ve rakip bir âşığın araya girmesiyle çetrefilleşen hoş bir macera, diye kısaca konuyu özetleyebilirim. Ama bu kısa romanın anlatımındaki güzelliği küçümsememeniz için Gogol'un söyledikleri ve başka ifadeleri de üşenmeyip yazıyorum. (Üşenmeyip okuyabilirsinizJ)

Puşkin anlatı alanında başyapıtı olan Yüzbaşının Kızı'nı 1836 yılında tamamlayıp yayınladı. Gogol romanla ilgili olarak şunu söylemektedir: Yüzbaşının Kızı ile karşılaştırılınca bütün romanlarımız ve ve büyük hikâyelerimiz yavan kalıyor. Saflık,yumuşaklık öyle bir yükseliyor ki bu yapıtta, gerçek bile yapmacık ve karikatürize edilmiş gibi görünüyor. Ortaya gerçekten de ilk olarak Rus karakterleri çıkıyor. Kalenin basit komutanı, karısı,bayraktar, biricik topuyla kalenin kendisi,zamanın karışıklığı, sıradan insanların o alçakgönüllü büyüklüğü. Bütün bunlar yalnız gerçek değil, onu da aşan bir şey.

Kitap hakkında edebiyat çevrelerinde ileri sürülen bir görüş de şuymuş: Yüzbaşının Kızı yazılmasaydı,Tolstoy'un Savaş ve Barış'ı da yazılmazdı.

Bu arada bir tesadüf de Cihat Burak'ın anılarını okurken yazdığım ahlak ile ilgili paragrafa Yüzbaşının Kızı'ndaki şu cümlenin denk gelmesi oldu:

" (…) Genç adam! Bir gün bu yazdıklarım eline geçerse, en yararlı, en köklü değişikliklerin, ancak ahlâkların düzelmesi yoluyla, hiçbir zorlayıcı sarsıntı olmadan gerçekleşenler olduğunu unutma." (s.76,77)

SEKS KÖLELİĞİ Mİ DEDİN SAYIN DİBİNE DÜŞEN ARMUT?


Pınar Kür'den ilk okumam Akışı Olmayan Sular öykü kitabıydı. Çok etkilenmiştim. Düşünüyorum da, hikâyelerinin çoğu aklımda kalmış nadir yazarlardan olmuş Pınar Kür…İlginç, şimdi yazarken fark ettim.

Asılacak Kadın'ı okumaya karar verişim, yazarın, epey önce SkyTürk'te yayınlanan bir röportajından sonra oldu. Bu arada annesi İsmet Kür, H. Nusret Zorlutuna'nın kızkardeşiymiş. Edebiyatçı aile, armutlar dibe J

Asılacak Kadın, 80 sonrası yasaklanma talebiyle dava edilmiş. Romanın konusu gerçek bir olaydan alınma ve haliyle cinsel içerikli. Ama tutup bunu iddianamedeki gibi (kitabın sonuna eklenmiş Pınar Kür'ün savunmasından öğreniyoruz) yalnızca cinsel tahrik amacıyla yazıldığını savunmak mantıklı değil, zira savunmada da dendiği gibi, 15 yaşındaki korumasız bir kızın zorla ve sapıkça cinsel ilişkilere sokulmasının anlatımından tahrik olacakların ruh hastası    olmaları kuvvetle muhtemeldir.

Olayın gerçek olması, ve ne yazık ki N.Ç'ler gibi, Ö.Ç'ler gibi halen ve halen devam ediyor olması tüyler ürpertici. Uzun lafa gerek yok. Hepimiz her şeyin farkındayız…


Bir not: Selim İleri'nin de sıkça söylediği gibi, edebiyatımızda saklı ne isimler var, ki tarihimize de ışık tutuyorlar aslında...

BİR MUHALİF KIZI Halide N. Zorlutuna: (d. 1901, İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu - ö. 10 Haziran 1984, İstanbul, Türkiye), Türk şair, yazar, öğretmen.
"Kadın yazarların annesi" olarak anılır. (…) Halide Nusret'in babası Avnullah Kazimi Bey, 1908 yılında "Fedekeran-i Millet Cemiyeti" adlı bir siyasi parti kurup muhalefete başladığı için İttihat ve Terakki Partisi yönetimi tarafından yıllarca sürgün ve zindan hayatı yaşamak zorunda bırakılmıştı; bu nedenle Halide Nusret çocukluğunda babasını çok az görebildi. (…) DEVAMI üstteki wiki linkinde.



KALDIRIM YOSMALARININ AYRIMCI SEVİCİSİ CİHAT BURAK


Cihat Burak (1915-1994) mimar ve ressam olarak tarihimizde yerini almış bir isim.  Bendeki yeri de maalesef ismendi. Resme neden bu kadar uzağız (şimdiki) toplum olarak diye düşünmüşümdür sık sık. Sinema,tiyatro,konser…bunlar iyi kötü ilgi görür de resim sergilerine filan daha az gidilir sanki? Doğru dürüst ressamların çıkmayışından mıdır? Kendim bile resmi çok sevdiğim halde Türk resim tarihiyle ilgilenmemişimdir misal.(İslam dinindeki tasvir yasağını öne sürecekler içinse naçizane Beşir Ayvazoğlu'nun Aşk Estetiği kitabını öneririm) 

Neyse efendim, Cihat Burak'ın 1992 Yunus Nadi Ödülü (Nasıl bir ödüldü bu aceba?) almış, anılarını öyküleştirdiği kitabı Yakutiler. Sahafta denk geldim ve almış bulundum. 

Kitabın artısı, yazarın yaşadıklarını anlatarak bir nevi kişisel tarih yazmış olması. İstanbul'un kendi çocukluk ve ilk gençliğine göre geçirdiği değişimlerden tutun da genelev alışkanlıklarına, mimar gözüyle değerlendirilen yapılardan (bkz. Ece Ayhan'ın şiirinde de,Sait Faik'in bir yazısında da geçen Çanakkaleli Melahat nam-ı esas genelev mamasının yaptırdığı mermer bina :)) Paris anılarına, politik düşüncelerine dek, bohemliğinin birçok şeyini açık yüreklilikle, biraz da üstten bakarak yazmış Burak. Başarılı, ilginç,yaşanmış öyküler olmuş hepsi.  

Bir kez daha kanıtlanan ise şu oldu: Türkiye'nin şu an içinde bulunduğu ahlaksız kapitalizmin, insana  değer vermeyişin temelleri ta o zamanlara dayanıyor. Çözülme, yakın bir tarihe ait değil. Cumhuriyet dönemini, az öncesini anlatan her anı-kitapta benzer şikâyetlerin altını çiziyorum ve bir toplumun,bir gecede ya da birkaç yılda çözülüp bozulmadığını anlıyorum. Dolayısıyla toparlanması da o kadar kolay olmuyor. Bunu gördükçe ülkem ve genç nesilleri için kaygım artıyor…

Ahlaksızlık derken herhangi bir dinin,toplumun kurallarından ziyade "insana" değer vermeyişin de altını çiziyorum burada. Kim ne derse desin ahlakın ortak ve temel bir tanımı yapılabilir ve bu önce insana değer vermektir. İnsanı daha başta sadece insan olduğu için değerli ve şerefli olarak kabul ettiğiniz an bir şeyler yoluna girecektir bu ülkede…  -izm'leri değil de "Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü" güzelliğine varmanın ya da oradan yola çıkmanın enginliğini düşünerek yazmayı bırakıyorum…



Bir not: Yukarıda link verdiğim Ece Ayhan hakkındaki blog yazısını ben gibi Ece Ayhan bilmeyenler için öneririm.

VAHŞİ ALMAN KLEIST


"Kleist, salt gerçekten daha çok varlığın bilincindeydi: sürekli olarak yabanıl yaşadı; hatta kendi çağına ve çevresine bile düşmandı. Öteki insanların tutarsızlığını ve bağımlılığını hiçbir zaman tam olarak anlayamadı. İnsanlar da Kleist'ın o anlaşılmaz katılığını, fanatik abartıcılığını kavrayamadı.(Stefan Zweig)
Kleist'ın ruh dünyası iki ayrı parçaya bölünmüştü; tropik yakıcılıktaki fantastik dünya ile donuk,soğuk, çözümsel madde dünyası. Dolayısıyla sanatı da bu ikilemin etkisindeydi ve en uç noktaya kadar uzanmaktaydı. Kleist'ı sınırlı ve kısır bir drama yazarı olarak tanımlayan eleştirmenler, öykücülüğünü önemsemişlerdir. (…) Kleist öykülerinde kendi benliğini bütünüyle devreden çıkarır, tutkularını bastırır, yazar olarak kendini bütün olarak silikleştirip -çok büyük beceriyle- yalnızca katılımsız bir gözlemci olur. Doğal olarak bu da sanatın tehlikeli bir yanı sayılabilir. Alman edebiyatında onun öyküleri kadar gözlemci,donuk ama o oranda da ustaca bir maddecilik sergilenmemiştir. (…)"  (Önsözlerden.)

Cancan yayınlarının yaz kampanyasından almıştım Locarno Dilencisini. Ve içindeki öyküler Borges, Marquez ya da Fuentes'in büyülü gerçeklik tarzını çağrıştırsa da yukarıda alıntıladığım gibi daha donuk, masalımsının sonunda düz gerçek, realist öykünün sonunda sürrealist bir son gibi karışımlarla yazılmış. Okunabilir ama şart değil bence J

Bir not: İntihar eden Türk  şairler hakkında bir kitap yayınlanmış galiba. Bulamadım ama intihar etmiş ünlü yazarları  sıralamak geldi içimden bir yazıda. Hemingway,Zweig,Kleist,Nerval,Pavese,Woolf,Plath…ilk aklıma gelenler oldu.
***

AZALTILMIŞ KOZMETİK/ AZALTILMIŞ KANSER İHTİMALİ


Efenim, öncelikle

Nasıl çatkapı gelene Tanrı misafiri deyip buyur ediyorsak, ödülleri de öyle kabul edip alacağız bu fani pardon sanal dünyada.  İşbu saikle monsieur Deeptone'un verdiği sevimli blog ödülünü alıp kendisine teşekkür ediyoruz: Teşekkür J

Blogstarda da sevimli blog olmuştuk, hatırladım. İki defa da "versatile blog" yani çok yönlü blog seçilmiştik. Hımm… J

Bu girizgâhtan sonra yazının diğer kısmına geçiyorum:

Bildirim: Yazının bu kısmı her ne kadar hatun kişileri ilgilendiriyor gibi görünse de kozmetik kullanımı artmış erkek cibilliyetini de, ıslak mendil,pişik kremi, bebek bezi,diş macunu derken bebek ve çocuklarımızı da ilgilendirmektedir. (Bildirim sonu)

Geçenlerde makyajla ilgili bir yazı yayınlamış ama sonra kaldırmıştım. Kaldırma sebebim ise bu yazı yazmayı planlayışımdı.

Kozmetik ürünlerinin aslında ne kadar zararlı olduğunu biliyoruz. Yine de vazgeçemiyoruz. Her ne kadar hatun camiasının son zamanlarda kimyasallara karşı bilinçliliği artsa da bu kez başka bir aldatmaca ile karşılaştık: Organik kozmetik ürünleri. Bunların da çoğunluğunun sahte olduğu yani kansorojen ve alerjen maddeler içerdikleri artık ortada.  Makyaj bloglarını gezerken EWG.org sitesinin varlığını öğrendim. Anlı-şanlı kozmetik markalarının da ürünlerini tehlikeli grubunda görünce inanamadım önce. Sonra para için insanların yapabileceklerinin sınırı olmadığı aklıma geldi. Ve yalan söylüyor olsaydı bu web sayfası, çoktan kaldırtmışlardı bu siteyi bu dev firmalar, diye de düşündüm…(Hatta kaldırtmaya uğraşıyorlardır da)

http://www.ewg.org/guides/cleaners/ sayfasında kozmetik ürünler (elde edip analiz ettikleri kadarıyla) tehlike dereceleri ile sıralanmış. Örneğin 0-2 düşük tehlike iken 3-6 orta,7-10 yüksek tehlikeli ürün demek oluyor…EWG, A.B.D menşeli bir oluşum.Açılımı: Enviromantal Working Group. Çevre ile ilgilli çalışmaları da söz konusu… Ana sayfası da burada. http://www.ewg.org/

Evet, site İngilizce. Ben de bir sayfayı koydum buraya. Bu sayfa "Cüzdan kılavuzu" olarak geçiyor ve çıktı alıp herkesin yanında bulundurması öneriliyor. Ben şahsen öyle yaptım ve en son aldığım rimel için bu  kılavuza bakarak başka bir ürün aldım her zamanki marka yerine… Sayfada belli başlıklar altındaki ürün gruplarının( nemlendiriciler,dudaklar, güneş kremleri gibi) içeriğinde olması ya da olmaması gerekenler Yes-No olarak ifade edildiği için İngillizce bilmeyenler bile rahatlıkla anlayabilir.Yine de bazı yerlere açıklamalar yazdım. Özellikle parabenlerin göğüs kanserinde etken olduğu bir çok profesör tarafından söyleniyor, ki marketlerde elimi attığım her el ve vücut kreminde bu maddeye rastladım! Alttaki sayfalarda diğer tehlikeli maddelerin adları da yazıyor...

Fakat işin ilginç yanı Skin Deep Cosmetics Database adlı o sayfa açılmadı,şu anda kaç kez denediysem. Sonra tekrar deneyeceğim, diğer kılavuzlar ise açılıyor, örneğin temizlik malzemeleri ve pestisitler hakkında olanlar… Bu durumda iyi ki de o özet sayfayı kopyalamışım diyor ve alta ekliyorum. Biraz uzun ama önemli bir liste.

Özet cümle ise:


Pick safer products:
Use EWG’s Skin Deep Cosmetics Database to find safety scores for thousands of products.

Use fewer products. Buy only after reviewing ingredients.
Remember marketing claims like “dermatologist-tested,” “gentle” and “natural” could be ad hype. YANİ:


Mümkün olduğunca az kozmetik kullanın. İçindekiler kısmına bakmadan kozmetik ürün almayın.Pazarlama taktiği olarak dermatolojik test edilmiştir gibi ibarelere güvenmeyin.Bunlar aldatıcı reklam (ad hype) olabilir.

AŞKI YENİDEN İCAD EDELİM Mİ?




Sevgilim okur,
Sen bu mektubu okurken ben muhtemelen çok uzaklarda olacağım. Başka mektuplar yazıyor olacağım sana. Bu sana ilk mektubum ama. Kendimi ilk kez bu kadar cesur hissediyorum. Artık hissettiklrtimi sana anlatmam lazım, çünkü anlatmazsam anlaşılmayacağımı biliyorum. Senin beni anlamak için kendi başına bir arayışa girmeyeceğini de biliyorum artık.

Böyle başlıyor Çiğdem y Mirol kitabına, pardon performansına.

Son zamanlarda okuduğum en samimi,en keyif veren kitap oldu Yüzüm Kitap.

Bu kitaba - yazarının muhtemel hilafına rağmen- bir tür adı bile koydum: Postmodern otobiyografik roman J

Kitabımızın ilerleyen sayfalarında da göreceğimiz gibi, "yazar olmak isteyen yazıcımız", kendi ifadesiyle "dünya görüşünü" anlatıyor bize. Çocukluk anılarının da karıştığı çok hoş bir anlatı bu. Kardeşler, okul maceraları, aile ilişkileri, gurbet havası, lezzetli e-mail'leşmeler, seyahatler, tiyatro,aşk, iş, eş ve en önemlisi yazmak ihtiyacı …Bir hayatta olabilecek her şey, anlatı türlerinin harmanlanmasıyla  anlatılmış.

Güncel, akıcı ve güzel bir Türkçe (Hem Amerikan hem Türk Dili ve Edebiyatı mezunu yazarımız,olması gereken de buydu zatenJ) ve yer yer kullanılan kafiyenin,çağrışımlı kelime oyunlarının eğlence kattığı bir üslup. Özellikle ilk bölümdeki hikâyeleri çok sevdiğimi de belirtmeliyim.

Kitap hakkında ilk bilgiyi Deliler Teknesini tanıttığım yazıda bulabilirsiniz.

En iyisi kısa alıntılarla tanıtmaya çalışmak kitabı. Çiğdem hanımın diğer 3 kitabını da merakla bekleyeceğim.

"Herşey yüzünden okunuyor diyorlardı bana, o yüzden ben de, herşey belki yüzümden çok daha iyi okunuyor diye, yazamadım kaldım sana.  Şimdi düşünüyorum da,nasıl olacaksa!" s.9

Okura mektubun tamamı için:


Bir başka haberde ise Çiğdem Mirol'un şu sözlerine yer verilmiş:

ben yeşil bir su içtim on sekiz




izmir limanında suya çöktüğüm malum 
suya kırk beş kuruşluk bir akşam çöktüğü
yirmi dört yıldızın battığı malum            (1)

Kırmızı bir yaprak örttü düşümü. Düşüm bu kadar küçüktü. Yaprağın ağırlığı sinesini bürüdü. Fakat sonra garip bir şey oldu. Düşüm büyüdükçe büyüdü. Serpildi, buğulandı, güzelleşti. Yaprağı kımıldattı üstünden, rengini sıyırıp kendi üstüne çekti.

Şimdi kıpkırmızı ve buğulu bir düşüm var.

***

Ben biraz çocuktum.
Şöylemesine televizyonlar tek tük kanaldı.
Böylemesine radyoyu daha çok severdim.
Samime Sanay vardı, şarkı söylerdi buğulu sesiyle ağırca…bir dinler, bir dinlerdim:


natalya bulgokova via by zarifadam tumblr


OTACI













Dile kolay bir buçuk yıldır açmamışım tekneyi...

Ebru,resim,desenlerim...sağaltıcı şeyler bunlar benim için...

IF CLAUSES


Uygun şartlara,olgunluğa sahiplerse*, bir kadın ve bir erkek "sadece iyi dost" olabilir. Ama burada ağır işçilik en çok kadına düşüyor, çünkü rahatça konuşup tartışabildiği, konuşunca dinlendiğini bildiği, ortalama bir dostun koruyuculuğununu sergileyen bir erkeğe - ne kadar "tipi" olmasa da-  âşık olma ihtimali yüksektir. Daha kötüsü ise bu ilgi ve anlayışı, bir süre sonra erkeğin ondan  fizikî-cinsî anlamda da hoşlandığını sanma ihtimalinin, hiç de azımsanmayacak büyüklükte olduğudur.


* sahipse; if clause J

KEDİADAM -CATMAN



Eğimi hızlıca yürüyorum. Acelem yoksa da alışkanlığım var. Beş yıl öncesinin modası olan keten perdeler, açık bir pencereden savruluyor. Turuncu bir koltuk minderi, pencere çarpmasın diye pervaz arasına konmuş.  İki kadının sesleri hafiften duyuluyor; konuşuyorlar. Ne dediklerini duymam için yavaşlamam gerekirdi ama evin önünden çoktan geçmiştim.

Kızartma kokuları yayılmaya başlamış. Bu, sadece bir mevsime özgü; bu mevsime, yaza.

Yıkılan iki katlı, eski binanın yenisi çarçabuk yapılmış. İşte, gözlerim aradığını buldu: Uçuk pembe renkli sardunyalar, her yıl olduğu gibi şimdi de tomur tomur açmışlar. Kırmızı hyundai’nin kaportasında kıvrılıp uyumuş kara kediyi görünce şaşırıyorum: sabahlar olmasın! Gölgeyi kaçırmamış bu kediyi kucaklayıp tortop edip eve getirmek geliyor içimden. Tozlu, uzun, kara tüyleri içinde kafası kaybolmuş gibi.

Bir adamı farkediyorum: Kedinin önünde duruyor. Elleri kocaman, çirkin. Tırnakları temiz ama bakımsız. Kediyi gözleriyle değil bu elleriyle süzüyor sanki. Yaşların ortasını bulmuş. Saçları seyrek,ince,kısa. Erkek cinsinin ortak kâbusuna yakın gibi. Neden durmuş kediye bakıyor? Kedicik uyuyor olmalı çünkü kafasını boynunun altına gömmüş, sadece kulakları görünüyor.

Adam, hafifçe boğazını temizledi. Cebine soktu çirkin elini. Araba anahtarı çıktı o cepten. Bana dönüyor: “ Alarmı çaldırsam mı daha az korkar, elimle kaldırsam mı?”


O an adama âşık oluyorum.