BİR MİLOS FORMAN FİLMİ

Işıltılı ışıltılı bakıp duran, inci gibi dişleri, o köpekbalığı gülüşü ile (nasıl da yakıştırmış bu adı takan) Jack Nicholson bu filmde hakikaten parlıyor, cıvıl cıvıl. (E, tabi serde gençlik var,kaç yaşındaymış bakalım; 1975-1937=38. Eh, pek de genç değilmiş ama burada en çok 30 gösteriyor :) )

Ama sadece o değil, tüm ekip öyle. (Tüm ekip deyince, Amerikalıların, filmin sonunda muhasebecisinden ayakçısına, set fotoğrafçısından kamera asistanlarına herkesin adını uzun uzun yazmalarına hayranım.)

Konu, Amerikan sinema endüstrisinde daha sonraları da çok işlenecek bir tema. Ama ilkler her zaman öndedir, kaldı ki böyle güzel bir bütünlük içinde çekilmişse. Tam da burada hakkını vermem lazım, Musevilerden iyi yönetmenler ve oyuncular çıkıyor. Yönetmen demişken Milos ( bildiğimiz Miloş canım) Forman’a sonra değinmek isterim. Bu filmle de en iyi yönetmen; en iyi film ve en iyi uyarlama dallarında oscar aldığını öğrenmiş oldum.

Film Guguk Kuşu olarak çevrilmiş dilimize. Oysa orjinalini çevirseler sorun olmazdı bence: One Flew Over The Cuckoo’s Nest. Ya da “Biri Daha Yuvadan Uçtu” da diyebilirlerdi. Bilemedim şimdi :) 

Burada Guguk Kuşu Yuvası denmesinin ayrı bir anlamı da varmış: Guguk kuşları yumurtalarını hep başka yuvalara bırakırlarmış, kendi yuvaları olmazmış vs…Galiba bir de (İngilizce dağarcığım o kadarına müsait değil) “cuckoo” deli anlamında da kullanılıyormuş...

Filmdeki Hemşire Ratched rolünü üstlenen Louise Fletcher, bu rolle Amerikan Film Akademisinin en iyi kadın oyuncu ödülünü (nam-ı diğer oscar) almış. Sesini asla yükseltmeyen gizli bir diktatör Hemşire Ratched. Kendi kurduğu düzeni, hastaların iyiliği adı altında, sözde dinleyici ve demokratik davranarak koruyor. J.Nicholson’un karakteri McMurphy’nin dediği gibi :Hileli oynuyor.

L.Fletcher, iri renkli gözleri, yay gibi ve ince kaşları ile soğukkanlılık imajını cuk diye oturttmuş. Tabii yüzünü böyle “donuk” olarak muhafaza etmek bir oyunculuk eseri…Hemşire R.nin, o zavallı Bill’in (Brad Dourif’in karakteri) intihar anında bile “Rutini koruyalım…..” cümlesi karakter hakkında bir fikir verir herhalde. Hislerini ele verdiği tek sahne hastalardan Chestwick’in (Sidney Lassick’in karakteri, ki oldukça başarılı, zaten kendisi bu tip rollerle meşhurmuş, İMDB’ye göre) ona küfrederek cıngar çıkardığı andır ki aşağıda görülmektedir:



Deli ayağına yattığı için hapishanenin çalışma kampından buraya gönderilen McMurphy ise bu uyuşmuş deliler içinde tek hareket, enerji kaynağı olarak göze batıyor.

J.Nicholson, rolünün hakkını vermiş. Dikkatimi çeken oyunculuğunun abartılı olmaması. Yani ruhi problemli bu uyuşuk insanların arasında enerjisi, canlılığı, dikbaşlı serseriliği ile göze batan bir hırçınlıkla oynamamış. Kıvamında olmuş. Zaten ona da bir oscar takdim etmişler bu rolünden dolayı.

Bu “deliler koğuşunun” akılda kalan diğer üyelerinin adlarını da analım:

William Redfield: Harding; filozof delimiz

Danny De Vito: Martini, çocuksu delimiz; 2O sent yerine bir sigaraya oynarlarken Martini’nin sigarayı ikiye bölüp 1o sentle oyuna katılmak istemesi sahnesi de çok hoştu. ( De Vito’nun da ilk filmiymiş galiba, J.Nicholsın’un ailesi ile onun ailesi ortak bir yer işletiyormuşlar ve çocukluk arkadaşı imişler. Bunu da yeni öğrendim.)

Christopher Lloyd: Taber, Harding’le didişen delimiz( Sonlarda bir sahnede klasik Doctor Emmet Brown bakışı var)

MISTER FAWER’IN IŞIĞINDA DÜŞÜNCEMSİLER





                           
Kitabın adı : Olasılıksız (472 sayfa)

Yazarı : Adam Fawer

Yayınevi : April Yayıncılık

Basım yılı : 2oo8

Çeviren : Şirin Okyayuz Yener



Geçtiğimiz kurban bayramında kuzenlerimden biri hediye etmişti. Hiç okuyasım yoktu. Arka kapağı okuyunca “Hah, can sıkıntısında okunacak bir kitap.” Demiştim. Öyle de oldu. İyi ki para verip almamışım bu kitabı!

Yalnız baştan söyleyeyim; kitapta bahsedilen zaman-kader vb. bilimsel-felsefi- dini konuları doğrudan ilgili kaynaklardan okumak size sıkıcı geliyorsa, bu kitap size giriş yaptırabilir, macera- bilgi-düşünme harmanı babından. Yoksa benim gibi aşmışlar için gayet sıradan :)

Ama hakkını yemeyelim, artık üzerine birşey okumadığım konuları hatırıma getirdi ve uzun süredir ara verdiğim bir kitabı elime almama vesile oldu. Umarım bu kez bitiririm.

Arka kapağın sadece ilk cümlesi: “Olasılıksız demek yetersiz kalacaktır. İnsanı adeta büyüsü altına alan bu hikâyede A.Fawer, bilim, felsefe,entrika ve maceradan ortaya bir başyapıt çıkarmış.Clive Cussler.” Bilim, felsefe,entrika ve macerayı kullanmış ama ortaya çıkan sıradan bir roman olmuş.

Kitabı atlayarak okudum; aksiyon istersem film izlerim, sıradan tasvirleri ve kurguyu okumakla elime bir şey geçmeyeceğine göre!

Dan Brown’ın Da Vinci Şifresi aklıma geldi, onu da böyle vakit geçsin diye almıştım lakin o çok daha başarılı idi kanımca, en azından daha sürükleyici idi. Bu kitabı sırf sonu nasıl diye görmek için bitirdim: Klasik klişe Amerikan macera filmi pardon romanı bitişi. İyiler kazanır( patlamalar, bombalar vız gelir) kötüler cezasını bulur!

Kitap istatistik ve özellikle olasılık teorisinin zaman üzerine uygulanabilirliği ile “geleceği görme” yeteneğinin gerçekleştirilmesi olayı/deneyi üzerine kurgulanmış. Ama yavan kalmış bana göre. (Ama tesadüf diye bir şeyin olmadığı, kararlarımızın kendimiz dışında pek çok kimsenin hayatını da etkileyebileceği konularında hemfikiriz.)

Yine de eğer kuantum fiziği ve mekaniği, zamanın göreceliliği, geleceği görme vb. üzerine bir şeyler okuyup öğrenmek istesem bu kitabı alıp okumazdım.
Zamanında İstatistik ve Olasılık derslerinden ikişer kez kalmış biri olarak, kitapta zırt pırt rakamlarla olsalık örneklerinin verilmesi zaten yeterince korkunçtu. Ki kitabın başlangıcının kumar sekansı ile açılması benim gibi okeyden başka oyun bilmeyen biri için yeterince tersti :) At yarışı, toto vb. oynamayı düşünenler bir kez okusunlar ama, neden kazanamayacaklarını anlamak adına:)
Kitap sayfa 335’den sonra (25.bölüm) biraz toparlanır gibi oldu, yaslandığı bilimsel temelleri (varsayımları desek daha iyi) açıklama bakımından.Yine de altını çizdiğim yerler oldu elbet; kimisine katıldığım, kimisine katılmadığım sözler, düşünceler, kendi aklıma takılanlar:

YALANCI İLE YAMAYICININ FIKRASI *


Efendim, tarihte bir yalancı bir de yamayıcısı yaşamış. Yalancı, yamayıcısını yanından hiç ayırmazmış. Çünkü söylediği yalanlar bazen itirazlarla karşılanırmış. İşte o zaman yamayıcıya iş düşer, yalancının gözünü kırpmadan söylediği yalanlarını anında yamar, inanılır hale getirirmiş.

Bir gün mecliste başköşeye oturan yalancı yine başlamış yalanlarını sıralamaya:

- Ben demiş, buraya gelirken gökten köpek sesleri geldiğini işittim. Kulakları patlatırcasına köpek havlaması geliyordu gökyüzünden..

İtiraz etmişler olmaz böyle şey demişler, gökten köpek sesi gelmez!

Hazır bekleyen yamayıcı hemen devreye girip yamasını yapmış:

-Arkadaşlar demiş, ben de işittim gökten gelen köpek seslerini. Kartalın biri yerden kaptığı köpek yavrusunu havaya kaldırmış götürürken havlayan köpeğin sesiydi!..

İtirazcılar olabilir diyerek susmuşlar.

Cesareti artan yalancı, yeni iddiasını da şöyle atmış ortaya:

HOCAMIN DA BAŞINA GELMİŞ! SİCİLİ DE TEMİZ DEĞİLMİŞ O YAYINEVİNİN!

Sevgili Narda, başına X de koysan o şirketin kim olduğunu hemen anladım. Senin başına gelenin aynısını başka sitelerde yazan arkadaşlar da dile getirmiş ve hak arayacaklarını belirtmişlerdi. Bu şirketin arkası çok güçlü ki, bildiklerini okuyorlar. Ben de bir yarışmaya katılmış, hikâyemin ulaşmadığı belirtilerek, yarışma dışı bırakılmıştım. Kazanan hikâyenin başlığını görünce başıma geleni anladım, ama aynı gün Milliyet Blog'daki köşemde hikâyemi yayınlayarak tedbirimi aldım. Kazanan hikaye ise ortada yok... O günden sonra bir daha yarışmalara katılmadım. Hakkını ara ve işin peşini bırakma. Selam ve sevgilerimi iletir, başarılar dilerim.

KAVAFİS KAVAFİS DEDİKLERİ

Bu bir itiraftır : Kavafis’i, aklımda kalacak şekilde birkaç ay önce duydum. En çok da KENT şiiriyle karşılaşınca ve Ezginin Günlüğü’nün Şehir  şarkısını bu şiirle yaptığını öğrenince…

Ama bu kitaptaki şiirleri tam bir hayal kırıklığı oldu benim için.

Kitabın adı: Barbarları Beklerken

Şairi: K. Kavafis (1863- 1933)

Yayınevi: Yazko ( Yazarlar ve Çevirmenler Yayın Üretim Koop.)

Basım yılı: 1981

Çevirenler: Erdal Alova, Barış Pirhasan

GİZLİ ŞEYLER

Bütün yaptıklarımdan ve bütün söylediklerimden
Kimse anlamaya çalışmasın kim olduğumu
Bir engel vardı bir engel, bütün eylemlerimi
Ve baştan aşağı tutumumu değiştiren
Hep bir engel tam konuşacağım sıra
Susturuverirdi beni.
En göze çarpmamış davranışlarımdan
En kapalı sözlerimden, yazdıklarımdan
Yalnız onlardan anlaşılabilirim.
Ama belki de değmez bunca çabaya
Bunca dikkate, gerçekte kim olduğumu bulmak,
Daha güzel bir toplumda,ilerde
Bir başkası tıpkı bana benzeyen
Çıkar kuşkusuz, yaşar özgürce. (1908)

B. Pirhasan’ın önsözünün yarısına geldiğimde hemen şiirlere başlamak istedim. Çok iyi hazırlanmış bir önsözdü.

İZMİR'DE BU SABAH



Bir uyandım, güneş pırıl pırıl. İzmir İzmirliğini yapıyor yine bu hafta. Termometreler 17 derece selsiyusu gösteriyor. Mis gibi. Durulur mu boş evde?



Hemen bir bakkal makyajı, saçlara bir fırça, hop dışarısı… Arkadaşlar müsait olmadığına göre cinsimizin gizli genine dayanarak ufak tefek bir alışveriş yaparız dedik.

BÖLÜM 28

Her yanım titriyordu. Donduğumu hissediyordum. Gözlerimi açtığımda herkes başımdaydı. Saime bir bezle alnımı silip duruyordu.

- Üşüyorum.

- Bir battaniye daha! diye bağırdı Sina.

Azer yanıma ilişmiş ölçüm cihazını bileğime yerleştirmişti. Herkesin suratı asık ve telaşlıydı. Bir battaniye daha örttüler üstüme.

- Hastalandım, dedim. Üşümemin hastalığıma delalet ettiğini onların da tasdik etmesini istemiştim.

- Korkma, virüs tekrar canlanmış. Ama son demleri. İlacını hazırladık profesörle birlikte. Bu flora sana yabancı gelmiş olmalı. Ateşin düşer düşmez aşını yapacağız.

MONA LISA TEBESSÜMÜ

                                         
Kitabın Adı: Mona Lisa Tebessümü

Yazarı: Aldous Huxley (1894-1963)
Yayınevi: Can Cep Yayınları
Basım Yılı: 2005

Yazıldığı Yıl: 1922

Çeviren: Seçkin Selvi

Kitabı 2009’daki Tüyap Fuarından almıştım. İzmir’deki. Ne berbat bir düzenlemeydi! İstanbul'da da böyle berbat, özensiz bir yerleşim ve standlar mı söz konusu? Hiç sanmam. Bir-iki büyük yayınevi özenmişti. Adı sanı duyulmamış, böyle olduğu gibi eserleri de özensiz yayınevleri çoğunluktaydı. Tam bir hayal kırıklığı olmuştu benim için. En çok çocuk kitapları vardı, hatırladığım kadarıyla.

Dizi editörü Celal Üster’in önsözünden:

“…A.Huxley, 1922’de kaleme aldığı bu uzun öyküsüne Mona Lisa Tebessümü adını vermişti. Öyküdeki tebessümün nasıl bir tebessüm olduğunu açıklamayacağım; okuyucuyu merakta bırakmak için. Ama Huxley’in bu öyküsünün de hemen hemen tüm yapıtlarındaki zarif ve yergili üslubuyla yazıldığını söyleyebilirim. Mona Lisa Tebessümü, tıpkı Ses Sese Karşı gibi Huxley’in edebi inceliğini ve zekâsını olduğu kadar insan ilişkilerine duyduğu ilgiyi de ortaya koyan ilk dönem yapıtlarından.

Huxley bu öyküsünde belki bildik bir aşk üçgenini anlatıyor, ama insan ilişkilerine bakışındaki derin gözlem gücü ve ustalıklı anlatımı, öyküyü sıradan bir aşk üçgeni hikâyesi olmaktan çıkarıp handiyse bir gerilim öyküsüne dönüştürüyor…”

Tamamen katılıyorum, onun için alıntıladım ya.

Yalnız arka kapakların en basit ifadeyle nasıl abartılı ve çarpıtmacı, sattırmaya yönelik basitlikler içerebildiğini de yine arka kapak yazısından açık seçik görüyoruz!

İşte bu arka kapak “Tutkuyla örülen fırtınalı yaşam” gibi abuk bir cümle sarfetse de bu kısa hikâye insanın gözüne bir şey sokan , sonlara doğru da gerginleşen, usta işi bir hikâye. Oyunlaştırılmış ve 1947’de filmi de çekilmiş.

Mr.Hutton, zengin, neredeyse narsist, orta yaşlarda, hâlâ cazibesini koruyan, kendisinin de itiraf ettiği gibi zevk düşkünü, çapkın bir sorumsuz. Bir zamanlar çok sevdiği karısı ise artık hasta ve çirkindir.

Kız kurusu Miss Spence’i çirkin bulsa da onda gizem bulmaktadır Mr.Hutton. Buna, sorumsuzca ettiği çapkın imalar eklenince sonuçlarına ummadığı bir şekilde katlanacaktır. Karısının beklemediği ölümü, başka sınıftan, gönül eğlendirdiği bir genç kız ile kendisinin bile anlamadığı bir şekilde evlenivermesi…

Bay Hutton’un bu kısa hikâyedeki karakterini, olayların ilerlemesiyle duygularının değişimini okumak çok hoştu.

Şaşırtıcı çözümün, satırlarda kaybolan bir yan karakter tarafından gerçekleştirilmesi de başka bir hoşluktu.


















SABAH ESKİMİŞLİĞİN

Sabah eskimişliğin buzulları burnuma dek geliyor. Bilmem ne hanım geçen gün diyesiyiş ki, “Ayol onun kocası öyle koskoca bir koca ki!” Her kez sobaya kömür atmak gerekir, yoksa söner. Sobada eskimiş kışların külleri ar, ama mangal külleri. İki yüz gram peynir, yarım ekmek. “ Anneciğim kış helvası alabilir miyim?” (Çünkü yaz helvası da var, dondurulmuş tadı olan bir helva.)

**************

ÖZGÜRLÜK ATLARI

Çocukken dişlerimizi ceviz yapraklarıyla ovardık. Yaprağın acı güzel tadı ağzımıza yayılırdı. Ceviz ağaçları, gölgeli, olgun, erdemliydiler. Sanki onların ataları erenköylerde eski saraylarda,dizim dizim salınırlardı. Masallarda cevizleri unutmak olmazdı. Ben o zamanlar bu öfkeyi ve yoksulluğumu bilmiyordum. Parasız yatılı sınavına girerken tanrıya dua ediyordum. “Ne sandınız, o zaman tanrı vardı. Onunla aramıza dünya girmemişti… İlkokulu bitirmiştim. Ellerimde zafiyet bezeleri…Sınavı kazanmalıydım. Hiç yolu yoktu başka okumamın.” (S:18)

…..

Üste sıska bir üvey kız için aşırı sorumluluklara katlanmak. Sizi anladık üvey babacığım.

Küçük kızın yatma saati geldi. Atları çok az tanıyor, ama adamakıllı tutkun onlara, demek ki atları çok iyi tanıyor.

Ben çocukken ( ne zaman çocuk olmuştum!) görünmeyen adam olup pasta yemek isterdim. Ne kıtmış tutkularım.

Gidiyor musunuz? Güle güle. Kapıyı iyice kapayın. Sizden üşüdüm.

****************

TAŞRALI

Sokağın ucundan dön demiştiler. Aynı boyda budanmış akasya ağaçlarının bitiminde,yeşil panjurları olan evdir. Otobüsten indiğimde, sıcak geçen bir günün akşamüstüydü. Üstelik pazardı. Benim gibi yalnız biri için pazarları sevmenin güçlüğü anlatılmaz. Çözülmüş sarsak pazarlar öylesine altı çizilmiş oluyor ki… (s:31)

********************

KİTAP: Parasız Yatılı

BÖLÜM 22-1

- Günaydınlar küçük hanım! İniyoruz!


- Yine uyudum mu? Ne kadar oldu?

- İki saat kadar. Ama bu kez senin suçun yok. Çünkü ikinci hap uyku ilacıydı.

- Ama neden?

- Çünkü uçuş için verdiğimiz ilaç tek dozdur. Vücudun buna yeterli cevap vermediğinden senin rahatın için en iyisi uyumandı.

- Yaa, iyi, dedim kabullenir bir edayla. Öyle diyorlarsa…

İnişe geçtiğimizi anlayabiliyordum. Jetlerden indiğimizde hava aydınlıktı. Herkes çevremi sardı. Zâde:

YOĞURDU ÜFLÜYORUM :TEFRİKAYA DEVAM: (X)İMAŞ YAZARI (!) TARAFINDAN ESİNLENİLMİŞ KİTABIMDAN :(

- Korkma, korkma, kötü bir şey değil!


Biraz rahatladım. Yüzüne bakarak devam etmesini istedim. Böyle güzel bir yüzü olduğunu unutmuşum.Kendine has bir güzelliği vardı çehresinin: Siyah ama kalın olmayan kaşlar, siyah ama ince olmayan kirpikler,genişçe bir alın, büyükçe bir burun.

- Tanıdın mı?

- Ne?

- Yüzüme öyle bakınca tanıdığını sandım.

Yine dalıp gitmişim! Hay aksi! Neden böyle yapıyorum ki! Kıvırmalıyım.

- Yok, daldım birden. Söyleyeceğinin ne olabileceği hakkında fikir yürütüyordum kafamda.

Duraksadım lafımın burasında, onu tanımam mı gerekiyormuş? Yani söylemek istediği bu mu?

- Şey, seni tanımam mı gerekiyor?

- Şöyle ki…Evet, biz seninle aynı katmandanız ve tanışıyorduk. İş yerlerimiz bitişikti. Her sabah aynı otobüsle gidiyorduk. Benim nöbetim olduğu zamanlar hariç tabii. Hatırladın mı?

Sanki kendimi sıksam hatırlayacakmışım gibi durdum.

- Maalesef. Ama bu çok mühim değil, öyle değil mi, yani hatırlamayışım? Yani bu iyi bir şey, yani tanışıyor olmamız…

Ne demeliydim ki? Zorluyordum ama ağzımdan bir kelime çıkmıyordu. Bir süre sessizlik oldu. Azer:

- Evet, bu iyi. Gerçi çok iyi tanışmıyorduk ama aynı katmandan ve bu kadar yakın yerlerden olmamız iyi.

- Tabii, birbirimizi daha iyi anlayabiliriz. Benim eksik kaldığım……

- Yok, yok, bu konuda sen sorun yaşamazsın, merak etme.

Konuşmayı bitirmek ister gibi bir edayla söylemişti bu cümleyi. Nitekim son cümlesi de oldu. Ayağa kalktı.

- İyi geceler. Seni yormayayım. Hemen uyumaya çalış.

SAYIN OKURLARIMIZ;GAZETEMİZİN GÜZİDE YAZARI SAYIN N.NARDA'NIN YÜZYILIN ROMANINI TEFRİKAYA İFTİHARLA DEVAM EDİYORUZ!

BÖLÜM20-2

Kapı çalıyor: Güm güm güm…

- Girin!

- Uyandırdım mı?

- Öyle oldu. Uyuyakalmışım. Bunu der demez rüyamı hatırladım: Bana isim bulan kaptanı… yine rüya görmüşüm… Tam da zamanıydı, bir şeyler söyleyecekti kaptan… Bu rüya ne anlama geliyordu, bana bir isim bulmuştu? Belki de gerçek adım buydu. Bilinçaltım bu şekilde onu gün yüzüne çıkarıyordu?

- Arkadaşlar laboratuarda bekliyorlar. Bir- iki basit test yapacağız. Hazırsan gidelim.

- Hazır olmayacak bir durumum yok ki.

- Psikolojik olarak belki…Neyse, gidelim o zaman.

Ellerimle saçlarımı tarayıp düzelterek yataktan kalktım. Azer kapıyı açtı ve eliyle ‘buyurun’ yaptı:

- Bayanlar önden.

Kapıdan çıkınca önüme geçmesini bekledim. Laboratuar neredeydi bilmiyordum. “ Şu tarafa!” diyerek ilerledi. Beni getirdiği kapının önünde herhangi bir uyarıcı yazı, levha bulunmuyordu. Kapıyı açarak içeri girdi. Ben de arkasından. Evet, burası gerçekten bir laboratuardı. Bir sürü masa, masalarda beherler, pipetler, değişik ebatta tüpler vs. vs… Dipte ise perdeyle ayrılmış bir alan. Burasının muayene için ayrılmış olduğu belli. Doktorlar? İşte ikisi sol köşede, beyaz önlükleriyle baş başa vermiş konuşuyorlar. Birisi tıfıl daha.

Azer:

- Tanıştırayım. Kılavuzumuz küçük hanım. Bunlar da meslektaşlarım doktor Sina ve doktor Rûba.

- Memnun olduk efendim. Başarılarınızı duydukça daha bir şevkle çalıştık laboratuarımızda. Savaşı kazanacağımıza daha çok inanıyoruz artık.

Azer’e döndüm:

- Siz de doktorsunuz öyle mi?

- Şaşırdın mı?

- Doğrusu evet. Zâde de fizik mühendisi olduğunu söylemişti. Bu ordudaki askerler çift meslekli demek ki.

- Aslına bakarsak bu orduda asıl mesleği askerlik olan kimse yok.

- Nasıl yani?

- Yanisi şu: ‘Doksanbirinci (91.) Anlaşma’ya göre mecburi askerliğin ve düzenli bir ordunun gereksizliğine karar verilmişti. O tarihten bu yana düzenli bir ordumuz bulunmadığı gibi subaylar da yetiştirilmedi aynı anlaşmanın diğer hükümlerine göre. Sadece tek bir askeri okul ve yılda otuz öğrenci.

-Otuz mu?

- Sembolik bir şey.

- Çok, çok saçma. Tuhaf, ne bileyim, saçma işte!!

- O zamanlar sonsuza dek süreceği sanılan bir barış ve refah vardı. Tabii ben bunları sonradan öğrendim. Sonuç olarak savaşın patlak vereceği anlaşılır anlaşılmaz bizim gibi gönüllüler oluşturmuş bu orduyu.Her şeyiyle hem de. Tabii askerlik eğitimi almış bazı komutanların desteğiyle. Ama halihazırda okuldan eğitimli askerlerin, subayların sayısı az. Ben de aslında doktorum. Kılavuz olarak seçildikten sonra, senin de bildiğin gibi, geri dönmedim. Burada askerlik eğitimi aldım ve pilot oldum. Hava kuvvetlerindeyim senin anlayacağın. Durum bundan ibaret. Bu yüzden tanışabileceğin birçok subayın asıl meslekleri hep farklı olacaktır. Gelelim muayeneye. Şimdi birtakım testler yapacağız. Anlatayım.

- Önce şunu söylesem. Parça parça da olsa sürekli bir şeyler hatırlıyorum ben. Yani anlaşmayı hatırlamıyorum ama…

- Anladım. Bu iyi tabii. Ama yine de testleri yapalım.

- Siz bilirsiniz.

İşte, keskin bir ‘ecza’ kokusu. Deminden beri beni ‘dürtüp’ duran şey buymuş demek ki. Bu koku, her zaman bende kötü anıların uyanması demek. Neden her zaman? Hastaneleri ve ilaçları kim sever ki? Beni rahatsız eden daha kötü bir şey? Ama ne? Hayatımın önemli bir kısmı hastanelerde hasta olarak geçmiş olabilir mi? Öyle değil, bir sefere mahsus ama korkunç bir an, ya da anı?

Sanırım ismi Rûba olan, bir kapı açtı; laboratuardan başka bir odaya geçilmesini sağlayan bir kapı. Bu odada birtakım cihazlar bulunuyordu. Testleri bu cihazlarda yaptılar. Birinden diğerine geçiyorduk. Işık testleri, refleks kontrolleri,kan almalar, bilmediğim başka bir sürü muayene…Birkaç test dediği bu muydu Azer’in? Başım dönmeye başlamıştı.

- Tamam, tamam bitti. Rahatla küçük hanım. İyi misin?

BU DA BÖLÜM 18

18.

- Ne de yermiş ama! Ne yapacağız şimdi?

- Bilmem. Ben adrese getirdim.Gerisi…

- Gerisi bana kalmış, öyle değil mi? ( yine aynı sertlik ve umursamazlık!)

Susarak evet dedi. Üçyüzaltmış derece döndüm. Zifiri karanlık. Uzaklarda bir yerlerde gözlerim bir ışık görebilir mi diye bakındım, gözlerimin karanlığa alışmasını bekledim. Ama umduğum gibi olmadı. Bana yol gösterecek hiçbir ışık göremedim. Ne yapacaktım? Ne tarafa gitmeliydim? İyi ki yanımda birisi vardı. İlk kez onun yanımda oluşuna bu kadar çok sevinmiştim. Bu ıssız, karanlık yerde tek başına olmak en kötüsü olurdu. Sanırım iki kişi olmaya giderek daha çok alışıyordum. Ama yine birdenbire beni ortada bırakarak gidebilirdi. Umarım şimdi olmazdı bu.

- Bir yerden başlamalıyız, dedim.

- Nereden?

Bu sırada bir otobüs daha, sadece farları açık, yolu ışıldatarak geçip gitti. Bu beni rahatlatmıştı: Hiç değilse yol ıssız değildi. Zâde’nin sorusuna cevap verdim:

- Biraz daha ileri yürüyelim.

- Ama adresteki koordinat tamı tamına burası.

- Bekleyelim mi yani?

- Şey, doğrusu buna benim karar vermem söz konusu değil… Duraksadıktan sonra: “Peki, gidelim.”

Kırk- elli metre yolun kenarından yürüdük. İçimden bir ses, yine o ses, sağ tarafa, karanlığın içine dalmamı söylüyordu: ‘Sağa git, sağa, sağa…’ Derin bir ses, içimde, kulaklarımda çalkalanıp duruyordu ama cesaretim yoktu. Ama nasılsa Zâde yanımda değil miydi? Durdum. Kararsızlığımla tedirgindim yine.

- Ne oldu?

-Daha yanımdasın değil mi?

- Evet. Neden?

Açık açık söyledim:

- Çünkü sağa doğru gitmemiz gerekiyor. Ve ben tek başına karanlığa dalmayı pek de istemiyorum.

- Korkma, yanındayım.

Yolu takip etmeyi bırakıp sağ tarafa doğru ilerlemeye başladık. Arada sırada çalıların, otların bileklerime değdiğini hissediyordum. Yol taşlıydı ve rahat yürümeyi engelliyordu. İşte! Epey ilerde cılız bir ışık! Işığın yakınına geldiğimizde bunun bir kulübenin bahçesinde yanan sarı bir ampul olduğunu gördük. Kapıyı çalmalı mıydım yoksa başka ışıklar mı aramalıydım? Kulübeyi biraz geçtim. Sağa sola bakındım. Gözlerim boşuna aranıyordu. Kulübenin yanına döndüm. Bahçe duvarları alçak, kapısı ise basit tahta bir çitti. Acaba saat kaçtı? Hane halkı yatmıştı ki evden ışık gelmiyordu.

- Neden akşama kaldık ki sanki! Gündüz gözüne devam etseydik yola olmaz mıydı? Diye sitem ettim Zâde’ye.

- Ama son kararı sen vermiştin! Dedi Zâde.

Haklıydı. “ Kalmayı çok mu istiyorsun?” diye sormuştu. Ben de kalmaktan vazgeçmiştim.

- Keşke kalsaymışım. Kapıyı çalalım bari. Ne çıkarsa bahtımıza.

- Ne, nereye çıkıyor anlamadım?

- Yani, diyorum ki (gerçekten anlamıyor muydu yoksa bir tür şaka mıydı bu?) şansımızı deneyelim. O mânâda söylediklerim.

- Baht dediğin şans demek mi?

- Tam olarak değil. Biraz da kader var işin içinde. Hatta daha çok kader demek…

- Kader diye bir şey yoktur.

Öyle sert bir sesle ve kat’i olarak bu cümleyi kurmuştu ki “kaderle” bir meselesi olduğu açıktı. Ama bu cümleyi kabullenecek değildim.

- Ne demek kader diye bir şey yoktur? Peki bu yaşadıklarım ne oluyor?

- Söylüyorsun ya “yaşantın” oluyor. İnsan kader dediği şeyi kendi belirler.

- Orası öyle, yani kaderimiz seçimlerimizdir, buna inanırım ben.

- O halde ikimiz de aynı şeyi söylüyoruz.

- Tamam ama sen diyorsun ki…

Lafım yarım kalmıştı. Bu kez lafımı kesen, gıcırdayan kulübe kapısı olmuştu.

Kapıyı açan bir kadındı: Uzun, sarı saçları omuzlarını aşarak boynunun önüne, göğüslerinin üstüne dökülmüştü. Arkasından gelen, tıpkı bahçedeki gibi cılız ışıkta, mavi, güzel gözleri, beyaz teni ve pembe yanakları ile öyle güzel görünüyordu ki kıskanmamak elimde değildi. N’apabilirdim, güzeldi işte!

- İçeri girin! Dedi. Girdik.

- Burada geceleyin. Sabah amcam gelecek. Onunla konuşursunuz.

Ne kadar sert ve kaba bir edayla söylemişti bunları! Azarlar gibi! Şimdiye kadarki hiçbir ev sahibimiz bu kadar ‘nazik’ olmamıştı! Devam ediyordu. Eliyle odanın içini göstererek:

- Kanepelere uzanırsınız artık. Yatak ve yorganım yok. Kanepelerin örtülerini çekersiniz üzerlerinize.

İçerdeki odaya girdi. Işığı kaparken üst üste yığılı yatak, yorgan ve yastıklar dikkatimi çekti. Hızla kapıyı kapamıştı ama o kısacak anda “yok” dediği yatak ve diğer bilumum ‘rahat uyku eşyalarını’ görmeme engel olamamıştı. Tam Zâde’ye “Gördün mü?” diyecektim ki benden önce davrandı:

- Ne güzel bir kadın!

ÇALINMADAN (PARDON ESİNLENİLMEDEN) ÖNCE KİTABIMIN DİĞER YARISINI BURDA YAYINLAYAYIM BARİ :)

Nerden e-mail attım o çalışmamı o yayınevine, hay aptal kafam!(4 yıl önceydi) Olan oldu, geçmiş olsun bana!
Arkadaşlar,  ister okuyun ister okumayın, darılmam hiç :) sırf kaydı olsun diye tefrika edeceğim :) Beğenirseniz adımı verip esinlendim deyin sadece,tepe tepe kullanın:) Ben büyük çocuklar için düşünmüştüm yazarken, siz de masal deyip anlatabilirsiniz, naçizane "Narda'nın masalından esinlendim" deyin yeter:)

Takılmayın, ben ne dediğimi pek de bilmiyorum şu an:) Zaten düzeltme yapmak bile gelmiyor içimden, o zaman yazdığım gibi kopyalayıp yapıştırıyorum.

 (ADI DA ŞEY OLSUN:İPEK KOZASI )16. BÖLÜM

Uyandım. Başımı kaldırıp etrafıma baktım. Zâde, karşı dipteki peykeye kıvrılıp yatmıştı. Doğruldum. Tartışma aklımdan geçti. İçim burkuldu. Problemsiz, dertsiz, mesuliyetsiz bir hayat… çok şey istiyordum.  Düşünmeyi bıraktım. Canımı sıkmıştı bunları düşünmek. Zâde’yi bana bakarken buldum:

- Günaydın, dedi.

- Günaydın.

- Daha iyi misin?

- Galiba.

- Öğlene kadar bekleriz yola çıkmak için, daha da dinlenirsin.

- Olur. Boğuk bir sesle kabullenişti benimkisi, başka bir şey değil. Bu sırada yaşlı çift içerden başlarını uzattılar. Adam :

-Hah, ikisi de uyanmış. Hadi evlatlarım kahvaltı edelim. Kahvaltısız olmaz.

Üstümdeki örtüyü katladım. Başımın altındaki yastık görevini gören hırkayı da. Bandanamı aradım. Yanıbaşımda duruyordu. Saçım başım dağınık olmalıydı.

- Elimi yüzümü nerde yıkayabilirim? diye sordum.

- İçeri geç kızım, sağdaki kapı.

Geçtim. Tuvalet ve girmeden evvel bir ayna ile lavabo. Tuvalete girdim. Çıktım. Aynaya baktım. Kötü görünüyordum. Elimi yüzümü güzelce yıkadım. Bol suyla, sabunla. Saçlarımı ıslattım. Tarağım yoktu ki. Hiçbir özel eşyam yoktu yanımda. Kahretsin. Yüzüm de çatlamalar, pul pul soyulmalar olmuştu. Kötü hava ve güneş marifeti. Kötü görünüyordum. Saçlarımı parmaklarımla düzeltip taradım. İçerdeyken belime taktığım bandanamı başıma geçirdim. Yorgun ve kirli hissediyordum. Dışarısı nasıldı? Kıyafetlerim hâlâ inceydi. Kafiledeki gibi donma tehlikesi geçirir miydik yine? Kafile…Şahin Bey…Rüyalarım… aynada donuk bir halde kendime bakarken buldum kendimi. Kaç saniye? İçeri geçtim. Zâde’nin yattığı peykenin önüne bir tahta masa ve üzerine kahvaltı konmuştu bile. Ayaklarım, ayaklarımın üşüdüğünü hissettim. Ayaklarıma baktım. Çıplaktı.

- Ayakkabılarım nerde? Üşüdüm de.

- Dur kızım, sana iyisi mi yeni kıyafetler ve ayakkabılar bulmalı. Zâde oğlum öğlene kadar kalırız dedi ya banyo da yaparsın. Şimdilik terlik vereyim sana.

Kulaklarıma inanmıyordum. Banyo, banyo! Üstelik yeni kıyafetler!

- Ah ne iyi olur sıcak bir banyo teyzeciğim! Kıyafetlerim de kirli ve ince doğrusu.

- Dert etme evladım, hem misafirimizsin, hem de kılavuz. Sana bizim kızın burada kalan kıyafetlerinden uydururuz. O da senin gibi pek moderndi.

Ben mi modernmişim?  Öyle bir sınıflandırma….neyse, kıyafetleri beğenmesem bile kendiminkileri yıkayıp kuruyana kadar beklerdik.

- Önce kahvaltı et, dedi yaşlı adam. Zâde’ye döndü:

- Sen de yıkanırsın oğlum. Sana da kıyafet uydururuz. Bizim haşarınınkilerden. Gerçi sen biraz daha yapılısın ama olur herhalde.

- Teşekkür ederim . Hayır demem doğrusu bu söylediklerine.

Eh, askerdi, zaman zaman kabaydı ama o da insandı nihayetinde. Evet, nihayetinde ikimiz de insandık.

Kahvaltıdan sonra yaşlı kadın beni içerdeki bir odaya götürdü. Bir dolabı açtı. “Bak” dedi, “beğendiğin ne varsa al.” Koyu renklerde bir pantolon, kareli bir gömlek aldım çamaşırla birlikte.Koyu renkler beni zayıf ve uzun gösterirdi. Çok güzel bir elbise vardı askılıkta. Ama giyemezdim, bu tuhaf yolculukta pek de rahat olmazdı herhalde; koşarken, kaçarken, at, deve sırtında!!! N’apalım, her şey istediğimiz gibi olmuyor. Kıyafetleri alıp banyo diye gösterdiği yere girdim.

- Sağdaki çeşme sıcak su.

Bakışımdan mı nedir gülerek ekledi:

-Güneş enerjisi yaptırdı bizim haylazlar. Bizi yalnız bıraktılar ya suçluluk hissediyorlar galiba. Haydi gir, oyalanma.

Harika! Hazır sıcak su, hem de güneş enerjisi. Zamanda ve teknolojide adım adım yolculuk!

Banyodan yeni biriymiş gibi çıktım. Çıkmadan evvel kıyafetlerimi de yıkamıştım. Yalnızlık çeken yaşlı kadın karşımda belirdi:

- Ver kızım, ben arka bahçeye asarım.

- Sağ olasın be teyzem!

- Sen buraya kadar gelebilen ilk kılavuzsun. O olmasa bile misafir olmuşsun bir kere.

Gülümsedim. Anneannem de çok misafirperverdi. Evinde daima misafirleri olurdu, yatılı olmasalar da…. Yine o güzel zamanlarım… İçeri geçip peykenin birine oturdum. Sırtımı duvara yasladım. Pantolon uzun gelmişti. Paçalarını bir kez daha kıvırdım. Uyku bastırmıştı. Gözlerimi kapadım. İçerden su sesleri geliyordu. Zâde banyoda olmalıydı. Yaşlı kadın:

- İçeri geç de kendine bir çanta hazırla yol için. Yiyecekler için de ben mutfakta hazırlıyorum bir çanta.

Yine gülümseyerek cevap verdim. Kıyafetleri aldığım odaya geçtim. Dolabı yine açtı  ve çıktı. Dolapta, beğendiğim elbisenin arkasında, büyükçe, koyu kırmızı, kalınca bir kumaştan yapılmış çanta asılıydı. Aldım. Ne koymalıydım içine? Kalın bir kazak geçirdim elime. Sonra bir şal, bir gömlek daha.Şu çekmecelerde çorap filan olabilir mi? Evet, çoraplar.. İki-üç tane aldım. Hem Zâde de vardı. Ama onun için ayrı hazırlanırdı herhalde… Aaa, çekmeceyi kapatırken bir şeyler tıkırdadı. Tekrar açtım bu kez sonuna dek. Ne güzel: Bir ayna, tarak ve bir kolye. Üçünü de aldım. Kolye basit bir şeydi ama kolyeydi. Boynuma geçirdim. Bandanamı çıkardım ve tarakla taradım saçlarımı. Çekmecenin içini elimle iyice karıştırdım. Oh, bir de krem tüpü. Tam da ihtiyacım olan şey! Neşem yerine gelmişti. Aynayı tutup kremi yüzüme bolca sürdüm. Artık güzelleşebilirdim!

- Tamam mısın güzel yavrum?

- Tamamım.

- Bakayım? Aaa, ne az şey almışsın, koysan bir şeyler daha, belli olmaz bu yolculuk, gerçi hiç ihtiyacın da olmayabilir ama.

- Sağol, bunlar yeter sanırım. Ha, bu kolyeyi de aldım ama.

- Al, kızım. Mesele değil hiçbiri.

İçimden tekrarladım: “ Mesele değil hiçbiri. ” İçeri girdik. Yaşlı mı yaşlı adam yine girdi dış kapıdan içeri. Onu unutmuştum tamamen. “ Babam” dedi yaşlı kadın. “ O da bizimle kalıyor. Duymaz, pek de görmez.”

Zâde ıslak saçlarıyla içeri girdi. Vücuduna cuk diye oturmuş bir gömlek ve pantolon vardı üzerinde. Üniformayı andıran kıyafeti yoktu. Belki de o kıyafeti üniformaydı zaten.

- Sıhhatler olsun, dedim.

- Ne?

- Sıhhatler olsun.

- O da ne demek şimdi?

- Hayda, hiç duymadın mı şimdiye dek? Banyodan sonra böyle denir hep.

- Sıhhatler olsun?

- Evet, iyi dilek manasına.

- Sahi mi? Çok tuhaf?

- Tuhaf olan sensin! dedim. Dokunuyordu söylediği, yaptığı şeyler bana.

- Asıl tuhaf olan sensin. Sor bir, neden diye?

- Sormayacağım.

Beni kızdırıyordu ama sesi ve konuşma tarzı da çok sevimliydi, konuşmayı kesemiyordu insan, bir tuhaftı işte!

- Sor hadi.

- Neden?

- Kendi katmanının dışında olan, dolayısıyla yabancı olan sensin de ondan.

- Bu söylediğin doğru olabilir ama bazı şeyleri bilmiyor olman, hele de böyle basit ve gündelik şeyleri, ki ev sahiplerimize soralım, onlar eminim biliyorlardır, senin tuhaf olduğunu gösterir bir kere.

Kalenin önündeki o tavrı bana öyle dokunmuştu ki hıncımı almak istiyordum.

- Siz hâlâ kavga mı ediyorsunuz?

- Hayır, sadece tartışıyoruz, dedi saçları omzuna dökülen. Yan yan bana bakarken incecik de bir gülümseme kondurmuştu yüzüne. Sordum:

ŞAŞKINIM!

Her şey, şehrin kıyısında,kenarında,dışında, onun hem parçası hem de çıkıntısı gibi duran…antika köşkle karşılaşmamla başlamış,…(s:1)
* Her şey o gün işe geç kalmamla başlamıştı.(s:1)
***
Şifalı bitki çayları ile köşk sahibesi(s:11 ve sonrası)
*Şifalı bitki çayı hazırlayan yaşlı kadın sekansı: …bizimki sana şifalı otlar kaynattı. Bir şeyin kalmaz (s:104)
***
Biz çok evvelce karşılaşmıştık.(s:14)
* S:13’de ilk ima: Biz aslında önceden…(son sayfalarda tekrarlanıyor)
***
…en yakın otobüs durağına gittim. Önümden plakalarının sonu çift biten bir çok otobüs geçti.Az sonra durağa plakasının sonu tek rakamla biten bir otobüs geldi, bindim,nereye gittiği beni ilgilendirmiyordu. Otobüsün içi çok sakindi,…..(s:18 ve 19)
….İkide bir aklımı iğneleyip duran “son durakta inmedim” uğultusunu yok saymalı…(s:26)
*Evler yoktu ama şimdi bir otobüs durağına gelmiştim işte! Ne oturak ne de gölgelik vardı. İki otobüs hiç durmadan geçip gittiler. Biletim var mıydı, cebimi yokladım. Bir tane vardı. İyi. Sonunda bir otobüs durdu. Bindim. Biletimi attım. Doluydu otobüs. Yahu bu belediye otobüsü değil ki! Sanki turistleri taşıyan bir gezi otobüsüydü. Farklı dillerde bir şeyler işitiliyordu durmadan. Herkes konuşuyordu! En arkada kalmış olan boş bir koltuğa yerleştim. Pencereden, az önce yürürken gördüğüm manzara aynen, aynı hoşluğuyla devam ediyordu. Güzel bir bahar akşamıydı bu. Otobüs gittikçe gürültülü ve sıcak olmaya başladı. Pencereler açılan tipte değildiler. Terlemeye başlamıştım bile. Lanet şey, inmeliyim. Otobüsü nasıl durdurmuştum bilemiyorum ama inmiştim. Oh, temiz ve serin hava...burası zaten ineceğim durak olmalı, yoksa otobüsten bu şekilde (ve bir şekilde) inmiş olmazdım??? Karşıya baktım.(s:25in sonu)
****
… senden nefret ediyorum…..uzun saçlı ve inadına güzel yüzlü…
*(s:20) …içlerinden uzun saçları omzuna dökülen…s:6 VE S:1O: Çok güzel bir yüzü vardı. Simsiyah saçları, önde, alnının iki yanına dökülürken, yüzü çok sevimli görünüyordu (s:24 ve sonralarında da geçiyor)
****
Etrafta in cin top oynuyor, içimde bastıramadığım güçlü bir ağlama isteği. Nerdeyim ve ne yapıyorum.(s:25)

*Neden burada, bu haldeydim? Ben, sadece ben olduğumu biliyordum. (S:6)
****
Ağlamayayım artık, olur mu, şiş yüzü hiç sevmem ben, kıpkırmızı olurum, inmez gözlerim hemen. (s:26)

 *S:1o9: Hay aksi, şimdi bir de uyursam kalktığımda şipşiş olurdu gözlerim… Onca şeyin içinde aklıma gelen şeye bak! Gözlerim şişermiş!

*****
…boş odada ilaç kokulu çarşaflarlaydım, hâlâ kendime gelebilmiş değildim. Dün akşam olanlara bir açıklama getirmek istemiyor …(s:28)
* İşte, keskin bir ‘ecza’ kokusu. Deminden beri beni ‘dürtüp’ duran şey buymuş demek ki. S:151 vd.
*****
…çıplak ayaklarla lavoboya koştum,…odadaki komodinin çekmecelerini hızlıca açıp kapadım, ne kağıt ne kalem bulamadım. (s:29)
* s:11o’da kılavuzun lavoboya gidişi ve çıplak ayaklarını farketmesi var.
*****
Bir müddet yol kenarında yavaş yavaş yürüdüm, güneş önümden ayrılmıyor, gölge yapıyor, beni sinir ediyordu.(s:29)
*Yavaşladım ve etrafıma bir göz attım (s:22)Galiba öğle olmuştu. Ama iki taraftaki ağaçlar yeterince gölgeliyorlardı yolu.(s:23)

*****
…demir parmaklıklı kapı ön bahçeye bakıyordu…perde arkasından ve pencere arkasından beni izleyen bir ahali varmış gibi tedirginlik yaşıyor,sanki hareket eden tek canlı benmişim gibi hissediyordum.(s:34)
*Bahçenin duvarları neredeyse boyuma yakın yükseklikte idi ve herhangi bir deliği, aralığı yoktu.Dolayısıyla dışarısını sadece, ortada bulunan parmaklık şeklindeki demir kapıdan görebiliyordum. …(s:26 –27)
*****
…Sonra içimde egemenliği tekrar ele geçirmiş şüphe damarı bas bas bağırmaya ve bir tehlikenin içine düştüğümü anlatmaya çabalayıp dursa da…(s:34 sonu 35 başı)
*İçimde bir parlayıp bir sönen korku yine uyanmıştı. (s:4 ve diğer yerlerde)
*********

* * * ROMANTİK GENÇLİĞİM * * *

                         


ejderhalar çıkarıyorum
duvar kovuklarından

alevler çıkarıyorum
yağmur karaltılarında
hazîn
yürüyorum
uzattım ellerimi
çok uzaklara gitmiş
yıldızlar düşürmüş gelirken
yıldızsız kalınca gece
uyunur
tavanı yok siyah gök


sırt üstü yere yattım
tavansız göğe düşüyorum




                                          ADIMI UNUTTUM
adımı unuttum

adı olmayan yerlerde
ne in
ne cin
ne benî adem
zamanlar içinde
kuşlar uçuyor
kervanlar geçiyor
bir iğne deliğinden
çarşılar kuruluyor
sarayları oyuncak
insanları karınca şehirler
zamanları gördün mü
bir iğne deliğinden


adımı unuttum
adı olmayan yerlerde
geçip gidenlere bakarak