- Korkma, korkma, kötü bir şey değil!
Biraz rahatladım. Yüzüne bakarak devam etmesini istedim. Böyle güzel bir yüzü olduğunu unutmuşum.Kendine has bir güzelliği vardı çehresinin: Siyah ama kalın olmayan kaşlar, siyah ama ince olmayan kirpikler,genişçe bir alın, büyükçe bir burun.
- Tanıdın mı?
- Ne?
- Yüzüme öyle bakınca tanıdığını sandım.
Yine dalıp gitmişim! Hay aksi! Neden böyle yapıyorum ki! Kıvırmalıyım.
- Yok, daldım birden. Söyleyeceğinin ne olabileceği hakkında fikir yürütüyordum kafamda.
Duraksadım lafımın burasında, onu tanımam mı gerekiyormuş? Yani söylemek istediği bu mu?
- Şey, seni tanımam mı gerekiyor?
- Şöyle ki…Evet, biz seninle aynı katmandanız ve tanışıyorduk. İş yerlerimiz bitişikti. Her sabah aynı otobüsle gidiyorduk. Benim nöbetim olduğu zamanlar hariç tabii. Hatırladın mı?
Sanki kendimi sıksam hatırlayacakmışım gibi durdum.
- Maalesef. Ama bu çok mühim değil, öyle değil mi, yani hatırlamayışım? Yani bu iyi bir şey, yani tanışıyor olmamız…
Ne demeliydim ki? Zorluyordum ama ağzımdan bir kelime çıkmıyordu. Bir süre sessizlik oldu. Azer:
- Evet, bu iyi. Gerçi çok iyi tanışmıyorduk ama aynı katmandan ve bu kadar yakın yerlerden olmamız iyi.
- Tabii, birbirimizi daha iyi anlayabiliriz. Benim eksik kaldığım……
- Yok, yok, bu konuda sen sorun yaşamazsın, merak etme.
Konuşmayı bitirmek ister gibi bir edayla söylemişti bu cümleyi. Nitekim son cümlesi de oldu. Ayağa kalktı.
- İyi geceler. Seni yormayayım. Hemen uyumaya çalış.
- İyi geceler.
Biraz ‘bozulmuştum’ galiba. Hep benim beceriksizliğimden. Konuşma ‘bitmeden’ bitmişti. Doğru dürüst bir şeyler söyleyemedim ki adama. Belli ki geldiği yeri özlemiş. Bir tür ‘gurbet’ sayılmaz mı burası? Ben de ‘hemşerisiyim’ işte! Gerçi hafızasız bir hemşeri ne kadar işe yarar, orası meçhul! Ama olsun, yine de bir şeyler söyleyebilirdim herhalde? Ne bileyim….Neyse, sabah olsun bakalım.
Böyle deyip yattım. Yaşlı teyzenin yanından ayrılırken çantama gecelik türü bir şeyler koymadığımı hatırladım. Deve, at, kağnı, düşman, yardım derken düzgün bir yatak geçmemişti ki aklımdan! Ama olsun, böyle de yatabilirdim. Üstümdekiler rahat ve temizdiler. Yatağım da öyle görünüyordu.Çarşafım ve battaniyem, düz, koyu maviydi. Ama yastığım, iri kırmızı çiçekli bir nevresime sahipti ve yatağın yeknesaklığını bozan şeydi. Hatta tüm odanın…
Uzandım. Yorgundum. Bir akşam yemeği, kısa bir toplantı, kısa bir konuşma; bunlar mı beni yormuştu? Ha, öncesinde muayeneler de vardı, doğru ya.
Dışarıdan ses geliyor mu, duymaya çalıştım. Koordinasyon merkezinin sürekli çalıştığını biliyordum. Fakat odama kadar hiçbir ses gelmiyordu. Yalnız kalmıştım. Ve yalnız kalınca yarın sabahı düşündüm. Neler olacaktı, ne yapacaktım, nasıl bir yolculuk olacaktı,düşman nasıldı? Bazı şeyler biliyordum ama bunlar eni konu belirgin şeyler değillerdi. Az önce Pilene’yle konuşurken hissettiğim güven duygusunu yitiriyor muyum? İyice dinledim kendimi. Hayır, korkmuyorum.
Kapım hızla çalınıyordu. Kalbim öylesine çarparak fırlamıştım ki yataktan az kalsın düşüyordum. Hâlâ yanan ampulle aydınlık oda, kısa bir an için, başımın etrafında döndü durdu. Sonradır ki “Girin!” diye bağırmayı akıl edebildim. İçeri giren Zâde’ydi.
- Haydi gidiyoruz, uykucu küçük hanım seni!
- Ama daha yeni yattık!
- Yeni dediğin de 4 saat oldu.
- Ne, sadece 4 saat mi? Bu kadar erken mi gitmek zorundayız?
- Evet, bu kadar erken gitmek zorundayız.
Saçlarımı elimle taradım. Üstümle yattığım için giyinme sorunum yoktu. Yataktan indim. Çarşafı düzeltecektim ki Zâde seslendi kapıdan:
- Gerek yok küçük hanım, vakit kaybetmeyelim!
Yanına ilerledim. Derin bir nefes aldım.
- Peki, gidelim öyleyse.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Ölümü görün yazın bir şeyler, üşenmeyin.
E, üşenmeyin dedik ya:)