NEFS HAKKINDA*

NEFİS (NEFS) ATI

İslam irfanında nefis, daima bir ata benzetilir. İnsanı ebediyete (sonsuzluğa) taşıyacak odur çünkü.

Pek çok insan nefsinden emin olmak için onu öldüresiye tahrip etmek ve yormak ister. Oysa “nefsi öldürmek” tabiri İslam irfanına yabancı bir şeydir. İslam’da esas olan onu öldürmek ve tahrip etmek değil, terbiye ve tezkiye (TDK ,tezkiye: temize çıkarma,aklama) etmektir.

Azgınlık, tıpkı serkeş atta olduğu gibi insan nefsinin temel vasıflarından biridir. İyi bir jokey olamazsanız atınızla her zaman başınız belâda demektir...

Huysuz at, azdırılmış bir nefistir, pimi çekilmiş bomba ya da taşmış bir okyanus…Nefis okyanusunuz bir kez taştıysa, artık tüm hâsseleriniz, akıl, kalp,ruh ve vicdan mekanizmalarınız su altındadır demektir. Tarlanız sular altında kaldıysa onda iyi bir şeyler bitiremezsiniz, hatta hiçbir şey bitiremezsiniz.

*Aydan Atlayan Kedi blogundan aşağıdaki satırları okuduğumda bu notlarım aklıma geldi. İnsanı yukarıdaki (nefsi) halleriyle en kıymetli varlık kabul edemeyiz elbette ki...

AYDAN ATLAYAN KEDİ'den:

Evet insan değiştirme ve biçimlendirme gücüne sahip.

BENİM ADIM EBRULİ,BİRAZ GERÇEK,BİRAZ RÜYA...

Uyanır gece yarısı, yoktan sevda yaparım
Adamım, bu küçük işlere ben bakarım…

Kelebeklerin aklı benim,
Gemilerle her gece ben, çok uzaklardan          dönerim…


Hiçbir ebru sayfası, yapılageldiği  yüzlerce yılda, bir diğerinin eşi olmamıştır. Bu mümkinat dairesinde değildir. Kitrenin üzerine, ruhunuzun o anki ritmiyle attığınız boyalar, sizin iradenizi daha fırça boya kavanozundan çıkar çıkmaz terk edip kendi uzak denizinin dalgalarını oluşturacaktır.  Bizlerle çizdiğiniz her çizgi, çektiğiniz her tarak, ördüğünüz her şal, kağıt üzerine çıktıkça sizi hayretlere düşürecek, altına attığınız imzaya gizlice gülecektir.

Başı buyrukluğunu, siz ona emek verdikçe bırakır ebru. Hani meşhurdur “Sevgi emek ister.” repliği. O da emek ister sizden,vefa ister. O zaman size açıldıkça açılır ebru, üzerine kuşlar,çiçekler kondurmanıza da izin verir, resimler çizmenize de…Başkalaşır ve size boyun eğmeye başlar. Yine de yanılmayın,asla siz olmaz ebru. Özü başına buyruktur. Rastlantıları sever. Son ana kadar kağıdın yüzeyine ne çıkacağı belli değildir asla.

Ebru, böyle bir şey işte. Ona heves etmek değil aşık olmak gerek. Bu cümleyi böyle kurdum çünkü onun nazına ancak böyle sabredebilir ve güzelliğine ancak böyle vasıl olabilirsiniz.

Diğer geleneksel sanatlarımızın hepsini kucaklamasıyla, onlara bağrını açmasıyla da cömerttir aslında. Hat başta olmak üzere her yerde karşımıza çıkması muhtemeldir.

Ebruya güzelleme yapmak  bir vefasız olarak benim haddim değil. Ama burada İzmir’in adını İstanbul gibi bir merkeze ve tüm ülkeye duyurmuş olan, bana karşı da çok sabırlı değerli hocam Süreyya B. Uyan Hanımı anmadan geçecek kadar vefasız da değilim J

İKİ ŞAİR İKİ ZAMAN

Kitaplık raflarını düzenlerken çok önceden okuduğum iki şiir kitabı elime geldi: Özdemir Asaf’ın Yalnızlık Paylaşılmaz (2001 basım) ve İbrahim Kiras’ın Gerçek Hayat (1997 basım)

İki şairin de bende başka kitapları yok. Dolayısıyla bu şairleri, kendime genelleyen bir yorumum yok. Ama ilk okuduğumda İbrahim Kiras’ın şiirlerini beğenmiş, Ö. Asaf’ınkilere ise ısınamamıştım.

İkinci okuyuşta ise Kiras’tan işaretlediğim şiir sayısı çok çok azaldı. Ö. Asaf’ın ise    –şiire yakışmadığını düşünsem de- kullandığı özdeyişlerin kimisi hoşuma gitti, bazı şiirlerin de sadece bazı kısımları. Demek ki zamanla beğenilerde –az ya da çok- farklılaşmalar olabiliyormuş. Bir kez daha kaydettik J

BİLDİĞİM

Sana bakmaktan
Onu göremiyorum.
Bilmiyorum bunda ne var.

Bunu ben anlamam,
Bir o var,
O anlar.
                            Ö. Asaf
DİYEK

Türkiye’de İstanbul ne ise,
İstanbul’da gece ne ise,
Gecede yürümek ne ise,
Yürürken düşünmek ne ise,
Seni unutmamacasına düşünmek ne ise,
Unutmamanın anlamı ne ise,
Seni sevmek ne ise,
Saklayayım,yok söyleyeyim derken
Birden aşka düşmek ne ise..
Her neyse.
                            Ö. Asaf

POET IS PRIEST

İnsan annesini sever ve tanrıya inanır
bir orta noktası yoktur dünyanın
garip şekiller çizilebilir
değişim bir yerde mutlaka gereklidir
su beyaz ama yalnız beyaz değil
yanında ötekiler var
yeryüzü dar dünya küçük mü neymiş
herkes sefertasını alsın
bozuk paralar hazır olsun diyorlar
sen mi konuşuyorsun kim konuşuyor
benim bildiklerimi de sen bilmiyorsun
ben boşlukları dolduruyorum
….
bazı boşluklar dolmuyor
üstünü çizdiğim yerler doğruymuş
mesela Türkiyeyi kimse sevmiyor
çünkü Ginsberg yalancının tekidir
(ama onca yalanı boşuna mı söyledi?)
sevgilini dağa kaldırmış haydut bile gelsin
ona da güleryüz göstereceksin
felsefesinden hareket ediliyor
ölü kırlangıçlar bulunuyor yolda
insan gülerken gömecek sevdiğini çukura
nasılsa her şey bir gök altında
bir gökyüzünde güleryüz gösterir
ışık kırılır..Toprak ağırdır..Su beyaz
başkası nereye kadar gitmişti
oraya kadar gösterdin bana
herkesin kendi elinde tuttuğu kâğıtları
yanındakine göstermeden okuması
zor biliyorsun ama ben bilmiyordum
nasıl duruyor yerli yerinde
diye bir soru sormuştuk bir kubbenin altında
belki kendime bakarak bir konuşsam
bir yerde sakallarıyla Fidel
bir yerde sakallarıyla İmam
ve Kaddafi rengi gözlerin senin
nereye doğru bakacaklar?
diye de sorulabilirdi
şimdi yalnız soruları kaldırsam
kendimi görebilirim yalnız
çığlıklar atarak geçen gençliğimi
bile bir yere kaldırıyor sorular
orada o var sen varsın
burada kendini ayıklayan ben
yine de kaçmıyorum
sığınacak bir yer de aramıyorum
bir hain var aramızda ona yer açıyorum
ne de olsa sonsuza kadar ihanete açığız
artık iyice anladım
insan yalnız annesini sever
ve tanrıya inanır yalnız.
                            İbrahim Kiras




FİLM Mİ, HEMINGWAY Mİ?


Aslında taze izlediğim bir filmden bahsedeyim diyordum ama belki sonra: Hemingway ağır bastı galiba. (Aklımda Demir Lady vardı ama arkadaşım “Canım sıkkın,eğlenceli bir şey olsun” deyince Entelköy Efeköy’e Karşı’yı seçmek zorunda kaldım,iyi güldük gerçi, boş ve soğuk salonda ısındık biraz.Demir Lady  olsa eyiydi, Hemingway'e kalmazdım ya, arkadaş kurbanıyız J)

Hemingway’i, Silahlara Veda’sından sonra özel olarak okumam bir daha diyordum. Hayır, kötü olduğundan değil, bana biraz kuru geldiğinden,daha doğrusu konusunu sevemediğimden…Bilemiyorum işte, çok da başucu kitabım değil.

Bu kitabın da kapağında roman yazmasına aldırmayıp içine bakınca hikâyeler olduğunu gördüm. Eski püskü, cep boy, aldım işte.En çok da  kapağını bir çocuğun karaladığı belli olduğundan ısınıverdim kitaba, yani onun benden önceki hayatınaJ


İkisi uzun olmak üzere ( Klimanjaro’nun Karları, Yenilmez Adam) 9 hikâye var:

Klimanjaro’nun Karları, Yenilmez Adam,İsviçre’ye Övgü,Yağmur Altındaki Kedi, Mr. ve Mrs.Elliot, Bir Günlük Bekleyiş, Michigan Taraflarında, Kızılderililer Kampı, Bizim Peder.

Bir boğa güreşçisini ve boğa güreşlerini anlatan Yenilmez Adam haricinde hepsini sevdim. Klasik, ama belirli sonu olmayan,yalın bir dille yazılmış,kesit halinde hikâyeler. Gündelik hayat içinde değişik, zorlu hayatlardan acı,kaygı,ölüm,korku,sevgi isteği… bezeli kesitler…  Kısa ve güzel bir yolculuktu. İsviçre’ye Övgü pek muzipti,ayrı sevdim. Üşenmeyip aşağıya yazdığım bu kısa hikâyeyi de. (Aslında İsviçre’ye Övgü’yü yazacaktım ama bu çok daha kısaydıJ)

YAĞMUR ALTINDAKİ KEDİ

YAZMAK İSTEDİĞİM MİMLER







2. ÜÇ BÜYÜKLER*

Bu 3 büyükler elbette ki Bach, Beethoven ve Mozart.

Beethoven deyince –belki çoğumuz gibi- Für Elise gelir aklıma. (Önce burda çok beğendiğim  benim klasik müzik macerama benzeyen bir yazı vardı,unutmadan ekleyeyim :Yine Beethoven Kazandı)

Bir piyano hayranı olan ben için kaçınılmaz bir netice… Notaların sadece adını bilen ben sanki hepsini kendi ellerimle yazmışım gibidir…”Elise İçin” (bu şanslı hatunun kimliğine dair kesinlik de yoktur) anlamına gelen bu latif parça (25. numaralı la minör bagatel) sonra sonra okulların teneffüs zili olarak “halka inmiştir” J Für Elise ile başlayan Beethoven sevgimin diğer eserlerini dinledikçe pekiştiğini kamuoyuna duyurmayı da borç bilirim.

Mozart’ın 4o.Senfonisi çok çalardı radyoda.

YAZMAK İSTEDİĞİM MİMLER



Müziğin bende yeri vardır.

Müzik öyle bir şeydir ki, onu yakalayan eller (gerçek müzisyenler,sanatçılar) ondan ne renk tonları, ne kifayetler çıkarırlar, ne ilmekler atar, ipekler dokurlar! Çok azdırlar ama bunlar,çok az…(Öyle olması belki daha iyi. Her şeyin sahtesi olduğu gibi benim canımın içi müziğin de sahteleri var artık, müzisyen adını hak etmeyen ellerden çıkan. Onları es geçmelidir.)


“Müzik damağıma” uyan çok ve çeşitli müzikler vardır ama genelleme yaparım yine de. Ki düşünelim bir, radyoda sadece TRT var (kasetin ne olduğunu bile bilmiyoruz,bilsek de harçlığımız almaya yetmez ayriyetenJ) ve “Solistlerden Nihavend Makamında Şarkılar” dinliyorsunuz,ardından “Beethoven,Listz,Bisette”, sonra Beraber ve Solo Türküler, akşam da “Hafif Batı Müziği” yahut "Türkçe Sözlü Hafif Müzik"… İşte öyle ortaya karışık bir müzik menüsü. Bunun belki tek kötü  yanı hiç birinin mütehassısı olamıyorsunuz. Misal bir şarkı çaldığında nihavend mi,hüzzam mı olduğunu söyleyebilmek isterdim.J 

Gelelim sadede, “sevdiğimiz şarkılar ve onların bizdeki anıları ve/ veya uyandırdığı hisler” konulu  bu mimi, bana gönderilmemişse de yazmak isteyişimin nedeni hep yapmak istediğim ama asla başaramadığım bir yazı konusu olması. Yine de deneyeceğim. J

SİNYOR MARQUEZ'İN 12 GEZİCİ ÖYKÜ'SÜ

Çamur da  pek beğendi. 


Turgut Uyar’ın Büyük Saat’i hayli hacimli olunca araya başka kitapların girmesi benim açımdan kaçınılmazdı.

Marquez’in sırf girişteki “Neden on iki,neden öykü ve neden gezici?” kısmı için (A.Ural programlarından birinde okumuştu) bile alırdım kitabı  ki öyle de oldu.

Eski mahalleden Niğde’li komşumuz Salih amcanın tıpkısı (bknz. arka kapak resmi,bknz. Salih bey amca) olan Sinyor Marquez ile tanışıklığımız Yüzyıllık Yalnızlık’a dayanır. Hemen bir kıyaslama yapacak olursak, haliyle, hacimli o romandaki karmaşa,ağırlık yok bu öykülerde.

Ama yazarımızın “büyülü gerçekçilik” tabir edilen üslubunu yine görmekteyiz. Arka kapakta yazdığı gibi “Usta, gerçekçilik dünyasıyla düşler dünyasını buluşturmaktaki eşsiz yeteneğini bir kez daha ortaya koyuyor.”(…) 1982 Nobel ödüllü Marquez, 18 yıllık (yanlış yok,18) bir zaman diliminde aralıklarla kaleme aldığı kısa öyküleri bir araya getiriyor.”

Bu 18 yılın serüveni başlı başına bir öykü bence.

BİR TÜRLÜ



Geçmedi bir türlü
Kırmızılık
Alacakaranlık.
Yağmur
Şıpırtı.
Kısa cümleler kurmak istiyorum.
Sonunda en ağır başlı noktalar.
Cismim hacimsiz olsa en ölçülemeyeninden ve en şikâyetsiz.
Kâğıt kokardı. Eskiden.
En baskınından z’nin, domatez diye bağırasım da var.
Ama en ağır başlı nokta ile. Ünlemsiz.
Yeis bataklık
Bile isteye, bu gebe gökyüzü de
Siyah ve beyazın en bereketli ateşkesi iken.






:)))




FARGO


Meşhur Coen kardeşlerden ilk izleyip beğendiğim film olmuştu Fargo.  F.McDormand’a en iyi kadın oyuncu Oscar’ını getirmiş bu film 1997’de. Joel ve Ethan Coen biraderlere ise “Best Writing, Screenplay Written Directly for the Screen” Oscar’ını kazandırmış.

TELEFONDA İYİ LOŞ ODA

Foto: Hiromu Kira




Sizin loş evlerinize bayılıyorum akşam gibi loş bir şeyler bekler
                                                                                    gibi öyle loş

Sarımsak demetlerinden artakalmış güneşler gelip durur
                                                        kapınıza eşinir kişner döner öyle

Ağlar mısınız şarkı mı söylersiniz şimdilerde hay sizi andım
                                                                                              ışıdım

Telefon çalar bir gelin alayını haber verirler Carmen’den
                                                                        bir aryaya durursunuz

Hay sizi andım sevindim
Oysa ne resim sergisi umurumdaydı ne bizleri kapıdan üfüren
                                                                                            şu şehir

Herkesin gözü benim sevdiğimde oysa benim sevdiğimin
ayrılığı yok oysa ben hem sevmeyi hem
 susmayı biliyorum

Siz olmasaydınız ben ne yapardım bu loş günde bu
      yardımsız avuntusuz bungun

Ya sizi anmalıydım ya bir yangına hortum tutmalıydım
                                                                   alevlere ateşlere küllere

Siz kimsiniz bu orman bozgunu yeşil perdeleri  nasıl
                                                                    uydurdunuz Allah aşkına

Baktıkça bir yeşil oluyor ne elden ne koldan ne mermerden
Beni elimden tutun taş yollardan geçirin evinize götürün su
                                                                                     verin bana

Bu ne yeşil piyano çalarsınız sesiniz güzeldir loştur aralıktır
                                                                          ben duyarım bir bir

BİLİNMEK İSTEMEK




“- Ne istiyorsun benden?
- Seni ne kadar çok sevdiğimi bilmeni istiyorum!

Ekranın başından kalkıp balkona çıkıyorum. Güneş, sanki Picasso'nun güneşi. Erkek kahramanın, samimi olduğunu bildiğimiz son sözleri bir kez daha aklımdan geçiyor. Projektörlerim cümlenin sonunu yakalıyorlar : Bilmeni istiyorum.

Bilinmek istemek.
        
Mutasavvıfların "Bilinmek istedi." * cümlesi takılıyor ikinci vagon olarak.

Düşünüyorum: Herkes bilinmek istiyor galiba. Bir şekilde "Ben de varım, buradayım, hey, bakın!" filan demek istiyoruz. Belki sadece bir kısmımız  bilinçli olarak bunun farkında. Farkında ve acısını çekiyor. Daha az bir kısmımız da ciddi bir hareket planı uyguluyor.

Sanatçılar; yazar-çizer takımı mı bunu daha derinden hissedenler acaba?

“Sanatımın, benim için ne anlam taşıdığını biliyordun; kendimi önce kendime, sonra da tüm dünyaya anlattığım başlıca  görkemli araçtı o.(…)” der Oscar Wilde De Profundis’de.

“Önce kendime,sonra da tüm dünyaya”…

İnsan,önce kendini tanıyor; tanımlıyor,farkına varıyor. Ergenlik çağından bahsetmiyorum sadece, bahsettiğimiz daha uzun ve derin bir süreç**. Yunus Emre’nin dediği aklıma geliyor şimdi de, tam olarak bunu kastetmesek de : İlim kendin bilmektir.
  
Kendini tanımak hangi yollardan geçer? Bu durağa mı gelsin düşünceler? Hayır, burada kalsın. Ama yorumlar serbestJ


*Allah’ın neden insanları yarattığına dair soruya verilen cevap.
(**süreç: (Process)1.Bir amaca yönelmiş olan sürekli değişimlerin tümü. 2. Olayların zaman içinde belli bir gelişme göstererek sürüp gitmesi.
 BSTS / Eğitim Terimleri Sözlüğü 1974)

Burası da sevgili Suzan Nur’un makalesinden:( renkli ve diğer vurgular bana ait)

Mondrian, bu yaşam güzelleştikçe sanat da ortadan kalkacaktır, diyor; sanat için amacını da ortaya koyarak. Öyleyse sanat hiç ortadan kalkmayacak, sûr’a üflenilecek ân gelene değin… Aristo, Platon, Plotinus, Schelling, Hegel, Kant, Klee, Kandinsky, Mondrian… Sanata dair bunca söylemin içinde Schelling şöyle diyor: