ÖLÜRKEN ELİMİZİ


tutacak biri olacak mı yanımızda? Bu soruyu …'a soruverdim, sanırım geçen haftaydı. Benim bu tip cümleler kurmamın ardında (…yazar burayı iki sebepten ötürü siler.) vardır. Fakat, kandil vesilesiyle bir dostumu aradığımda o da aynı cümleyi söyledi.  Sonrasında bu cümleyi yakın zamanda, yazılı olarak okuduğumu kesinkez hatırladım; ya Woolf'un kitabındaydı, ya da bir blog yazısıydı. Yazılı olduğunu biliyorum.

Böyle ard arda gelen "tesadüflerden" nefret ederim bazen, çünkü (…burayı tamamen başka bir sebepten siler) değilimdir. (Bir tanesi yine yakınlarda oldu ve kafayı yemek üzereyim. Benzeri şey öykülerimi yazarken de oluyor, ya da blog için hazırladığım bir yazıda. Bir bakıyorum tasarladığım öykü, ya tam olarak konusu ya da biçemi ile daha önce yazılmış. Özgün bir şekilde yeniden tasarlanabillir mi? Yoksa at çöpe. Blog yazısı söz konusu ise, yayınlasam, önce benzer şeyi yazmış olanın ya da ortak okurların içine şüphe gelebilir.)  

SİMİRNA CİNAYETLERİ


Okumalarımı eski çeşitliliğine kavuşturmak adına polisiye ve felsefe okumaları yapmaya karar vermiştim. Evvelsi hafta bir Agatha Cristie almıştım ki ertesi gün, haftalık edebiyat atölyemizde, gelecek söyleşinin konusunun polisiye roman olacağını öğrendim. Yuppii J Daha güzeli ise o hafta dersimize misafir olan kişinin, söyleşinin de konuğu olan Suphi Varım olmasıydı. Kendisinin iki polisiye kitabı çıkmış bir ekonomi doktoru olduğunu da ekleyelim unutmadan. İşte, hazır polisiye okuyacakken yeni bir yazarın da tadını çıkarayım dedimJ

Evet efendiler, bir İzmirli olarak Suphi Varım ismi kulağımıza çalınmış olsa da, kitapla tanışma hikâyemiz kısaca böyleJ

Başından sonuna kadar kendini okutan, acaba katil kim ya da kimler ve niçün yaptı bu hayınlıkları diye merakınızın eksilmediği bir polisiye Simirna Cinayetleri. Bir yığın karakter, her an yeni bir olayın gerçekleşmesi  ya da durumun keşfedilmesiyle işlerin karıştığı bir olaylar yumağı.

BULUŞMA


Feribota yetişmem lazım. Kahrolasıca denizlerle çevrili değilmişiz gibi gereksiz görülüyor fazladan sefer; sadece saatte bir var feribot. Ayakkabılarımı son anda değiştirdim: İnce topuklularla  şifon buluz daha şıktır.

İçimde bir sıkıntı var. Buluşacağım kişiyle tanışmamızda kıramadığım bir arkadaşım ısrar etti. Oysa boşanmamın üzerinden sadece iki yıl geçti ve kendime gelmiş sayılmam. Uzun bir süre erkek sesine bile tahammül edemedim. Ama arkadaşım haftalardır tanışmamızda ısrar ediyor. Ve anlattıklarıyla aklımı çelmeyi başarmış görünüyor. Yine de her an eve  geri dönebilirim. Karşı iskelede beni bekleyecek ve birlikte buluşacağımız yere gideceğiz. Offf… kendimi nasıl bu duruma soktum bilemiyorum. Arayıp gelemeyeceğimi söylesem…Yüzüme bakmaz….Amaann, gönlünü alırım ben onun. Ama kapı komşuyuz, yüz yüze bakıyoruz, zor olabilir…

...










O zamanlar bazı çocuk dergilerinde yazılarım çıkıyordu...Karşılığında  imzalı kitaplar hediye gelirdi :)






O DA BENİ DÜŞÜNÜYOR MU?


"Boşluğun yanına bir de..." diyor ve susuyor. İçimden yarım kalmış cümlesini tamamlamaya çalışıyorum. Vazgeçiyorum.

Bu ona haksızlık olacak. Kim, kimin cümlelerini tamamlayabilir ki! Yarım cümleleri, yarım cümlelerin sahibi tamamlamalı. Yalnızca yarım cümleler mi? Yarım kalmış hayatları da başkası tamamlayabilir mi? İçimdeki sesleri zar zor bastırıp suskunluğunu dinliyorum. Hava ağırlaşıyor.

Ağlaması kesilince, "Ne diyordum ben?" der gibi bakıyor. "Boşluğun yanına bir de" diye hatırlatıyorum. "Bir de, öyle bir yokluk eşlik ediyor ki; kendi varlığıma tahammülüm kalmadı."

Daha üç beş ay önce, "Aşk" demişti, "kendi benliğinden vazgeçmek, bir başkasında yok olmaktır." İnandığım hakikatler değildi bunlar. Ben de inanmak isterdim aşkın büyüsüne. Kapılıp gitmek, yok olmak, kendinden vazgeçerek hiçliğin içinde varoluşun yüklerinden sıyrılmak ne de güzel olurdu. Ama suç bende değildi. Dinlediğim hikâyelerdi büyü bozucu olan. Sesimi çıkarmamıştım. Büyülenmişti. Mutluydu. Birbirlerini çok sevdiklerini anlatırken gözlerinden parıltılar dökülüyordu. Birden canlanmış, depresyonu iyileşmişti. Aşk, ilacı olmuştu. Sesimi çıkarmamıştım, çünkü aşk zaten zamanı gelince konuşacaktı. Zamanı gelmişti ve ağlayarak konuşuyordu aşk.

"Her şey iyi gidiyordu. Tâ ki, ailesi karşı çıkana dek." Gözlerinde kızgınlık okunuyor. "Ben 'mücadele edelim' dedim, ama o pes etti."

FERIA D'AGOSTO


Ağustosta Tatil, Pavese'in, bir-ikisi hariç, 1941-1944 yılları arasında yazdığı öykülerden ve yazılardan oluşuyor.

Yoğun olarak çocukluk anılarının baş gösterdiği, haliyle İtalya kır ve köylerinin betimlemeleri ve onların hassas bir çocukta ve gençte buraktığı izler, hayeller,tatlar, düşünceler yumağı.

1908'de doğmuş ve 1950'de, 48 yaşında intihar etmiş Pavese'in bu kitabı 240 sayfa kadar ve kısalı uzunlu bir çok öyküyü içeriyor. Ucu açık öyküler, düpedüz anılar, klasik öyküler, felsefik anlatımlar, şiire dair yazılar…Karışık bir kitap diyebilirim. İlk başlarda pastorallikten sıkıldıysam da ileride çok güzel satırlar ve öyküler beni karşıladı. Ne ki çeviride sorun vardı. Bağlaçların yokluğu, tamlama eksikliği, edat yanlışları…Pavese'in yoğun lirik anlatımı ile birleşince sık sık koptum kitaptan. (Neden Can yayınlarının stok eritme programına kaldığı anlaşıldı :p) Ancak dediğim gibi ileride altını çizdiğim, hah, işte buydu, dediğim yerler oldu. Onun kendini (insanı) tanıdığı ve anlattığı, dondurarak irdelediği ve şiirle söylediği  yaşamak fotoğrafları benim hoşuma gitti.

Sonuç, Pavese'den bir kitap daha okunacak :)

Altı çizilenlerden:

Gençlikte hayal kurarken temkinli davranmak gerektiğini, çünkü gün gelip bunların tümünün gerçek olacağını kim söylemiş bilmem. Eğer bu doğruysa, tüm yazgımızın, biz mantık çağımıza gelmeden kemiklerimize kazınmış olacağı anlamına gelir.
*
İşte herkes kendi çocukluğuna ait yerleri böyle anımsar; buralarda onları "biricik" kılan olaylar olmuştur ve efsanevi bir onayla bu mekân dünyanın geride kalan kısmına göre bir üstünlük kazanmıştır.

Kitabın adı: Ağustosta Tatil
Yazarı: C. Pavese
Çeviren: Eren Cendey
Basım yılı:1999
Yayınevi :Can

KENDİNE AİT BİR ODA


Çok yakın bir zamanda, 1928'de bile, "demokrasinin beşiği" İngiltere'de, nasıl bir kadın düşmanlığı varmış! Woolf  ya da o önemdeki diğer kadınların "feminist" olmaması mümkün değilmiş ki!

"Bazı şartları taşıyorlarsa" seçme hakkı 1919'da verilmiş kadınların, değil üniversiteye gitmeleri, üniversitelerin kütüphanelerine yazılı izin belgesi alarak ya da öğretim üyelerinin birinin yanında ancak girebildikleri, onu geçin Oxford ve Cambridge gibi "soylu" üniversitelerin çim sahalarından bile geçmelerinin yasak olduğu bir İngiltere'de, Woolf'a "Kurmaca ve Kadın" başlıklı bir konferans sipariş eder,  binbir zahmetle açılan iki kadın kolejinin ileri gelenleri. Ve Woolf, birkaç sayfalık bir kuru metin yazıp ortaya çıkacak kadın değildir kesinlikle.

Woolf, bu konferans için düşünürken tam anlamıyla düşünmüş: İngiliz kadının,14oo'lü yıllarda, "tıpkı doğudaki" bir toplumda sıkça rastladığımız gibi, daha beşikteyken,ailelerin para ve konum açısından uygun gördüğü "bebekle" nişanlanması, ailenin istediği evliliği yapmak istemezse kilit altına alınıp hatta dövülebildiği bir geçmişten 19oo'lere gelerek sosyolojik ve psikolojik açıdan öyle değerlendirmeler yapıyor ki, kadınların daha az zeki ve yetenekli olduğunu yazan anlı şanlı profesörlere tabir yerindeyse " Urfa'da Oxford vardı da biz mi gitmedik?" Ya da " Evden dışarı çıkartıldık mı ki dünya üzerine yazacak sözümüz olsun?" diyor…

O  kadar yerin altını çizdim ki burada yazmam ya da özetlemem mümkün görünmüyor.

Kendine Ait Bir Oda,  sanırım daha çok, yazmak, yazar olmak isteyenlere salık verilen bir kitap.  

Sonuç olarak şunu yazayım: Kitabı okurken, öncellikle İngiliz kadınının, bizzat entelektüel ve soylu erkeklerce aşağılanışına, sonra da Woolf'un gözlem ve düşünce gücüne, şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. 


Adı: Kendine Ait Bir Oda
Yazarı: Virginia Woolf
Yayınevi:Kırmızı Kedi
Çeviri: İlknur  Özdemir
Basım yılı: 2012

YENİ EVLİLER,EVLENECEKLER YA DA EŞİNİ YENİLEYECEKLERE AMME HİZMETİ :

EVLİLİKTE YENİ ROLLERE UYUM

* Evlilik önce romantik bir ilişki olarak başlar. Sonra güç mücadelesine dönüşür.

* Bir taraf hep verici olursa  ruh sağlığı bozulur.

* Evliliğe alışma sürecinde yaşananları kazanım olarak görebilmek, çiftin şansıdır.

* O evlilikte ortaya çıkabilecek sorunlar, genelde flört aşamasından belli olur.

*Evlilikte ilk şart öz bilinçtir; yani kişinin kendini tanıması, güçlü-zayıf yönlerini, yeteneklerini…bilmesidir.

* Birbirini "suçlamadan konuşmak" gibi basit ama önemli farkındalıklar gerektirir.

AŞKI BEKLERKEN BULDUĞUMLA YETİNDİM: ANNA KARENİNA


Aynen böyle oldu. Sebepler çok. Yazmasam daha iyi. Lakin, birazını yazacağımdır şimdi.

Aşk gelmedi İzmir'e. Bir önceki harika sinemasal yazımda belirttiğim üzre Hanneke'nin Amour'unu bekliyordum. (Ney, yoksa film olmayan aşktan ve dahi özel hayatımdan bahsettiğimi mi sandınız? :p )  Lan, nerede kaldı bu film diye diye web sayfalarını dolaşıyorum İzmir sinemalarının. Nerden bileyim  bu "sanatsal" filmin koca Türkiye'de sadece 3 salonda gösterildiğini ve o salonlardan birinin de İzmir'de olmadığını? Saf bir hatun kişi olduğumu söylemiştim değil mi? Böyle bir filmin eğlence endüstrisinde yer bulacağını düşünecek kadar safım J Ama yani Cannes'da adaylık, ödüller filan,reklam meklam, bir haftalığına da olsa gelir dediydik, bu mantık da tutmadı.

TOPLUM BÖCEĞİ- KEREM IŞIK



Belki başka  bir dönemde okusaydım "Gayet güzel" diye başlayabilirdim bu kitabı anlatmaya. Ama belki de yine aynı şeyleri yazardım. Bunu test edebilmemizin tek yolu, başka bir zamanda, kitabı yeni baştan okumak gibi görünüyor.( Uzak ihtimal:))

Önce arka kapak yazısı. Burada kapağı "arka kapak saçmalıkları" etiketine dahil etmeme neden olan hakaret kelimelerinin altını çiziyorum:

"Kerem Işık, ilk kitabı "Aslında Cennet de Yok" tan sonra ikinci kitabı "Toplum Böceği" nde farklı tonda öykülerle çıkıyor okurun karşısına. Toplum Böceği bugünün kalabalık, çıkar çatışmalarına dayalı dünyasını anlamaya yönelik, güncel bir damardan ilerleyen, değişen teknoloji ve hız çağında bireyin açmazlarını odağa alan öykülerden oluşuyor. Toplum Böceği ironiyi, mizahı, dil oyunlarını da devreye sokarak, topluma uyumlu birey yetiştirme, kariyer yapma, mutluluk arayışı karşısında cinnet eşiğinde dolaşan bireyin küçüldükçe küçülen, böceksi yaşamını odağa alan öykülerle bizi hapsolduğumuz derin uykuda ısırmaya hazır, bıyık altından gülen bir kitap."

Evet efendim, bu cümle ben gibi bir okura hakarettir, hatta çoğu okura hakarettir. Her bi' şeyin farkındayım ben efem, her sabah TRT Türk'te Dünyanın Haberi'ni izlediğim gibi Deutche Welle'nin, BBC Türkiye'nin web sayfasını da eksik etmiyorum gözlerimden. Daha ne uykusu ayol!  J

Onun dışında kitaptaki öykü tiplerini ve üslubu doğru söylemiş bu "arka kapak yazısı."

Neyse, kitabı iki ay önce büyükçe diyebileceğim bir merakla almış, ilk sayfayı okuduktan sonra bırakmıştım. Dün itibariyle, kitaplığımda okunmamış kitap olmasından duyduğum o saçma rahatsızlık hissine yine kapılıp okumaya başladım ve bitirdim.

Sorunsuz bir Türkçe, akıcı diyebileceğim bir anlatım. Ama öykülerin bazılarında öyle sıkıldım ki birkaç sayfayı okumadan atladım. Uzadıkça uzamıştı öykü, tek saikim acaba ne demiş sonunda oldu. Tabii bu, benim o saçma bitirme duygumdan mı kaynaklandı, yoksa öykü kendini buna rağmen okutma gücüne mi sahipti ona karar verecek durumda değilim şu anda.

BİR FİNCAN KAHVENİN FİYATI


Başlıklı haberin ne tarihini ne muhabirini yazmışım ama içeriğe göre 2008 sonrası. Çok ilginç ve önemli bence:

Yeryüzünün % 71'i suyla kaplı olmasına rağmen bunun ancak % 3'ü içilebilir. Bunun da üçte ikisi buz halinde kutuplarda. Bu gerçeklerden yola çıkan bir İngiliz profesörü (J. Antony Allan) bir çalışma ile Virtual Water (Sanal Su) kavramını oluşturmuş. Bu kavramı gıda ve diğer ürünlerin üretilmesi sırasında gerekli olan toplam kullanılabilir su miktarı olarak tarif etmiş ve  çalışmasıyla 2008 Stockholm Su Ödülünü almış (Su ödülüne dikkatinizi çekerim. Siz de foşur foşur araba yıkayın,saatlerce banyolardan çıkmayın, tü sizeJ) Sanal su kavramı bize suyun tek damlasını bile israf etmemiz gerektiğini o kadar güzel açıklıyor ki. Sadece su mu, diğer şeyleri de…Mesela bir kilo sığır eti 16 bin litre sanal su içeriyor. Yani bir kilo sığır etinin üretimi için 16 bin litre su gereklidir. ( hayvanın beslenmesini vs. de düşünürsek hiç de abartılı değil!) Bir fincan kahvenin üretimi içinse 140 litre suya ihtiyacımız var. Eğer bu bir fincan kahve dökülüp israf edilirse, sadece bir fincan kahve değil, 140 litre kullanılabilir su da israf edilmiş olacaktır.

Evet, haberin özeti bu şekilde. Fazla lafa gerek yok sanırım: Arif olan anlar ve israf etmez!

Au revoir canlarım J

İSTEK ÜZERİNE

Aslında bu yazıyı facebook'ta yayınlamıştım ve burada paylaşmayı düşünmüyordum. Ama sevgili insandan kaçan hümanistimiz reca edince kırmak olmazdı... 

Aşağıdaki yazı, geçen yıllar içinde kesip sakladığım kupürlerin bazılarından çıkardığım notlardan oluştu.

*

Cemal Şakar'ın, 2008'de çıkan Hayalperdesi adlı öykü kitabı hakkında yapılmış bir röportajı kesip saklamışım. İkinci kez okuduğumda altını çizdiklerimden bazıları:

…Öykülerimi açıklamak, onları yazdıran muharrik gücü faş etmek istemem. Zira öykülerin bendeki karşılıklarını açıklamanın, okurun muhayyilesindeki muhtemel zenginlikleri daraltmak, öldürmek anlamına gelmesinden korkarım.

*
(Peki siz neresinde duruyorsunuz öykü kişilerinizi yazarken, hangi mesafeden bakıyorsunuz onlara, sorusuna karşılık olarak) Doğrusunu isterseniz oldukça netameli bir konu. Onlar benim, desem kahramanların hayalî kişiliklerine haksızlık etmiş olacağım; hayır,benimle ilgisi yok desem kendime ihanet etmiş olacağım.(…)

*
(…Kitapta, yer yer metinle oynamalar dikkat çekiyor.Bu türden biçim ve teknik arayışları tehlikeli olmuyor mu, sorusuna karşılık olarak) Elbette tehlikeli. Ama riski göze almadan da yeni bir şeyler yapabilmek zor. (…)

***

Sonra Beşir Ayvazoğlu'nun Edebiyat ve Dedikodu başlıklı ve 2009 tarihli bir köşe yazısı. Şöyle başlıyor: Eserlerini severek okuduğumuz birçok şair ve yazarın biyografilerini ayrıntılı bir biçimde ele aldığınız zaman sizin zihnininizde barışık olarak bir arada  yaşayan, sanat ve düşünce dünyanızı birlikte şekillendiren bu şahsiyetlerin gerçekte birbirleriyle sürekli didiştiklerini görerek hayrete düşersiniz."  Ardından da, Tanpınar, A.Halet Çelebi ve Necip Fazıl'ın birbirleriyle olan sürtüşmelerini örnek veriyor…


***

2009 tarihli bir gazete haberi: Orhan Pamuk'un Harvard'da verdiği Norton Seminerlerinin ilki hakkında. Bu makaleden, Pamuk'un, İngilizce çevirmenlerinin, edebiyat ajanının, "romanlarını incelemiş önemli eleştirmenler olarak bahsettiği J. Parla ve J. Updike'ın" birer Harvard mezunu olmaları aklımda yer etmişti. Seminerler, 6 adet oluyor ve sonradan üniversite tarafından kitaplaştırılıyor. (Bu seriden Calvino'nun Amerika Dersleri ve Eco'nun Anlatı Ormanlarında 6 Gezinti kitaplarını biliyorum. Pamuk'unkinin ise, günümüz itibariyle Saf ve Düşünceli Romancı olarak dilimizde olduğunu öğreniyorum. Haberde, Pamuk'un Schiller'in On Naive and Sentimental Poetry makalesine atfen romancıları ikiye ayırarak konuşmasına başladığı yazıyordu. Kitabın adının da bu atıfla ilgili olduğunu da şimdi fark ediyorum…) Pamuk, bu ilk derste en önemli bulduğu ve kıskandığı romanın ise Anna Karenina olduğunu söylemiş.


**
Birçok yazısını sakladığım Selim İleri, geçen  yılki yazılarından birinde, tanıdığı yazar ve şairlerin çalışma mekan ve şekillerinden bahsetmiş. Mesela Necatigil'in en çok kendi odasında, küçük odasında yazdığını, Attila İlhan'ın ise hiç mekan ayırt etmeden yazdığını…

***

Bir hafta sonu ekinde Mehmet Eroğlu, Buket Uzuner,Sevinç Çokum, Aslı Erdoğan,Ahmet Ümit,Mehmet Niyazi gibi isimlere sorulan "nasıl yazar oldunuz?" sorusunun cevaplarından müteşekkil tam sayfa bir yazı-röportaj. Cevaplardan seçilen başlıklar ise şöyle:

M.Eroğlu: Yazmaya karımın ilk maaşıyla aldığı daktiloyla başladım.
A.Erdoğan: Edebiyat camiasında kolayca tekme atılacak biri oldum hep.
B.Uzuner: Seni geri çevirdiği için pişman olmayan yayıncıya rastlamadım(Atıf Yılmaz'ın Uzuner'e söylediği imiş)
A.Ümit: TKP'ye rapor yazdığımı sanıyordum, hikâye yazmışım.

***