MALTE LAURIDS BRIGGE'NİN NOTLARI

Kitabın adı: Malte Laurids Brigge’nin Notları
Yazarı :Rainer Maria Rilke (1875-1926)
Yayınevi: Bordo –Siyah
Basım yılı: 2006
Çeviren: Genç Osman Yavaş

Aslında Rilke’nin Duino Ağıtları vardı okuma listemde. Ama sahafçıkta bu kitaba rastlayınca almamazlık edemedim. İyi ki de almışım.

Çok çok sevdim Rilke’nin üslubunu ama nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Biraz dağınık olacak sanırım bu yazı :)

- 2 - (RİLKE)

Şimdi artık kimselerin kalmadığı evim aklıma geldiğinde, eskiden durum farklı olmuş olmalı diye düşünüyorum. Eskiden insan biliyordu (ya da tahmin ediyordu) ölümü bir meyvenin çekirdeği barındırdığı gibi içinde taşıdığını. Çocukların içinde küçük, yetişkinlerin içinde de büyük bir ölüm vardı. Kadınlar ölümü kucaklarında, erkeklerse göğüslerinde taşırlardı. Buna sahiptiler ve bu da garip bir ağırbaşlılık ve az biraz gurur vericiydi.

                                                   ***

Burada oturuyorum ve bir hiçim. Ama yine de bu hiç düşünmeye başlıyor.


yamabato.tumblr

                                                   ***
Oturuyor ve bir şairi okuyorum. Salonda bir sürü kişi var ama farkına varılmıyor. Kitapların içindeler…Ah, kitap okuyan insanlar arasında olmak ne kadar güzel. İnsanlar neden hep böyle değiller ki? Birinin yanına gidebilirsin ve hafifçe dokunabilirsin: farkına varmayacaktır. Bu arada yanında oturan birine kalkarken biraz çarpacak olursan özür dilersin, o zaman sesin geldiği yana bakar, başını kaldırır ama seni görmez ve saçları uyuyan bir insanın saçları gibidir……

…ve ardından bu kitapların arasına giriyorum,sanki ölmüşüm gibi elinizden alınıyorum ve oturup bir şairi okuyorum.
                                                     ***

Bazen de Seine Caddesi civarındaki küçük dükkanların önünden geçiyorum. Vitrinleri tıka basa dolu antikacılar ya da küçük sahaflar ya da gravür satıcıları. Onların dükkanlarına hiç giren olmaz, hiç iş yapmazlar besbelli. İçeriye bakıldığında onları otururken görürsünüz,oturuyor ve okuyorlardır, kaygısız; yarınla ilgili kaygı duymuyor, satış yapmayı dert etmiyorlar, önlerinde oturan neşesi yerinde bir köpekleri ya da kitapların sırtlarındaki isimleri siliyormuşçasına kitap raflarına sürünerek yürüyen ve böyle yaparak sessizliği daha da büyüten bir kedileri vardır.

Ah, şunlar yeterli olsaydı ya: kimi zaman kendime böyle bir vitrin almayı ve yirmi yıl bir köpekle birlikte bu vitrinin gerisinde oturmayı istediğim olmuştur.

                                                           ***

Yüzleri panayır barakalarından dökülen ışıkla doluydu ve kahkahalar açık yaralardan akan irin gibi ağızlardan taşıyordu.

Picasso- tete de femme

                                                     ***

Çocukluğum için dua ettim ve işte geri geldi çocukluğum, hâlâ o zamanlardaki kadar ağır olduğunu ve yaşlanmamın bir işe yaramadığını anladım.





                                                     ***

Kimseden, küçümseyerek bile olsa, senden söz etmesi için ricada bulunma. Ve zaman geçer de isminin insanlar arasına yayıldığını görürsen, bunu onların ağızlarında bulduğun diğer şeylerden daha ciddiye alma. Adın kötüye çıktı diye düşün ve hemen bırak bu ismi. Başka bir isim al,Tanrı’nın gece vakti seslenebilmesi için herhangi bir isim. Ve onu herkesten sakla.

                                                     ***

Bazı giysilerin insanları

-1- (RİLKE)

Görmeyi öğreniyorum. Nereden kaynaklandığını bilmiyorum,her şey çok daha derinime işliyor, her zaman son bulduğu yerde durup kalmıyor. Varlığını bilmediğim bir iç dünyam varmış. Şimdi her şey oraya gidiyor. Orada neler olup bittiğini bilmiyorum.

……….
a motohiko odoni's work

Bilmem söylemiş miydim? Görmeyi öğreniyorum. Evet, buna başladım. Henüz iyi gitmiyor. Ama zamanımı değerlendirmeye niyetliyim.

Mesela daha önce böylesine çeşitli yüzler olduğunun farkına varmamışım. Bir sürü insan var, fakat yüzler daha fazla, çünkü her biri birkaç tane yüz kullanıyor. İnsanlar var ki, bir yüzü yıllarca taşıyorlar,elbette eskiyor, kirleniyor,kıvrım yerleri aşınıyor,yolculukta giyilen eldivenler gibi bollaşıyor. Bunlar tutumlu,basit insanlardır;yüzlerini değiştirmez, hatta temizlemeye bile vermezler. Yeterli olduğunu savunurlar. Zaten aksini kim kanıtlayabilir ki? Şimdi elbette birçok yüze sahip olduklarına göre diğerleriyle ne yaptıklarını sormak gerekiyor. Çocukları kullansın diye saklıyorlar onları. Ama zaman zaman köpeklerinin de bu yüzleri takınıp sokağa çıktıkları oluyor. Neden olmasın ki? Yüz yüzdür.

Başkaları yüzlerini ürkütücü bir hızla takarlar birbiri ardına ve eskitirler. İlkin sonsuza dek ellerinde bunlardan olacakmış gibi gelir onlara, oysa kırklarına daha yeni basmışlardır ki, işte sonuncusudur kullandıkları. Elbette bu trajedisini de beraber getirir. Alışık değillerdir yüzleri idareli kullanmaya. Sonuncu suratları sekizinci günde aşınmıştır, delik deşik olmuştur, çoğu yeri kâğıt dibi incelmiştir ve onun altından da astarı görünür; yüz olmaktan çıkar yüz, bununla dolaşırlar.

Ama o kadın, o kadın: Tümüyle kendi içine gömülmüştü, öne doğru eğilmiş, kendi ellerinin içine gömülmüştü. N.D.d.C. Caddesinin köşesindeydi. Onu görünce sessizce yürümeye başlamıştım. Yoksul insanlar düşünürken onları rahatsız etmemek gerekir. Bakarsınız düşündükleri şeyi bulurlar.

Sokak bomboştu, boşluğun canı sıkılıyordu,

MONSIEUR MERSAULT'UN NEMLİ VE BOĞUK HİKAYESİ

Yabancı, kısa, akıp giden, düşündüren, güzel bir roman. 1942 ile bu yıl arasında…bakalım… 69 yıl var. Ama bu “yabancılaşma” aynı kıvamda duruyor, belki de daha yoğun olarak insan hayatının içinde. Bir tür depresyon diyorum ben bu hale. Yani tanıdık bir şey. Mösyö Camus iyi bir noktaya parmak basmış :)

Romanımızın kahramanı Mösyö Merso (Mörso mu okunuyor yoksa?) karakteri için iki şey düşündüm, daha doğrusu “yargı” demeli bunlara. Ama burada anlatacak değilim; canım istemiyor :)




Yalnız arka kapakta bir “saçmalık” var: (…)gerçek duygularını dile getirdiği ve toplumun istediği kalıba girmeyi reddettiği için toplum dışına itilen bir “yabancı” aracılığıyla, 20. yy insanının içine düştüğü yabancılaşma anlatılır.” Oysa burada yabancı yani mösyö Merso, duygularını doğru dürüst dile bile getirmiyor (üşeniyor) ve de kalıba girmeyi reddettiği filan yok! Onun kalıplardan haberi bile yok!Böyle bilinçli bir reddedişten ziyade boşvermişlik var: “Hepsi bir” onun için.

Bir şey daha hatırladım; bir inceleme metninde, Merso’nun, romanın başlarında samimice “anacığım” derken, ilerledikçe “anne” demeye başladığını, yabancılaşmasının ilerlemesine örnek vermişlerdi. Öyle bir şey işte.Bu çeviride böyle bir detay yoktu. Hangisi doğruysa artık :)



Kitabın adı: Yabancı
Yazarı: Albert Camus (1913- 1960)
Çeviren : Vedat Günyol
Yayınevi: Can
Basım yılı: 2010

(…)“Artık siz de huzurevindekilerden sayılırsınız,” dedim. “Hayır” diye karşılık verdi. Huzurevindekilerden söz ederken “onlar”, “ötekiler” arada bir de “ihtiyarlar” demesi tuhafıma gitmişti. Oysa onların bazıları kendisinden daha yaşlı değildi. Ama ne de olsa aynı şey sayılmazdı. Kendisi kapıcıydı ve bir bakıma, onlar üstünde birtakım haklara sahipti.

(…) Camları kapadım, geri dönerken, aynada gözüme bir masa kenarı ilişti; üzerinde ekmek parçaları, yanında ispirto ocağı vardı. Yine bir Pazar geçip gitti,anacığım şimdi topraklar altında yatıyor, yine işimin başına döneceğim ve sonunda her şey eski tas,eski hamam diye düşündüm…

GURBET HİKAYELERİ

Gurbet hikâyeleri, İngilizlerin Orta Doğu dedikleri yerlerde geçen,sıcak,canlı,renkli, çok güzel hikâyeler. Bildiğim kadarıyla Karay’ın bir sürgün-gurbet macerası var;dolayısıyla hikâyelerinin mükemmelliğine-orjinalliğine bu yaşanmışlığın katkısı olmalı diye düşündüm.(Evet,hatırladığım doğruymuş,15 yıl Beyrut –Halep’te…)

Çölü,sıcağı,havası,bedevileri,Osmanlı zabitleri,İngiliz ajanları,yerli halkları, kokuları,kadınları… ile birlikte içine düştüğüm bir dumanlı,efsunlu dünya…

Çok ama çok güzel bir Türkçe,anlatım,gözlem kuvveti,tasvirler…Benim gibi okumaya geç kalanlar varsa daha fazla vakit kaybetmesin. Geç demişken, okullarda fazlaca es mi geçilirdi ne Refik Halid? Belki de Kurtuluş Savaşına karşı tutumundan resmi tarih örtmüştü yazarı…

1920’lerden sonra yazdığı romanlarında ticari kaygının ön planda olduğunu söylüyorlar ama kullandığı Türkçe için mutlaka okuyacağım.

İnkılap ve Aka’dan 1973’de çıkmış bu basımda şu hikâyeler vardı ki en beğendiklerimi koyu yazdım(Antikacı,Fener ve Lavrens’i tekrar belirtiyorum):

1. YARA 2.ESKİCİ 3.ANTİKACI 4.TESTİ 5.FENER 6.ZİNCİR 7.GÖZYAŞI 8.KEKLİK 9.AKREP 10.KÖPEK 11.LAVRENS (LAWRENCE) 12.ÇIBAN 13.KAÇAK 14.GÜNEŞ 15.HÜLLE 16.İSTANBUL 17.DİŞÇİ

YARA
Güneş çoktan batmıştı; fakat çiftlik gene, sabah oluyormuş gibi, şevkini kaybetmeyen bir aydınlık içinde,kuş cıvıltılarıyla dolu, gölgesiz, hüzünsüzdü.

(…)

Bu dediğim tarihte Sultan Hamid’in Suriye’deki çöl çiftliklerinden birinde müdürdüm. O zamanlar böyle yerlere subaylardan kâhya,askerlerden korucu gönderilirdi; Aşiret Araplarının akınlarına karşı koymak için…

Gelenlerin en yaşlısı, kısrağından inip karşıma dikildi. Sordum :

YER ALTINDA DÜNYA VAR

"Vücudumu teşkil eden küçük, zerre kadarcık Arz'ımın yer altındaki dünyasında hüküm süren ihtiyaç, bu yıprandırıcı tepkiyi yapıyor."

Güzel ve orijinal benzetme ve tasvirlerle dolu, yer yer argoya kaçan günlük bir dille yazılmış, mekanı Lübnan,zamanı 40lı yılların sonu olan,kurgusu,diyalogları yerinde güzel bir macera romanı. Doğrusu böyle konulu bir roman beklememiştim hiç. R.H.Karay’ın lisede okutulan Eskici isimli hikâyesinden başka bir şeyini de okumamıştım, sırasını bekliyordu.

Roman konusu itibariyle günümüzde pekçok aksiyon-macera filminden artık aşina olduğumuz bir konu ama o dönem için orjinalliği ne dereceydi bilemiyorum. Fakat gayet kendini okutan bir roman. Akıp gidiyor.

Bu oldukça eski basımda ise dönemin Türkçesine,gramer, imla kurallarına ait farklılıkları da görüyoruz. Misal;(eğer tüm kitap boyunca yapılmış bir hata değilse, ki başka eserlerde de rastlamıştım bu yazım şekline) de bağlacı, sert sessizle biten bir kelimeden sonra geldi mi te, ta oluyor! Birisinin kulakları çınlasın,pardon kalemi :) Bir de Fransızca tabir ve deyimler pek çok. Üsluptan sanırım; dönemin okumuş-yazmış bir tiplemesi olan Nebil için…Zira olayları Nebil, günlüğüne yazarmış gibi anlatmakta.

Nebil, otuz beş yaşında, hercai, deniz kaptanlığını da bu hercai gel-gitlerinden birinde bırakmış, büyük halasından miras kalan, Lübnanda,bir tenha mevkideki Ferhan Çiftliğine yerleşmiş Türk’tür.Çiftliğinde üç hizmetlisinden başka kimse yoktur. Salaş çiftlikte, sıkıntı nöbeti (Nebil, Türkçe karşılık bulamadığı için ısrarla spleen dese de) geçirdiği günlerden birinin gecesinde arabaları bozulan birileri kalmak için başvururlar. İçlerinde bir de kadın vardır.

Macera böyle başlar ve Nebil’in tutulduğu gizemli kadının marifetiyle ilerler: Casusluk mu, haydutluk mu, aşk oyunları mı, Alman altınları mı, kumpaslar mı, akıl hastaneleri mi…daha ne desem! Dediğim gibi şimdi pekçok filmden dahi bildiğimiz motifler varsa ve derinine karakter ve psikolojik çözümleme ağırlıklı değilse de mekanların ve coğrafyanın,tasvirlerin orjinalliği, sorunsuz kurgusu, bu kurguya bağlı ilginç finali,bu kitabı hâlâ merakla okunur kılıyor bana göre. Hem tatil kitabı olsun hem de boş olmasın diyecekler için de biçilmiş kaftan diye düşündüm hatta.

***************
….Şu dakika yağmurlu hiçbir yer istemiyorum. Bilirim, İstanbul yağmuru da uzun sürünce hazin olur. Islaklık iliklerimize işler; damı akmaz bir ev içinde bile damlalar sırtımızın ortasına düşüyormuşçasına insana ürpertiler verir. Hele bu sırada kulağınıza sis ve pus tabakalarını ıslak tülbent gibi yırtarak gelen yakınlı uzaklı satıcı sesleri…Vapur,tren düdükleri! İçinizi eriten bir melâl bestesidir onlar! Başka bir derdiniz olmasa da yaşamaktan usanç duyurmaya yeter.

…Erkek egoizmi gayet tabii olan bu muameleyi affetmez. İster ki, aşk işportacısı kız, hatırayı, ne derece silik olursa olsun unutmasın. Eğer kendisi kızı unutmadıysa sebebi, geçen haftalar içinde o kokusu kamçılayıcı pudrası ve allığı bol, dar ve gergin etekli yarı çıplak hayale boyuna geviş getirmesidir. Halbuki bar kızı her gece değişen tiplerden ne kadar azını, ne kadar az hatırlayabilir!

ZAVALLI B.B.

Ben Bertolt Brecht kara ormanlardan geliyorum
Anamın karnındaydım daha
Kentlere taşıdığında beni
Ölünceye dek kalacak bende ormanların soğuğu

Asfalt kentte evimdeyim der demez
Son gereçler elimin altında
Gazeteler tütün içki
Çekingen tembel her neyse memnun

İyi geçinirim insanlarla başımda
Töreleri gereğince melon bir şapka
Tuhaf bir kokuları var bu hayvanların derim
Aldırma derim ben de onlardanım

Sabahleyin yanımda birkaç kadın
Sallantılı-koltuklarımda otururum
Bakarım onlara kuşkusuz derim ki
Bayanlar güvenmeyin bana sakın

Geceleyin erkekleri toplarım çevreme
Nasılsınız beyefendi teşekkür ederim beyefendi
Beyefendi aşağı beyefendi yukarı
Ayaklarını uzatırlar masalarımın üstüne

İyi olacak işler derler bense
Sormam onlara ne zaman

Tan ağarırken çamlar işler ortalığa
Başlar cıvıldamağa kuşlar pireler içinde
İşte o zaman boşaltırım kadehimi kentte atarım
İzmaritimi uyurum kaygılı boğuntulu

Biz soysuzlar kapandık kaldık
Yıkılmaz sandığımız evlere
(Manhattan adasında yüksek yapıları da bu amaçla kurduk
Kurduk Atlantik üzerinde söyleşen ince antenleri de)

Yel üfürüp su götürecek bu kentleri
Sevinçli kılıyor ev yiyiciyi yiyici boşaltmak istiyor onu
Biliyorum geçici olduğumuzu
Adam sen de sözümüz bile edilmeğe değmez

Yer sarsıldığı gün
Virjinya'larını bırakmayacağımı onları acı bulamayacağımı umarım
Ben Bertolt Brecht asfalt kentlerde çuvallamış
Eskiden kara ormanlardan gelmişim anamın karnında

TOPLU EZİYET ARAÇLARI

Sağolsun İzmir'de belediyeye ait toplu ulaşım araçları hiçbir zaman "hareket çizelgelerine" uymak gibi bir eylem içerisinde olmamışlardır. Eshot bununla övünüyor sanırım. Gaziemir'de çalıştığım 8 ay boyunca bir tek gün yoktu ki otobüs zamanında gelsin ve ben işe geç kalmayayım! Yeminle söylüyorum patron kendi aracını servis gibi kullanmaya başlamıştı benim yüzümden!Yani Eshot yüzünden! Hareket memurluğuna gidip"ahval" bildirmediğim hafta olmamıştı. En sonunda "nereye şikayet edersen et!" lafını bile duymuştum. O kadar "rahattılar" yani! En son işim için de servisten önce otobüs kullanmam gerekiyordu ve maalesef yine değişen birşey yoktu!

Şimdi de metro yüzünden- yılan hikayesini de geçen metro yüzünden-  5 dakikalık mesafeye 25 dakikada ulaşıyoruz! Yılan gibi kıvrıla kıvrıla, sallana sallana. Bir de sıcak...

Zavallı güzel İzmir'im , layık olduğun  güzelliklere ve hizmete ne zaman kavuşacaksın?

ARTIK BÖYLE BÜYÜK ROMANLAR YAZILIYOR MU?

780 küsur sayfa,

Onlarca güçlü ve değişik karakter,

İnce bir ironi ile örülmüş cümle ve paragraflar,

Merak duygusunu eksiltmeden giden bir olay örgüsü ve kurgu, (geriye dönüşler, ileriye atıflar, başta önemsiz bir detay ya da karaktermiş gibi duran ama ileride önemli bir yere oturan karakter ve detaylar…)

Felsefi, ahlâki değer (baba-oğul ilişkisi özelinde) ve düşünceler başta olmak üzere fikri yoğunluk,

Okuyucuya yanı başındaymış gibi “hikâye” aktaran bir anlatıcı üslubu, (narrator kelimesi buraya denk düşüyor galiba?),

Dönemin Rusya ve Avrupa’sının fikri cereyanlar bakımından bir çerçevesini verebilme;Rus halkının (okumuş-okumamış; asil ya da köylü…) kültür ve düşünce tarzını, geleneğini,handikaplarını… işaretleme dahil başarılı bir dönem atmosferi,

Gogol,Belinski,Tolstoy,Schiller ve daha birçok önemli edebiyatçının (çoğu dönemdaşı ve sevdiği şahıslar) ad, fikir ya da eserleri ile romanda yer bulup renk katması...

Romanın sonlarına doğru ortaya çıkan yargılanma süreci ise değme Amerikan-Avrupa mahkeme–hukuk filmlerine taş çıkartmakta. Katil kesinlikle uşak derken bay S.Holmes'ü aratmayacak bir cinayet çözümleme romanı da olmakta.

Dostoyevski’nin bu romanı, arka kapakta “olgun ve sakin,dingin,iyi aile babası bir Hıristiyan”döne minin eseri olarak tanıtılmış. Devamı da yanlış olmamış: “K.Kardeşler’de Dostoyevski, bir romancı olmanın ötesinde, bir psikiyatr,bir feylesof, bir teolog olmaya cüret eder…” Ama alnının akıyla çıkmış doğrusu bu cüret ettiği işlerden.

Tolstoy da “en sevdiğim kitap” demişmiş bu roman için.

Sıkıldığım sayfalar da olmadı değil. Misal, Staretz Zosima’nın fikirlerinin anlatıldığı uzunca bir bölüm, sonlarda savcının uzun iddianamesi…

Ama bunlar devede kulak kalır.

Hasılı kelâm, hacimce olduğu gibi içerikçe de “büyük” bir roman Karamazov Kardeşler.

Bana ilginç gelen bir şey daha,