TAŞ KALPLİ MİYİM?

Bunu özellikle, çok bilinçli bir irade ile yaptım: Ne televizyon seyrettim, ne radyo dinledim, ne internette araştırdım, ne gazete alıp okudum, ne de bloglardaki yazılara baktım. Hiçbir şekilde bir “enformansyon”a kapılarımı açık bırakmadım. Zira onun gelip beni bulacağını biliyordum: Evde ya da dışarıda konuşulanlar, kulağıma çalınanlar, gazete bayisinin yanından geçerken gözüme çarpan koca koca manşetler, facebook’taki gönderiler, bloglardaki başlıklar… yeterince enformatikti.

Kesinlikle unutmuyorum, 1. Körfez Savaşı ile hayatımıza girdi “habercilik”. (Lanet olasıca, girmez olaydı.) Her saat başı haber, her an bir “son dakika haberi ya da bağlantısı”…O zamanlar elbette farkında değildik olayın tehlike boyutunun, yanı başımızdaki bir savaştan her saat başı haberler alıyor olmak çok rahatlatıcıydı sanırım; tehlikenin bize ulaşmayacağını mı garantiliyorduk ekran başlarından o savaş görüntülerini izlerken? Ben orta sonda, derslerimle boğuşurken, garip tavırlı ve konuşuşlu müzik öğretmenimizin bir gün derste “Evlerinizdeki haritalara son kez bir bakın,belki de bu haritalar değişecek.” diyerek bizi konuya (savaşa) uyandırdığını anımsamaktayım şu an.

Ama sonraki yılları, sonraki yılların “haberciliğini” çok daha net hatırlamaktayım. Ve Amerika Birleşik Devletlerinin körolasıca bir armağanı olarak kaldı dakika başı haber, iğrendirinceye kadar hem de. Ya  aynı haberi, sanki bugün olmuşçasına, kesin tarihini vermeden, üç gün boyunca yayınlama “üçkâğıdı”. Bir de kanal sayısını düşünelim, tam bir permütasyon problemi! Daha kötüsü var: son örneği ile, manşetten, kocasının bıçakladığı vücuduyla bir kadın...Vahşice işlenmiş bir başka cinayetin detayları,şöyle şöyle yapmışları, bunu hiçbir “olumsuzlamaya” gitmeden “tarafsız” bir şekilde vermek…Başka örnekler ister mi? Bir korku filmiymiş, biz de izlemişiz, bitmiş gitmiş gibi. Yok canım, alt tarafı bir haber, bir kurgu bu, kim etkilenir ki; ne korkmaya,ne düşünmeye, ne problemi çözmeye gerek var! Flash flash yayınlayalım gitsin...[Bırakın çocukları, hiçbir yetişkin ruhu böyle haberlerden, kurgu da olsa filmlerden bir şekilde etkilenmeden kalamaz. Bu etki mutlaka ki olumsuzdur. Bu etkiyi nasıl tolere/absorbe/modifiye/… edeceği ise kendine bağlıdır; yani şansa! Çünkü bizim ülkemizde insan “şansa” bağlı! Doğumu, yaşaması, ruhî ve karakter eğitimi…her şey “Saldım çayıra,mevlam kayıra” usulüne göre gitmiyor mu? Gördüğü şeyin doğru olmadığını haykıracak ve bunun için savaş mı verecek, bunları olağan ve doğru mu kabul edecek? İnsan hayatının kıymetsiz olduğu mesajını vermiyor mu tüm bu haberler,yayınlandıkları bu şekilleriyle?]

Şu anda da, ilk paragrafta belirttiğim şekilde davranmış olmama rağmen, terör saldırılarını, bu konudaki birçok noktayı; askeri ya da dış işleri stratejimizin ne olması gerektiğini (adeta bir uzmanmışım gibi; ki bu uzmanlık ne kolay bir ünvan oldu,değil mi?); Van depremini, depremden saatlerce sonra sağ çıkarılanları,hatta bunlardan birinin ’99 depreminde, bir çocukken ailesini kaybeden bir öğretmen olduğunu… biliyorum işte. Bayraklara sarılmış tabutları, gözyaşları içindeki ana-baba-kardeşleri, hangisinin sahte, hangisinin gerçek gözyaşı döktüğünü; enkazların önünde resimleri çekilmiş perişan çocukları… Tüm bunları ve benzerlerini, hüzünlü müzikler eşliğinde an be an beynime yollayan “enformasyonun, haberciliğin” kurbanıyım. Müşterisi değilim, kurbanıyım.

Ve evet, gözlerim yaşardı ama tek bir damla göz yaşı dökmedim.

Sadece inancım gereği “ölenlere rahmet okudum” gıyablarında, Yapabileceğim tek şey bu çünkü onlar için. Bir de deprem için yardım mesajı yolladım. Evet, bunu da yapabilirdim, yapmalıydım,yapmamam için bir sebep yoktu, yapmak istedim,yaptım. “Deprem örneği, biraz farklı aslında” denebilir. Sürekli gündemde tutarak yardım toplanması vb. için iyi, diye düşünülebilir. Hiç de değil; bu kadarı fazla çünkü. Bir zaman sonra,amacını aşan,bıktıran,duyarsızlaştıran yayınlar oluyorlar artık! Bence işin bu boyutu – tüm habercilikler- için düşünülmeli artık.

Yoksa taş kalpli miyim?

ZAMAN HAKKINDA



* Zaman, itibarî bir şeydir, onun vücudu yoktur.

TDK online : itibarî (ar.) : Gerçekten öyle olmadığı halde öyleymiş gibi sayılan, saymaca; fiktif.

* Zamana değer, hayatiyet ve canlılık kazandıran şey, o zaman zarfı içinde yapılan şeylerdir.

* Kehf Suresinin Açıklamalarından (Tefsir):

…Aradan uzun bir zaman geçer. K.Kerim’de bu süre kamerî takvime göre 310, güneş takvimine göre 300 senedir. Kur’an, bu ayetiyle bu farka işarette bulunarak bir taraftan da zamanın izafiliğine işaret etmektedir.


İzafi (Ar.) : Varlığı başka bir şeyin varlığına bağlı bulunan, mutlak olmayan, göreli, bağıntılı, göreceli, nispi, rölatif

KIRKINCI KAPI, HOŞ GELDİN ...


Dikkat, bu bir reklamdır :))

Yeni bir kültür- edebiyat sitesi perşembe günü itibariyle yayınına başladı. Yazarları arasında bloglarından tanıdığımız kuvvetli isimler de var. Daha ilk yazılardan farklı bir site olacağının sinyalini verdi bence. Umarım hep böyle ve daha iyiye gider, ben de o seviyeyi tutturabilirim :)

İşte Kırkıncı Kapının düsturu:

Inventas vitam iuvat excoluisse per artes. Ab imo pectore.*
(*)Bırakın sanat ve bilimle hayatı güzelleştirelim. Kalbin derinliklerinden, dürüstlükle.

Buradan gidebilirsiniz:
http://www.kirkincikapi.com/baslamak/

NE YAPSAM BİLEMİYORUM...

 Sıkıntı,üzüntü,delirti...


CENAZEDE BLUES


Tüm saatleri durdurun, telefonu kesin,
Köpeği havlatmayın arkasında sulu bir kemiğin,
Piyanoları susturun, ve çalarken boğuk sesli davullar
Tabutu çıkarın dışarı, gelsin yas tutanlar.

Uçaklara inleyerek daireler çizdirin göklerde
Yazarken bu haberi, "O öldü." diye,
Siyah fiyonklar takın beyaz boyunlarına güvercinlerin,
Trafik polislerine siyah eldivenler giydirin.

O benim Kuzey'imdi, Güney'imdi, Doğu'mdu ve Batı'mdı,
Çalışma haftam ve Pazar rahatımdı.
Öğlem, gece yarım, konuşmam, şarkım;
Sevgi sonsuza dek sanırdım, yanıldım.

Yıldızlar artık gereksiz, söndürün hepsini
Ay'ı paketleyin, parçalayın Güneş'i
Dökün okyanusu, süpürün ormanı
Artık hiçbir şey güzelleştiremez hayatı.

Wystan Hugh AUDEN

Çeviri: Hande TEKİN


AYRI DÜŞEN DE'LER VE DİĞERLERİ...

      
 Severek okuduğum bloglarda da rastlayınca üzülüyorum. Şimdi öyle güzel bir konu ve üslupla yazılmış oluyorlar ki tutup yorum kısmına "Ama bu "de" ayrı yazılan "de", buradaki "de" sertleşmeyecek,  bu "ki" bitişik olanı..." diyemiyorum. Üstelik bir kereliğine değil, sürekli aynı hata söz konusu. Oysa içeriği  güzel olan bir yazının imla ve dilbilgisi kuralları ile uygunluğu onu dört dörtlük hale getirir, değil mi?

Böyle kuvvetli kalemlerin dilbilgileri eksik demek haddim değil  ama çalakalem yazmaları iyi  olmuyor :)


Karikatür kaynağı (ekstra bilgi dahil) :
http://www.tahinpekmez.org/?m=show&sa=6430


      

IAN McEWAN: SİYAH KÖPEKLER

                                       
Kitabın adı: Siyah Köpekler
Yazarı: Ian McEwan (1948 -…)
Yayınevi: Arion
Basım yılı: 2002
Kitabın ilk basım yılı: 1992

Jeremy’nin gözünden; kayınbabası Bernard ve kayınannesi June’un, evliliklerinden kısa bir süre sonra boşanmadan ayrı yaşamalarının hikâyesi.

Ciddi, düzgün bir anlatım, her iki tarafı da dinleyen- anlatan-anlamaya çalışan bir adamın cümleleriyle yazılmış. Taraf derken romanda Bernard ve June iki ayrı hayat felsefesini temsil etmekte, asıl taraflar bu iki dünya görüşü: Bernard’ın komünist parti üyeliği ile mücessemleşen “sadece akla dayalı, yaratıcı ve müdahaleci bir Tanrı’yı kabul etmeyen dünya görüşü” ile “aklın dışında bir enerji ile, sevgi ile tanımlanabilen bir Tanrı’yı bulan” bir dünya görüşü.

Romanın konusunu bu şekilde özetleyelim. Jeremy, eşinin ailesinin, özelde annesinin hayat hikâyesini yazmak istiyor. Bunun sebebi, çok uyumlu bir eş iken June’nun daha balayında yaşadığı bir olay  –onun tabiri ile deneyim- sebebiyle 180 derece ters dönerek eşi Bernard’dan çok farklı bir hayat tarzı seçmesi, Fransa’da bir dağ köyünde satın aldığı ağılı eve çevirerek orada tabiatla iç içe ve meditasyon vb. üzerine çalışarak yaşamını sürdürmesi.

Girişte Jeremy’nin hikâyesi de kısaca anlatılıyor. Roman bittikten sonra bana gereksiz gibi geldi bu bölüm. Romanda bu girizgahın sebebi ise Jeremy’nin başka ebeveynlere,onların hayatlarına ilgi duyması, dolayısıyla June’un hayatına burnunu sokarak anılarını yazmak isteyişinin açıklaması olarak belirtilmiş. Bu arada yazarın June’un başından geçenleri her bölümde parça parça anlatıp sonuna dek açıklamayarak merak unsurunu diri tutması gayet başarılı. Bir dikkatimi çeken nokta da, benim hayal meyal hatırladığım Berlin Duvarının yıkılışının bir bölümde fon olması.

İrdelediği konuda suya dokunuyorsa da sabuna dokunmuyor McEwan :) Yine de okunabilir, güzel bir roman. Not: Çeviriden mi, orjinalinden mi bilinmez bazı cümleler yorucuydu.



TAŞ KAĞIT MAKAS :AYFER TUNÇ


Güzel bir hikâye kitabı ile daha karşılaştım,arka arkaya iyi oldu bozuk moralim için. (Gerçeği söylemek gerekirse nükseden hafif şiddette depresyon)

İlk basımı 2003’de (YKY) yapılmış bu kitabın bendeki baskısı 2010, Can Yayınları.

Üçü uzun olmak üzere dört hikâye var Taş- Kağıt- Makas’ta. Hemen söyleyeyim ben olsam kitabın adını Suzan Defter koyardım, Taş-Kağıt- Makas değil. Kitaptaki en uzun (rahatlıkla minyatür bir roman diyebiliriz) hikâye Suzan Defter. Bilindik tarzda kırık hayatlar ama güzel anlatıldığı için hiç mi hiç sıkmıyor diye hemen de yorumumu yapayım.

Dört öykünün de temel çekirdeği (belki çıkış noktası) psikiyatrik bozukluklar üzerine kurulmuş: Kaybetme korkusu ( ki ilk hikâyemizin tastamam adı da bu), zararsız gibiymiş görünen bir taklit oyununun bir çiftin evliliğinin felaketle sonuçlanmasına (başka sorunlarla birlikte) sebep olması, cinsel sapkınlık (sübyancılık), ve çok sevdiği ağabeyini, sevgilisi ya da eşi vb. ile paylaşamayan bir kızkardeş…

Kaybetme Korkusu 5 bölümden oluşuyor, Avlu ile başlayıp yine Avlu’ya dönüyor. Daha üçüncü sayfada Rear Window ile olan göbek bağı dikkatimi çekti: İpsiz sapsız (benim tabirimle) insanların yaşadığı dairelerin baktığı bir arka avlu tasviri… İçindeki “kötücüllüğü” ve kendi gibi “kötücül avluyu, insanlarını” gizlice izlemekten duyduğu zevki itiraf eden yazarımız “korkunç bir şeye” tanık olur bir gün. Derken “korkunç şeyin” öznelerinden biri kapısını çalar bir akşam ve başlar ağlayarak hikâyesini anlatmaya. Hikâye içinde anlatılan bu hikâye bana daha inandırıcı ve yakın geldiyse de bir masal havası da eksik değildi. Tamamen farklı bir hava tercih edilmiş diyelim buna. Lakin avluda yaşayan insan tiplemelerinden çok uzakta olduğum (tanımadığım, böyle hayatların olabileceğine inanmak istemediğim ) için içine giremedim, ve dediğim gibi Rear Window’u izlemiş biri olarak benzerlik (muhtemelen bilinçli bir tercihti ama ) hoşuma gitmedi :)

İkinci hikâyemizin adı Taş-Kağıt-Makas. İnandırıcı gelmese de anlatım ve akıcılık çok güzeldi. Liseden arkadaş iki adamın yıllar içinde birkeç kez karşılaşmaları ve bir yangının gizeminin anlatılması, böylece bir hayatın gizeminin çözülmesi desem çok basit bir cümle olacak ama bırakayım dağınık kalsın:)

Fehime’de, Fehime ve kardeşi Taha’nın bir Amerikalı turist tarafından –işbirlikçisi Türk “abi” sayesinde - kaçırılarak tecavüze uğramaları, Fehime’nin dilinden, bilinçakışı tekniği ile anlatılmış. Konusu bakımından zaten tokat gibi olan, kitabın en kısası bu hikâyeyi bir çırpıda okudum.

Gelelim Suzan Defter’e: Ekmel Bey ve Derya’nın günlüklerinden birkaç haftayı okuyoruz burada. Sürekli kendilerini,ailelerini,geçmişlerini irdeleyen ve kendilerini eve kapatmış olan Ekmel Bey ve Derya bir şekilde karşılaşırlar ve Ekmel Bey’in teklifi üzerine Derya hergün Ekmel Bey’in evine gelerek konuşmaya,arkadaşlık etmeye başlarlar. Bir nevi konuşma terapisidir bu onlar için. Ve konuştuklarını günlüklerine yazarlar her akşam. Yalnız Derya kendisini ağabeyinin ilk aşkı Suzan olarak tanıtır ve hikâyeyi Suzan’ın ağzından anlatır, ona yaptığı haksızlığı da itiraf etmiş olur böylece. En sevdiğim öykü bu oldu. Ayfer hanım bunu tek başına yayımlasaymış bile olurmuş bence . Yalnız iki günlüğün birinin solda, diğerinin sağda yazılarak verilmesi okuyucuya sıkıntı vermekten başka bir işe yaramamış. Evet ilk başta “N’oluyoz ya, kim,neyi anlatıyo?” deyip bir şaşkınlık yaşıyoruz ama beş-altı sayfa sonra keşfediyoruz. Dediğim gibi sadece eziyet. Gerçi benim gibi yapmayanlar yani  hem sağı hem solu birarada okumayacaklar için daha az zahmetli olabilir ama sanmıyorum.

Konuları böyle kabaca özetledim ama dediğim gibi güzel cümleler,buluşlar,detaylar var Ayfer Tunç'un anlatımında.

İyi bir kalem Ayfer Tunç. Son kitaplarına bakıp kararımızı pekiştirmek umuduyla herkese iyi günler efem.


Not: Bir internet sitesinde kitap hakkında bir yazı gördüm. Orada Taş-Kağıt-Makas hikâyesinde çiftin çocukları olduğunu ve problemlerin böyle başladığını yazmış yazıcı. Dikkatinden kaçmış, çiftin çocuğu olmuyor, bir gün kadın kocasına bir kız çocuğu edasıyla cevap veriyor. Oyun böyle başlıyor,derken koca erkek çocuk gibi konuşup davranıyor, bir gün baba-kız oluyor çift, bir gün ana-oğul. Tekrar bir çift olamıyorlar. Ve dipte yatan problemler açığa çıkıp daha derinleşiyor…



YILDIZ RAMAZANOĞLU, YAYINEVİNİZİ DEĞİŞTİRİN LÜTFEN!

“Dün sınıftan en beğendiğin çocuk, şiirinin yayınlandığı sayfayı kıvırıp üste getirerek, adını bile göremediğin bir dergiyi sıranın üstüne bırakmıştı “Bakın bakalım” diyerek. Aslında senin önüne konması tesadüf değildi, ilk senin görmeni istediği çok açıktı. Bunu yaydığı ısıdan anlamıştın, anlardı her kız böyle şeyleri. Bir an yoğunlukla gözlerine de bakmıştı zaten. Bir andan da kısaydı belki ama anlardın. Anlaşılan bir şiiri yayınlanmıştı ilk kez. Daha elini süremeden,sadece sayfadaki başlığı görmüşken bir başka kız çekip alıverdi dergiyi,sınıfın içinde elden ele kaybolup gitti yapraklar, yalan olmuştu her şey bir anda. Bir tek başlığı kalmıştı aklında: Vakti Geldi. Olanları göz ucuyla ve çaresizlikle izlemişti çocukcağız.” (Şairle Randevu'dan)


Daha ilk hikâye biter bitmez yazmak istediğim kitaplardan biri oldu bu: Angelika.

Yazarın ismini duymuşluğum vardı, hikâyeci oluşu önemliydi benim için. Bir de bir röportajdaki cevapları, sivil toplum hareketlerinde aksiyoner kimliği (bu kimliği Hüküm hikâyesinde de rahatlıkla görüyoruz) hayal-meyal kalmış aklımda. İnternetten adını aratınca bazı makalelerine,röportajlara rastladım. Kitaptaki dili ve samimiyeti gördüm oralarda da.

Kitabını almakta gecikmemin iki sebebinden biri yayınevi. (Bu konuda(yayınevi) ekşisözlükten edindiğim ve test edip onayladığım bir başka “hırsızlık” notunu en alta koydum* .Bakınız efem :))

Yayınevine olan “garez”im dışında böyle bir kalemin daha iyi tanıtılması gerekir diye de düşündüğümden başlık böyle oldu. Gerçi “belli bir kesim” tanıyordur (zira baktığım kaynaklarda “İslamcı” etiketi var sıfatlarının en önünde, yine kendisinin bu konudaki bir soruya cevabını dipnot olarak veriyorum** ) ama kesinlikle daha geniş okur alanını hak ediyor Yıldız hanım.

Yazarı bırakıp kitaba geçmeliyim hemen.
7 uzun hikâye var yazarın bu son kitabında. Hepsi de birbirinden güzel. Uzun uzun anlatmak istiyorum doğrusu. Yazarın samimi, esprili üslubu kadar içerik,göndermeler de başka güzel geldi bana. Günlük,hepimizin yaşadığı detaylar,hisler ve belki çelişkiler, güzel bir anlatımla yerini buluyor öykülerde. Her paragraf dolu dolu. Akıcı. (Tabii kadınlık hallerine,toplumda kadın olmaya dair şeylerin çok olması da sevdirmiş olabilir içeriği bana. Ama dil ve üslup göz ardı edilemez.)

DOSTLUKLARIN SON GÜNÜ



“Kervanların, hörgüçlü develerin, gümüş çemberli sandıkların,ak çarşaflara sarınmış insanların, saçları terden yapış yapış siyah derili çocukların geçtiği bir ipek yolunda:

- Büyük duyarlıklarla yüklüydü, isteklerini aşıp geçen duyarlıklarla. Şimdi adını yineliyorum: Türkân. İnce, duygulu bir kızdı. Sabahları nasıl coşkuyla koşardı bir bankaya, birtakım kâğıtlara;dosyalara koşardı. Görseniz, “İşte başkaları için yaşayan biri” derdiniz.-

çangul çungul küpelerde, gerdanlıklarda;
bir baharat göçünde;
küplerde korunarak, hiç yaşlanmayarak,alkor ateşte erimeyerek, çil çil sayılarak;” (Para Hikâyesinden)

……….

Selim İleri’nin bir seferde aldığım üç kitabından biri Dostlukların Son Günü. Sait Faik Hikâye Ödülünü almış bu kitabıyla. İçinde 17 öykü var.