ELİF ŞAFAK PİNHAN’I YAZMADAN ÖNCE PUSLU KITALAR ATLASI’NI OKUMUŞ MUYDU?

Kitabın daha 3o’lu sayfalarına gelmişken aklıma takıldı bu soru. Dönüp iç kapağa baktım; ilk basımı Pinhan’dan 2 yıl önce imiş. Dolayısıyla soru geçerli bir sual olarak kaldı aklımda:) (Yanlış anlaşılmasın,kesinlikle itham edici bir soru değil bu.)
Bu kitap ve yazarından sanal âlem sayesinde haberim olmuştu,itiraf ediyorum. Bu blog dünyasını yeni keşfettiğim günlerde, kitabı öven,samimi bir blog yazısı ile. Zamanla benzer samimi metinlerle karşılaşınca aklımda yer etmişti. Kısmet bu zamana imiş.

Bir çırpıda okunan, tadı damakta kalan güzel bir roman Puslu Kıtalar Atlası. Osmanlı’nın son yüzyıllarında (biraz hesapla kitaptan çıkıyordu ama not etmemişim) Konstantiniyye’de geçmekte olaylar. Kitapta Hulki Aktunç’a ait olan önsözde dendiği gibi “Anar’ın romanlarını okuyunca, onun kaç bin tarih yapıtı okuduğunu merak ettim.(…)Tarihsel romanlar mıdır Anar’ın romanları. Hayır, romanlardır. Tarihsel olan’dan yeni bir roman çıkarmak,romanı da yeniden tarihselleştirmektir ama.(…)”

İç içe geçmiş,pürüzsüz kurgu, rengârenk İstanbul (kitapta sadece Konstantiniyye adıyla) ve Osmanlı karakterleri,meslekleri,mekânları,cami ve sokak adları…Bu arada karakterler,korsanlar,külhaniler,dilenciler,istihbaratçılar,bilimum serseriler/kaybetmişler ve adayları… desek yalan söylemiş olmayız.

Tarih ve kültür adına bolca renkli bilgi yedirilmiş kitaba. Okurken ne didaktik bir yapı ne de ağır bir dil söz konusu. Yine Pinhan’da da yazdığım gibi eski kelime ve tabirler var ama bunlar günümüz Türkçesi ile bir arada gayet iyi kullanılmış. Ben bu tarza cıvıl cıvıl diyeceğim artık:)

YENİDEN

Ve bu sabah gözlerini yeniden açtın, sanki bir cezaymış gibi

Geceleri serseri gibi dolaştın sokaklarda ve onların boşluğunu gördün
Rüyalarında böyle bir şey hayal etmemiştin
Yastığın senin tarafında kalan yerinin sonsuza kadar boş kalacağını

Hadi yeniden başlayalım
Keder arkamızda kalan deliliğimiz
Hadi yeniden başlayalım
Bakalım nehir bizi nereye götürecek

Satrancını yeniden oynaman için
Zamanın sessizliğe ihtiyacı var
Yeni mucizeler ortaya çıkması için
Zamanın vitrine ihtiyacı var

Sen bazı şeyleri aradın
Tanrı’nın henüz yaratmadığı
Onun içinde olduğu aşkı
Kuşku yok
Sen bir adamı aradın
Seni sadece sen olduğu için seven
Ama öyle biri yok

Satrancını yeniden oynaman için
Zamanın sessizliğe ihtiyacı var
Neye sahibim, beşikten mezara kadar geçen yaşamımda
Hayat her zaman şunu öğretti
Pahalı ve konforlu şeylere zamanla sahip olursun ve sıkıntılı bir süreçle
Zaman akarken gözden kaybolursun

Ne zaman bir kadın bir erkekle aşk yaşarsa
Beraber yaşlanırlar…












***Yaşasın internet demiş miydim? (:)ŞARKIÇEVİRELERİ.NET'te buldum önce.Diğer siteler de aynı, yanlış yazılan N harfine kadar, kim kimden çalmış acaba ? Ve ne kadar doğru bir tercüme? Yine de sevdim ve şarkıya yakıştırdım.Pek bir sevmiştim,tevekkeli değilmiş.

TÜPSÜZ DALIŞ

Efendim, burada benim için çok ilginç olan noktalara temas ediliyor. Hazır Pinhan’ı da okumuşken ben de kurcalamak istedim. Hassaten tasavvuf konusunu lisedeyken merak etmiş, üniversitede mühendislik okuduğum içün “tanımı” faslından öteye gidememiş, (cidden mekanikleştirmiştir beni ) sonrasında ise herkesin elinde-dilinde moda olarak gıdıklandığını görünce uzak kalmıştım. (Hâlâ da uzağım.)

Bilhassa son zamanlarda , edebiyatta el değmemiş, kesif bir ilham kaynağı haline geldiğini görmek olsun, kulaktan dolma- internetten okuma mesnevi anekdotları, hikâyeleri ile olsun, “hayatı yaşanır/ katlanır kılma” ve hatta bazen “hayatı anlamaya yaklaştırma”, “insan olarak birlikte daha uyumlu yaşama” adına duyurdukları ile hâlâ nazar-ı dikkatimi celbetmekte olan bir konu.


Burada  bahsedilen nokta da hakikaten düşündürdü beni. Konu hakkındaki “ısrarlı” bilgisizliğim sebebiyle ileri gidemesem de tasavvufun derin ve tam anlamıyla daha yeni kültürel- içtimai alanlarımıza girebildiğini düşünüyorum. Ama yine de fazla kişisel yorumlamalarla, gizlenerek, derde aşikârane derman olmayarak… Doğru kelimeyi bulamadım şimdi…Belki de çağımızın baskın olan “aşırı” bireysel- bireyci özelliği sebebiyle böyle?

Fakat biraz düşününce kişi kendisi yol aldıkça ve “insanlaştıkça” çevresinde de olumlu dalgalar yaratacaktır; yavaş da olsa bu dalgalar genişleyecektir, cümlesiyle özetleyebileceğim bir noktaya da vardım.

Yine de, burada  bahsedildiği gibi, bu görkemli ağacın derin köklerini öğrenmek, çoğul olarak pratiğe dökmek...nasıl desem…yağlanmamış makinenin çalıştırılması gibi... Soruyordum bir ara: Mesnevi dersleri ? İstanbul’da, belki şurada burada birkaç isim; ehil tabir edilen. Dahası “öğrenci kabul edilmek” diye bir durum söz konusu. Elbette ayrı bir buud olabilir bu, ihtiyaç, liyakat vs; ama “talep eden”den kaçış niye olsun ki? Bu noktada yazıda geçen “uzlet” kavramı veya ekolü baskın idi ki tasavvuf zaman içinde iyice kendini gizledi, göz önünde olmadı hiç, diye de bir cümle kuruluverdi kafamda. Tasavvuftaki (yine ortalamanın altı bilgilerime göre) zerafet, yumuşaklık, içsellik (bu ne biçim bir kelime ki?) ne kadar kalbe dokunsa da, içtimai olana gelince bir şeyler eksik gibi…mi?

PİNHAN, SIR DEDİĞİN NEDİR Kİ...

Çok güzel başladı ve devam etti. Sadece ilerledikçe karakter ve mekânların artmasını beklemiyordum. Daha içe dönük kalacakmış gibi hissetmiştim ilk 25 sayfa boyunca. Ama çizilen renkli mekân ve karakterler, Osmanlı’nın ve sufiliğin bir dönemini türlü ve de sevimli detaylarla anlatan bu kalabalık, başımı ağrıtmadı. Ortalara doğru ise İ.Pala’nın zengin detaylarla dolu Katre-i Matem’i geldi aklıma. Ama Katre-i Matem tam bir dönem romanıydı bu açıdan. (Onu da yazmıştım arşivdedir,efendim.) İki romanda da zekice bir kurgu,kolay geçişler var; birkaç bölüm sonra “ha, demek ki o şuymuş, şundan dolayı şöyle şöyle mi olmuş, aa…” şeklinde mırıldanıyorsunuz. (Özellikle de Katre-i Matem’de.)

Yine telekinetik Nevres karakteri P.Safa’nın Yalnızız’ındaki benzer sekansları hatırlattı hemen. Sefih Ali’nin çaldığı türbe örtüsü ile ilgili bölüm ise, yanlış hatırlamıyorsam, Ö.Seyfettin’in bir hikayesiydi, seneler evvel okuduğum. Benim ilk çağrışımlarım bunlar oldu okurken. Tabii dervişlikle ilgili kimi seromonileri ve selamlaşma türü detayların bir kısmını da anımsadım, bir kısmını ise ilk kez duydum. (Bu arada nerelerin kurgu olabileceğini bilecek kadar vakıf değilim tasavvufa, yanlış anlaşılmasın :))

Lisede edebiyat-tarih dersleri alırken neden geçmişteki bu detayları içinde barındıran “modern” romanlar yazılmıyor ki diye düşündüğümü çok çok iyi hatırlıyorum. Bence Pinhan benim o zaman demek istediğim şeye denk düşüyor.

Beklemediğim başka bir şey de işin fantastik bir hal alması idi. Rüyalar, âlemler, büyüler, “insanlaşan, ruh,irade sahibi olarak karakterleşen sular,dereler,ağaçlar,hayvanlar,sarmaşıklar…birbirine karıştı ilerledikçe. Kötü müydü, hayır. Sadece tasavvufu daha içine alan bir roman beklemiştim zira kitaba eklenmiş söyleşide o dönem çok yoğun ve lezzet alarak tasavvuf okuduğunu belirtmiş Şafak. Daha derin bir roman beklemiştim bu yüzden. Ama düşünüyorum da öyle bir romanı yazmak zor olmalı; içerik ve anlam adına da, geniş kitlelerce okunabilirliğini sağlamak adına da. Roman böyle bir şey işte, ne gerçek, ne de yalan:)

Şafak’tan ilk Araf’ı okumuştum.
Öğrene öğrene yaşlanıyorum. Solon yaşlandığında bu mısrayı sık sık tekrar ederdi. Bunun kendi yaşlılığım için de geçerli bulduğum bir anlamı var, ama yirmi senelik bir tecrübenin bana kazandırdığı bilim pek hazin; cehaleti tercih ederim…Ölme zamanı gelince nasıl yaşamak gerektiğini anlamanın ne değeri var?

dearada.com
İnsan doğasını üzerinde bilgiççe konuşabikmek için inceliyorlardı, kendilerini tanımak için değil. Kendilerini aydınlatmak için değil, başkalarına öğretmek için çalışıyorlardı…

O zamanlar eskilerine hiç benzemeyen çağdaş filozoflarla yaşıyordum. Kuşkularımı yok edip kararsızlıklarımı giderecekleri yerde en çok bilmek istediğim noktalarda vardığımı sandığım kanaatlerimi sarstılar…

Araştırmalarımın sonucu ortaya çıkan sisteme eşdeğer olan manevi düzende, hayatımın acılarına dayanabilmek için ihtiyaç duyduğum desteği buluyorum…



dearada.com
ilkelerimle durumumu karşılaştırınca, insanların budala fikirlerine ve kısacık ömrün küçücük olaylarına gereğinden fazla önem verdiğimi gördüm. Ve yine gördüm ki, hayat bir sınavdan başka bir şey olmadığına göre, amaçlarına uygun etkiyi yarattıktan sonra, sınavın şöyle veya böyle olmasının değeri yoktur…

O köksüz ve meyvesiz ahlâk ki, kimsenin aklına veya kalbine girmediği halde, kitaplarda ya da tiyatronun parlak gösterilerinde azametle teşhir edilir…


Yapılması gereken her zaman gerçeği söylemekten çok, her defasında söylemek zorunluluğu var mı, yok mu diye düşünmektir…


İnsanların sözlerini yarattıkları etkilere göre değerlendirmek,   çoğu zaman bunları yanlış değerlendirmek demektir…

Hikâye ve romanların çoğunda olduğu gibi, hiçbir gerçek bilgi içermeden, tek amacı eğlendirmek olan boş kurmacalar da vardır…

ESENLİK SİZE

O gün bu gün size özendim
 Her yerde, hava, toprak, deniz
Bir serüvendi, gökteyseniz
Çıktım, yok, yerdeyseniz indim

İlkin, size içkiyi tattırdım
Ömür boyunca sarhoşsunuz
Ne açsınız artık ne susuz
Sizsiz ben de susuz kalırdım

Size geceyi de öğrettim
Onda düşlerle çoğaldınız
Yaşantıda yorgun ve yalnız
Değilsiniz; sizi ürettim

Biterdi belki bir uykuyla
Her şey ve tadından ötürü
Gördünüz ki bundan ileri
Bir şey var çağıran tutkuyla

Çağırdım, çağırdım, çağırdım
Bir böcek gibi titreyerek
Koştunuz tükeninceye dek
Ha bir adım, daha bir adım

Sizi ölümle perçinledim
Bana... ve sımsıkı ve sıcak
Üşürdünüz ah, çırılçıplak
Ölüm döşeğinde; önledim

Size yani günahı sundum
Öptünüz ve güzelleştiniz
Çirkindiniz ilkin, tek ve pis
Irmak oldunuz, sizde yundum

Şimdi olay, hep ya hiç gibi
Vardan ve yoktan özge bir şey
Sevgiden de öte bir düzey
Olmak ya da olmamak belki

YALNIZ GEZENİN DÜŞLERİ

İşte yeryüzünde yalnızım; kendimle başbaşayım; artık ne kardeşim var, ne bir benzerim, ne dostum ne de ait olduğum bir toplum. İnsanların en şefkatlisi, en cana yakını, bu insanlar arasından söz birliği ile dışlandı.Bunlar, olanca kinleriyle hassas ruhuma hangi azabın daha çok dokunabileceğini araştırıp beni kendilerine bağlayan bağları kesip attılar. Onları istemedikleri halde sevebilecektim. Sevgimden ancak insan olmaktan çıkma yoluyla kurtuldular…

Ah! Beni nasıl bir kaderin beklediğini önceden nasıl bilebilirdim? Esiri olduğum bugün bile olanları aklım bir türlü almıyor. Hep aynı adam olan, hâlâ aynı adam olan ben, günün birinde bir canavar, bir katil sayılacağımı, insan ırkının korkusu, ayaktakımının oyuncağı olacağımı, gelip geçenlerin vereceği tek selamın yüzüme tükürmek olacağını, bütün bir kuşağın anlaşarak beni diri diri gömmekten zevk alacağını nasıl tahmin edebilirdim?...


…Usta,becerikli, ikiyüzlü ve ihtiyatlı olmadığım gibi; dürüst, açık sözlü,sabırsız, taşkın biri olarak çırpındıkça daha çok battım ve düşmanlarıma bana daha çok kötülük yapma fırsatı verdim…

Ama hâlâ geleceğe güveniyor ve daha insaflı bir kuşağın, bugünün kuşağının, gerek hakkımdaki yargısını,gerekse bana olan davranışlarınıinceleyip kendisini yönetenlerin hilelerini meydana çıkaracağını ve beni olduğum gibi göreceğini ümit ediyorum…

…Kişiler ölse bile kurumlar ölmez ve bana karşı duyulan kin, bu kurumların yöneticileri değişse bile hiç değişmiyor…

…Denemeler’i sadece başkaları için yazmışken Düşler’i sadece kendim için yazıyorum…

Başıma gelen ilk felâketler başlar başlamaz talihime isyan etmemesini ve bugün verdiğim kararı vermesini bilseydim, insanların bütün çabalarının, çirkefliklerinin bana hiçbir etkisi olmazdı…

…Doğruluk ve açık sözlülük insanlar için işte böyle cinayet sayılıyor ve kendileri gibi sahtekâr ve kalleş olmamaktan başka suçum olmadığından, çağdaşlarıma kötü ve merhametsiz görünüyorum…

Kitabın adı: Yalnız Gezenin Düşleri (Les reveries du Promeneur Solitaire- 1782)