MEINE SEELE IST EINE FRAU

Ve huzurunda ruhum müennestir

Na’emi’nin gelini Ruth gibi.
                                                            R.M.Rilke, Stundenbuch (Saatlerin Tutanağı)

Bilenler bilir, müennes Arapça’da dişi/kadın demektir, gramer olarak da bu dilde her şey ama her şey dişi ve erkek olarak ayrılır. Necmi (yıldız) erkek iken Necmiye (yıldız)’nin kız adı olması gibi. Bu basit bir örnekti.

İşte Annemarie Schimmel de (ki konusunda dünyanın kabul ettiği bir “tasavvuf uzmanı”) İslam tasavvufunda kadını araştırıp önümüze bir yığın şey döküyor.


Kitap okudukça blogspotun hediyesiydi, hediye listesinde A.Schimmel’i görünce atlamıştım. Gerçi Schimmel’den bir şey okumamıştım ama adını duymuştum.

Bu kitap yazarın tüm ömrü boyuncaki çalışmalarının derinliğini de bize gösteren bir numune sanki.


(Her ne kadar kitabın, yazarı tarafından, batılılar için o dönemdeki moda olmuş İslamda kadın merakını, bu işe vakıf olmayanların gidermeye çalışmasına karşılık olarak yazdım diye beyan etse de ) Eğer bir kadınsanız ve /veya  tasavvufu, özelde de İslam coğrafyasındaki kadını ve tasavvuftaki rolünü merak ediyorsanızve işi “uzmanından" öğrenmek istiyorsanız mutlaka göz atmalısınız derim. Tabii bir sözlük de başucunuzda olmalı.Zira çevirmenin de yazarın da bahsettiği gibi orijinali de basit olmayan bu kitabı- üstelik tasavvufla alakalı - aslına uygun çevirmek için biraz “geride kalmış” kelimeler kullanılmış. Lakin sadece “öztürkçe” ile yetinmemiş bir okur için hiç de ağır bir metin değil.

Mevlana’nın kadın ve evlilik hakkındaki bazı beyitleri ise beni bir hayli şaşırttı :)

Ayrıca İslamiyet’in başlangıcından birkaç asır sonra başlayarak bugüne, kadının, nasıl dini hükümlerde bulunmadığı halde küçültülmeye ve sosyal hayatın dışında tutulmaya çalışıldığının (klişe tabir ile erkek egemen dünyada) ipuçlarını da göreceksiniz. Zaten yazar, önsözünde amaçlarından birinin de İslam dininin aslında kadını küçültmediğini göstermek olduğunu da belirtiyor. Yazdıklarına ve kaynaklarına bakınca bunu başarmış da.

Kitapta ilgimi çeken çok önemli bir nokta da İslam’da kadını, kadın evliyaları inceleyen ( yüzyıl başındaki yazarlar da var) sayısız yabancı araştırmacının oluşu.

Yine Schimmel, Arapça,Farsça,Türkçe,Urduca ve Sindçe’den tercümeler yapacak kadar bu dilleri iyi biliyor. Kaldı ki kitapta da Hindistan ve civarındaki mutasavvıfların şiirlerini kendi tercüme ediyor. Ki kitabın önemli bir kısmı da Hindu-Pakistan coğrafyasındaki tasavvufta kadının yerini işliyor.

Tasavvuftaki ayna motifi ile Kadın-erkek aşkının ilahi aşkı nasıl temsil ettiği motifi de inceleniyor bittabii.

Yine tasavvufun tehlikeli sularını da (ortalama bir okur olarak) gördüm doğrusu. Zira Allah aşkının bize uzak boyutları ile vecde gelmiş mutasavvıfların söyledikleri sıradan müslümanlar için kafa karıştırıcı bence.

“Şaşırdığım bir nokta da kadın ve erkek hakkında, Hristiyanların kendi kutsal kitaplarında, K.Kerim’in ve/veya Hz.Muhammed’in bazı sözlerine muvafık hükümlerin bulunduğunu öğrenmemdi.

Yine Lale Müldür’ün (hiç okumuşluğum olmadı kendisini) bir kadın mutasavvıf hakkındaki şiiri de geçmekteydi kitapta.


Bir başka nokta da hristiyanların kadınların cennete girerlerse visio beatifica’yı yani Allah’ın cemalini görüp görmeyecekleri tartışmasının bizzat ilahiyatçılarınca yapıldığını öğrenmemdi. Yani “erkek düşüncenin” kadını aşağı görmesi tüm dünyada geçerli sadece belli coğrafyalarda değil! Gel de feminist olma!

Kitabın adı : Ruhum Bir Kadındır
Yazarı : Annemarie Schimmel (1922-2003)
Yayınevi : İz Yayıncılık
Basım yılı : 2004
İlk basım yılı :1995, Almanya
Çeviren : Ömer Enis Akbulut

6. HİS, HİSS-İ KABLEL VUKU , GELECEĞİ GÖRME FİLAN : HEINRICH BÖLL

Bu sabah dikkat ettim, hepsi peş peşe gelmiş, “tesadüf” işte. Okuduğum son kitaplar ölüm-hayat- umut/umutsuzluk, kader… temalarında; Belâ, Derin İnsan, Kafka ve nihayet H. Böll’ün Trenin Tam Saatiydi.

Büyük yazarların en az iki kitabını okumak düsturuna riayetimden dolayı K.Blum’un Çiğnenen Onuru’ndan sonra raflarda görünce alıvermiştim bu kitabı. 2 aydır bekliyordu, pejmürdeleşen kitaplığımda.

Kitabın adı: Trenin Tam Saatiydi
Yazarı: H. Böll
Yayınevi: Bilgi
Basım yılı: 1972
Çeviren: Zeyyat Selimoğlu

Açıkçası savaşı – her ne tarzda olursa olsun- konu edinen kitap ve filmlerden uzak duruyorum epeydir; moralim bozuluyor, geçmiş bir yana şu an savaşın, terör ve şiddetin kucağında olanları düşündürtüyor. Kitabı ertelememin bir nedeni de buydu sanırım. Ama Böll beni bir kez daha hayran bıraktı, bir birkaç günlük bir tren yolculuğu ile koca bir savaşı,bu savaşın insan üzerindeki tesirini anlatıverdi.

Şu romanda atmosfer yaratmak meselesini daha iyi anlıyorum galiba; yani işlevini; sanki o savaş günlerinde, o pis, soğuk trende, üzerimde yağlı üniformayla ben dolaştım o soğuk istasyonları…

Evet, bu pek de uzun olmayan roman, Andreas adlı erin, izinli trenine binişiyle başlıyor. Binerken bir papaza cevaben ağzından dökülen cümlenin kaderi olduğunu yani bu yolculuk bitmeden öleceğini anlıyor Andreas, bunu biliyor, biliyor işte!

“Görünüşte laf olsun diye söylenmiş bazı sözler birdenbire hileli bir havaya bürünür. Ağırlaşıp garip bir şekilde hız alarak gelecek zamanın herhangi bir bölümünde yer açmak üzere, konuşandan öne geçer, hedefini muhakkak bulan bir bumerang gibi korkunç, konuşana geri döner yine.(…)”

KAFKA'DA İNANÇ VE UMUTSUZLUK

Kitabın adı: Kafka’da İnanç ve Umutsuzluk

Yazarı: Max Brod (1884-1968)
Yayınevi: Yankı Yayınları
Basım yılı: 1968
Çeviren: Kâmuran Şipal

Max Brod bilindiği üzere Kafka’nın yayıncısı ve yakın bir arkadaşı. (Kendisini de üretken ve tanınmış bir yazar olduğunu bilmiyordum doğrusu.)Bu kitabı yazmasının ardındaki sebebi de şöyle açıklıyor:

“Burada şöyle bir itirazda bulunulabilir: Umutsuz ve çıkış yolu olmayan yanıltıcı bir takım durumlar anlatılıyor Kafka’da. Beri yanda birkaç umut ışını da var; hal böyleyken, neden bu umut ışınları daha çok önem taşısın?

- Bir kez bunların daha önemli olduklarını hiç de öne sürüyor değilim; Kafka’daki seyrek umut ışınları, Kafka açıklamacılarının çoğunun yaptığı gibi- büsbütün ortadan kaybedilmesin, bu kadarına razıyım. İkincisi, az önce söz konusu edilen seyreklikte açık yürekliliğin bir garantisi saklı bana göre. Sonra şu da var: Olumlu, Olumsuz’a göre özü icabı ağır çeker. Bununla ilgili olarak Martin Buber “Zwei Glaubensweisen” (İki Çeşit İnanma Tarzı) adındaki paha biçilmez kitabında (keza Bilder von Gut und Böse , İyi ve Kötünün İmgeleri) insandaki Kötü’nün İyi’ye göre daha güçsüz olduğunu ve bunun da Tanrı’nın her iki özelliğine, yargılayıcı muhakemesiyle yargılayıcı merhametine uygun düştüğünü söyler. Yani yargılama(inayet), [Kişisel not: burada yarlığama denmek istenmiş galiba] her iki özelliğin daha güçlü olanıdır. (…) Kafka da tamamen buna benzer tarzda, Olumlu’nun Olumsuz’a göre aşama üstünlüğünü pek özlü bir yoldan dile getirmiş, alabildiğine güçlü ve kandırıcı o özdeyişlerinin birinde (…) kendi kendinin yorumunu ortaya koymuştur: “ Onun kanısına göre, sadece bir yol İyi’nin tarafına geçsin,kurtulur insan, geçmişi istediği gibi olsun, hatta geleceği istediği gibi olsun.” (…)Bütün bu özdeyişlerine rağmen Kafka’yı bir dekadens (çöküntü) yazarı olarak nitelemek, bugün adeta bir sosyete oyunu haline gelmiş bulunuyor.” (S. 22 ve 23)

Brod, bu kitabında, Kafka’nın özdeyişlerinden, kendisiyle yaptığı özel konuşmalarından, eserleri üzerine nadiren de olsa yaptıkları konuşmalarından ve diğer birtakım notlarından, özellikle himayesinde tutmak istediği florayn Minze’ye ve bir başka genç kıza yazdığı mektuplardan yola çıkıyor. Martin Buber ve başka araştırmacıların eserlerinden, Kafka’nın sevdiği ve etkilendiği eser ve yazarlardan (söz gelimi Dostoyevski’nin Delikanlı’sı ile bazı Çinli şairlerden) örnekler vererek Kafka’nın kişiliğini ortaya koymaya çalışıyor. Derken üç büyük romanını bu bağlamda inceleyerek savını güçlendiriyor.yine Tevrat’tan, İsa-mesih kavramından Aziz Paulus düşüncesine dek incelemeleri de ekliyor kanıtlarının arasına.

Bana çok ilginç geldi bu kitap. Bazı noktalarda Tasavvufun (bildiğim kadarıyla)temel ilkeleri ile öyle güçlü paralellikler vardı ki şaşırdım bile doğrusu. Ve iyi ki bulmuşum bu kitabı:)

Bir de bir hatıra vardı Kafka’nın hayat arkadaşı Dora’nın ağzından Brod’a aktarılmış: Bulundukları şehrin bir parkında bebeğini kaybettiği için ağlayan bir kız çocuğu görürler. Kafka çocuğu teselli etmek için uğraşır ama çocuk susmaz. Bu kez çocuğa, bebeğinin gezmeye gittiğini

BELA

Kitabın adı: Bela
Yazarı: Suzan Nur Başarslan
Basım yılı: 2011
Yayınevi: TB Yayıncılık

Belâ bir ilk roman. Yeni bir yazarla kendimi tanıştırmayalı çok oldu doğrusu. Bunun bir sebebi yüzyılların seçimlerini öncelemem ise diğeri de yaşadığım hayal kırıklıklarıydı: Ekran yüzlerinin yazdığı “melankolik şiirimsiler, iç dökmeler (deneme denemez onlara) mi ararsın, bilmem kaç dile çevrildi de şu kadar ülkede satış rekorları kırdı diyen arka kapaklar mı…

Gerçi Belâ’da böyle bir çekincem yoktu, zira yazılarından ve edebiyat incelemelerinden az- çok tanıyordum yazarını. Di end Ar’dan (tamam D& R) alıncaya kadar epey bir merak içindeydim doğrusu.(Kitapyurdu'nda da satılıyor.)

Ufak tefek takıldığım yerler olsa da bence gayet başarılı bir ilk roman olmuş. Bir kere çok sürükleyici, kendine has üslubu oturmuş. Hele de güzelce kullanılmış bilinçakışı tekniği çok hoşuma gitti. Her bölüm bir kahramana ait aslında ve en çok bu bilinçakışı tekniği kullanılmış. Böylece kahramanlarımızı hemen tanıyor ve empati kurabiliyoruz. Ben öyle hissettim en azından :)

Özellikle Suaytan,Işık ve Giz’in bilinçakışı ile yazılmış bölümleri çok güzeldi.

Diyaloglar da yerli yerindeydi, ne az ne çok.
Gerçi birkaç kez okumak zorunda kaldığım uzunca cümleler yok değildi ama fazla yormadı.

Bu noktada romanın konusuna değinmek isterim: