BELA

Kitabın adı: Bela
Yazarı: Suzan Nur Başarslan
Basım yılı: 2011
Yayınevi: TB Yayıncılık

Belâ bir ilk roman. Yeni bir yazarla kendimi tanıştırmayalı çok oldu doğrusu. Bunun bir sebebi yüzyılların seçimlerini öncelemem ise diğeri de yaşadığım hayal kırıklıklarıydı: Ekran yüzlerinin yazdığı “melankolik şiirimsiler, iç dökmeler (deneme denemez onlara) mi ararsın, bilmem kaç dile çevrildi de şu kadar ülkede satış rekorları kırdı diyen arka kapaklar mı…

Gerçi Belâ’da böyle bir çekincem yoktu, zira yazılarından ve edebiyat incelemelerinden az- çok tanıyordum yazarını. Di end Ar’dan (tamam D& R) alıncaya kadar epey bir merak içindeydim doğrusu.(Kitapyurdu'nda da satılıyor.)

Ufak tefek takıldığım yerler olsa da bence gayet başarılı bir ilk roman olmuş. Bir kere çok sürükleyici, kendine has üslubu oturmuş. Hele de güzelce kullanılmış bilinçakışı tekniği çok hoşuma gitti. Her bölüm bir kahramana ait aslında ve en çok bu bilinçakışı tekniği kullanılmış. Böylece kahramanlarımızı hemen tanıyor ve empati kurabiliyoruz. Ben öyle hissettim en azından :)

Özellikle Suaytan,Işık ve Giz’in bilinçakışı ile yazılmış bölümleri çok güzeldi.

Diyaloglar da yerli yerindeydi, ne az ne çok.
Gerçi birkaç kez okumak zorunda kaldığım uzunca cümleler yok değildi ama fazla yormadı.

Bu noktada romanın konusuna değinmek isterim:

Cem, Nursu ve İstanbul aynı üniversiteye giden üç arkadaştırlar. ( Evet, erkek karakterlerden birinin adı İstanbul. Hani şairlerin İstanbul’u dişi kabul ettiklerini bilirdim ama İstanbul adlı bir karaktere, hem de erkek, rastlamamıştım.) Cem ve Nursu kuzendirler. Nursu ile İstanbul ise sevgilerini bir türlü dillendiremeyen iki aşık. Ta ki… Burasını söylemeyeceğim tabii ki:)

Birlikte okula gittikleri bir gün, hayatlarını tırtıklı bir testere ile kesilmiş gibi acıtan o “kaza” olur. Bu kazada iki yetişkin ve bir bebek ölür. Kazadan kurtulan beş kişi ise , beklemedikleri bu ölümlerin getirdiklerini birbirlerinden ayrı –ama aslında- bağlı olarak yaşamaya başlarlar.

Güzel bir kurgu ile devam ediyor roman.

Birey- insan’ın yalnızlıkları, ölüm karşısındaki ve sevdiklerimizin ölümleri karşısındaki çaresizlik ve tepkiler, birbirlerini (sözde?) seven insanların umursızca aldatışları…aldatılmanın acısı, aldatmanın kirliliği, hisler, düşünmeler, sorgulamalar, intikam sözleri… aidiyet hissinin sorgulanışı, geriye- geçmişe dönüşler (flashbacks), yolculuk, şehirden kaçış,şehre dönüş… Sevilene dönüş, kabullenme ya da kabullenmeme…bir parça tasavvuf (Ahmet ve Celalettin ilişkisi)…

İç içe geçmiş daha birçok detay, güncel ama gel-geç, günlük değil…

Kitapta dizgi hataları da vardı ama bunlara kızamadım; sadece “hala”lara ısrarla şapka geçirdim:)

Sonlarda bir yerlerde “didaktik” değil ama değişik bir hava vardı sanki. Gerçi bunlar Ahmet ile Celalettin’in - biri birinden bir basamak önde olan iki hayat ve ölümü anlama yolcusunun- konuşmaları idi.

Son bir şey daha; Elif Şafak’tan Madonna’ya, Mustafa Kutlu’dan Neruda’ya, Marquez’den Murathan Mungan’a, alınmış epigraflar da hoştu.

Doğrusu ben, bittiğini bildiğim ikinci romanı beklemeye başladım.

Not: Hoşuma giden bilinçakışı sayfaklarından altını çizdiklerimi ikinci bir yazı olarak koymayı planladım.

2 yorum:

  1. eline sağlık, çok güzel yorumlamışsın, okumak için listeme aldım!

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederiz kritiklerin için...

    YanıtlaSil

Ölümü görün yazın bir şeyler, üşenmeyin.
E, üşenmeyin dedik ya:)