Vallahi öykü yazmak daha zor.
Çok iyi bir öykü ve roman
okuru olup öyküler ve roman yazmaya çalışmış (hatta, cahil cesaretiyle yazıp yolladığı ilk ve tek roman "taslağı", adı sanı belli bir yayınevi tarafından çalınmış :p) biri olarak gönül rahatlığıyla söylüyorum
bunu.
İyi bir öykü yazmak, iyi bir
roman yazmaktan daha zor. En azından daha kolay değil.
Öykü, kısacık bir şey. Uzun
hikâye olanları bile. Karakterleri, mekânı, olayı, duyguyu, üslubu...
sığdırıvereceksin bulamaç olmadan. Arı-duru, anlatmak istediğini anlatıp okura
geçirebilecek, yahut daha doğrusu okurun da bir şey alabildiği (sadece iyi vakit
geçirtmek de bir şey'dir nihayetinde???) bir öykü yazmak; yazdığının, yazmak
istediğinin bir öykü olup olmadığını anlamak...
Belki aylarca bir köşede
bekleyecek fikrin, müsvedden. Tekrar tekrar okuyacaksın, eksiğin ne olduğunu
anlamaya çalışacaksın, düzelteceksin... (İlk düşündüğüm andan yedi yıl sonra
yazdığım bir öykü oldu, geçenlerde yayınladılar sağolsunlar :p) Son anda bile,
dergilere filan gönderdiğinde bile "Bir şey eksik..." gibi
hissedeceksin. Hatta, dergide okurken beğenmeyecek, en azından birkaç fazla
kelime, virgül ya da vurgu bulacaksın... Güzel bir yanı ise bazen tesadüf
edebilir: Ya kendin okurken, ya da bir arkadaş-okur eleştirisinde, yazarken
fark etmediğin farklı anlamlar, katmanlar olduğunu görürsün. En kötüsü ise
ondan bir halt çıkmayacağını (çıkaramayacağını?) anlayıp çöpe atman
gerekebilir.
Roman yazmak, daha az
sıkıntılı bana göre. Şu açıdan: roman, debisi sabit bir nehir gibi... Kafandaki
şey belirginse, nerede kalmıştık deyip devam edebilirsin. Öyküde bir an için
yakaladığın "coşku" hep seninle olmayabiliyor. Hızı kesip durup
bakmayı öneren, detayları, küçük anları sahiplenmiş, onlarla kendini bulmuş bir
tür olan öyküde, aldığın o küçük notlar, gerektiği gibi genleşmeyebiliyor.
"Disiplinli" olup her gün saatlerce çalışsan bile "o öykü" olmayabiliyor. Kimi kez
ipini koparıp kendi yoluna gidiyor öykü. O yolun mu daha iyi yoksa planlananın
mı iyi olacağını ise ilk anda kestirmek güç. Kısacık bu türde, o ilk coşku,
çekirdek, samimiyet, o akış çekildi mi, iş çok zorlaşabiliyor. Çoğu kez öykü
kendi zamanını bekliyor. Senin de beklemen gerekiyor. Kafka hazretlerinin dediği gibi, onu duyacak kulağın gelişmesi
gerekiyor. (Soru: Bu durum, öykücü olarak anılmaya başlanmadan önce midir yoksa
hep geçerli midir?)
Romanda, yazar bir yerde, bir
bölümde, bir paragrafta sendelese bile bir sonrakinde toparlayabiliyor. Ve
bütününe bakınca bu sarsaklık okur tarafından göz ardı edilebiliyor. (Benim
için sevdiğim birçok romanda böyle oldu en azından.) Öyküde ise bırakın bir
paragrafı, bir tek cümlenin, bir tek kelimenin derdine düşüyorsunuz. Benim
gibi, noktalama işaretlerinin yerini de anlam'a katmaya çalışıyorsanız onların
da.
Ayfer Tunç,
geçenlerde, sorulması üzerine öykü ile romanı karşılaştırdı. İyi öykü okuru
olduğunu söyleyenlerin bile romanı öncelediğini söyledi. İyi öykücülerin
çıkmaya başladığını ama nihayetinde onların da roman yazacağına inandığını. (Ki
edebiyatımızda zaten olan bir şey bu.) Bir örnek olarak Suzan Defter uzun
öyküsünün roman olarak 6. baskıyı yaptığını ama içinde yer aldığı öykü
kitabının aynı sayıyı tutturamadığını gösterdi. (Burada yazmıştım o kitabı)
Ben iki türü de
seviyorum. Yazarken ise -en azından bu son yıllarda- öyküye odaklanmamın sebebi ise kahrolasıca
salak karakterim: Her işin zorunu seçmek gibi bir manyaklığım var. Bilmeyerek
de olsa. :)
(Burada dinlen sayın okuyucu, git bir ka've al gel, ya da çay, ya da ne
içiyorsan ondan işte, bekliyorum, çok geç kalma. Yalan len, gelmezsen
gelme. Ne zamandır okur için yazıyorum ben. Yalan len, ne zamandır yalan
söylüyorum ben :p)
Öykü ve roman
karşılaştırması, her iki türde de eser veren yazarlara sıkça sorulan popüler soruların
başında geliyor. Çoğu okur bu cevapları kaçırmamıştır. Benim de şimdiye kadar
dinlediğim, okuduğum cevaplar yazıklarımla aynı istikamette.
Uzun lafın hulasası, öykü zor
olanı arkadaşlar. Tabii gerçekten iyi, kendine has sesi olan bir öykü (anlatı
değil) yazmak istiyorsan. (Ustalık taklitten geçer, orası ayrı. Yazmaya kalksam
daha ne noktalar var... Bir ara "amme hizmeti" babından, yazarlıkla
ilgili biriktirdiğim notlarımı buradan paylaşayım demiştim. Ben toparlayayım
edeyim derken o arada bazı hikâyelerim yayınlandı. Sonrasında vazgeçtim, iki
öyküsü çıktı haspamın hemen yazar pozlarına girdi demesinler diye. Zaten şurada
Yazar Odası diye bir yer var, düzgün
düzgün, üşenmeden yazıvermişler, hazırı varmış yani. Başka yerler de vardır ama
buradaki yazılar - okuduğum kadarı ile- benim edebiyat yolculuğunda uyduğum,
uymakta olduğum kriterleri karşılıyor; okuyarak, zamanla, çalışarak, özgün(?)
olmayı amaçlayarak filan. Gerçi o yolculuk son durağına gelmiş de
olabilir ama şu anda onu konuşmuyoruz.)
Niçin Yazıyorum?
Bu soru da röportaj
sorularının en popüler-klişe olanlarından. Kimi yazarlık atölyelerinde,
katılımcılara, bu soruya karşılık olarak verecekleri bir hikâyeyi,
"miti" uydurmalarını söylüyorlarmış. Borges'in (oydu galiba, yanlışsam düzeltin, üşenmeyin) "Dostlarım için yazıyorum" demesi
gibi, ya da Marquez'in şu ayakkabı
bağcıklı hikâyesi gibi (tam hatırlayamadım hikâyeyi şimdi).
Böyle bir alımlı-retorik cevap üretilmesinin nedeni
sorunun aslında cevapsız olması mı bilemem ama varsa da cevap yazarın mahremi
bence. Başlangıçtaki yazma sebebi sonrasında değişebilir üstelik. Değişemez mi?
Yazarın iç dünyasıyla, hatta
karşılaşmaktan korkulan kendi ile ilgili mahrem bu sorunun cevabı çoğu kez
bilinemez ya da bilinmesi, anlaşılması uzun bir zaman alabilir. Asıl cevaplar
okur için değildir ki! Okurun sevimli merakını tatmin etmek için öyleyse
bunlar? Gerçeklik payı yok mudur? Vardır elbet. Olduğu gibi içini dökenler de
vardır. Fakat bu iç dökmeyi, gerçekten bir şeyleri anlamış-aşmış olduktan sonra
yapmalı. Aksi zaten sırıtır. Sırıtıyor. (Buranın kimi zaman eleştiri ve alay konusu olan "yazar
kasıntılığı" gibi bir şeyle alakası yok. Yazarın sufli yanları da olan
(tabir Pınar Kür hanımdan) çamurdan
adamlar-kadınlar olduğuna aydık çoktan.)
Yazar, yazmak ile yazmamak
arasında gidip gelirken -ölümlerden ölüm beğen der gibi oldu- direnirken (neye?)
bunu düşünür sanırım: Neden yazıyorum? Daha doğrusu kendini sorguladığı
zamanlarda olur bu. Yoksa yazarken neden diye düşünür mü insan. Saçma şey.
Yazımın devamı vardı, almış
başını gidiyordu. Ben de "Ey yazı, dur orada. Orada bi' dur!" dedim.
"Sen misin ağa paşa ben mi, tabii ki ben" dedim. Yoksa bir de
"kendini yazar görmek" başlıklı acip bir bölüm daha olacaktı.
Yaa, evde oturmuş güneşli
güzel bir İzmir gününde bunları yazıyorum. Olsun, ne zamandır içimden geldiği
gibi yazamıyorum. Hazır kıvamı bulmuşken yazdım işte. Hem görün ahali yazmak
nasıl zor, ödün isteyen bir iş.
Gül sen gül, yakında görürüm ben
senin nasılsa nesnesi zarfı karışmış ya da tek özneye bağladığın ama aslında
farklı özneli sıralı cümlelerini :p
Hangi yazınız nerede yayımlandı onu da deseydiniz keşke =)
YanıtlaSil:) Ulusal düzeyde dağıtılan kimi edebiyat dergileri diyelim. Bazılarını yazmış olmam lazım blogda ama gizem iyidir :p
SilOkudum, sevdim, yayınlanan yazılarını da pek merak ettim, okumak isterdim. Bloğunda yayınlMıs ben kacırmıs olabilir miyim?
YanıtlaSilTeşekkür ederim, anlaşabildik demektir bu yazıyla... İlk yayınlanan hikayelerimden ikisi hikaye ettim etiketi altında var. Sonrakilerden de yayınlamayı düşünüyorum aslında.
Sil
YanıtlaSilÜstünde hiç düşünmediğim bir konuda, tespit yazısı olmuş, teşekkürler.
İnsan yazsın, yazabilsin de varsın zor olsun. Zor olan şeyler kıymetlidir:)
Yazmak çoğunluğun sandığı gibi kolay bir şey değil, tabii burada yazmak çeşitlemeleri yapılabilinir...
SilBu arada kıymet de bilinmek ister :)