Bu blogda belki bazen
ukalaca ama hevesli ve samimi bir okur olarak yazdım kitap değerlendirmelerimi. O yüzden uzun uzadıya, derinlemesine edebî çözümlemeler, saptamalar,
karşılaştırmalar, kritikler filan yapmıyorum. Bu konuda kendimi ehil bulmadığım
gibi sabırsız bir karakter oluşum da
yapabileceklerimi sınırlıyor, daha yazmadan sıkılıp bunalıyorum. Yine de bu
yazıda sınırlarımı zorlayacağımı beyan ederek uzun bir yazı olduğunu
duyumsatayım.
Uzun bir okumayı göze
alamayanlar içinse şunu söyleyeyim: Okuması, çoğu okur için kolay olmayacaksa
da bu yazımın amacı ve son isteği mutlaka bu kitabın/kalemin okunmasıdır.
İşbu yazı uzun bir sürede tamamlandığı
için kitaba zaman zaman geri dönmem gerektiğini belirtmek istiyorum. Hassaten
böyle "ağır bir konu içeren" ve dili de düz olmayan bir metne geri
dönmem, hatta tekrar okumam için uygun manevi bir dönemde olmayışıma karşın bu
yazının daha fazla gecikmemesi gerekiyordu.
Neden bu kadar uzuyor bu
giriş, bilmiyorum. Bu metinlerde hem sevdiğim, hem de beni rahatsız eden şeyler var.Şurada 2011'in en iyi 100 romanı içinde yer almış bu kitapta bunların ne olduklarını belki bu yazıyı
yazarak çözebilirim…
İŞİN EVVELİ:
(1982 doğumlu) İsmail Pelit’in, arka arkaya üç kitabını okudum önceden: Musiki Bu, Türk
Oluşmaları, İsrail Bayrağına Şiirler. Türk Oluşmaları’nı öykü severlerin
mutlaka okuması gerek diye düşünüyorum.
Elimin altında olmasına
rağmen [Cami] / {Cami}’yi okumak için beklememin ise iki sebebi vardı; araya giren
başka “zorunlu” okumalar ve Pelit’in kurduğu
dilin içime sinmesini beklemek/varlığını kabul etmek.
NİHAYET KİTAP:
[Cami] / {Cami}'de, iki
roman/anlatı bir arada: Pelit, matematik
alanından semboller kullanmış eserini ikiye ayırırken: Küme parantezi :
{ } ve doğru parçası yahut kapalı aralık sembolü: [ ]
Hazır biçimle başlamışken
kitabın tasarımının da ilgi çekici olduğunu belirtelim. Çift taraflı bir kitap
bu, yani iki ayrı anlatı iki ayrı taraftan başlıyor. (Bkz.Resim) Bitirince de
bir bütünlük duygusu oluşturuyor. Özellikle Hülya karakterinin {Cami}'de daha
çok işlenmiş olması bakımından. Yine de kendi adıma ikisini ayrı ayrı
konumlandırıyorum.
Pelit’in bir “dil
kurduğundan” bahsetmiştim. Okuduğum tüm metinlerinde var bu dil: kendine has
üslup. Bu üsluba sade desem de, basit diyemiyorum. Felsefik ve katmanlı okumaya
müsait bir üslup. Fazlalıkları üstünden hayli atmış bir dil…
Pelit'in, kitaplarının
girişinde kendisinin de ifade ettiği bir şey var : “ …uygun koşullar oluştuğu
takdirde yazdığı metinlerin yeryüzündeki birkaç kişiyi ilgilendirebileceğine
inanmaktadır. “
Ülkemizin genel okur
profiline baktığımızda, bu profile kolay bir okuma serüveni sunmadığı açık
Pelit’in, ama birkaç kişiden çok daha fazlasına hitap edeceği de açık. Bu
noktada A. Şimşek[1]’in
şu sözleri geldi aklıma: “Diğer yandan
kimi yazarların yazmaya ilişkin yaklaşımları çok alışkın olduğumuz, bildiğimiz
yöntemlerle uyumlu değildir. Yerleşik kurgudan, yazma tekniklerinden, dil
kullanımından öte bir şeyle karşı karşıya bırakır bizi. Onlar için aslolan
metindir.(…) Böyle bir metnin okur nezdindeki değeri neredeyse hiç yoktur. Peki
bu tür yazanların karşılaşacakları sonuçtan habersiz olmaları mümkün müdür?
Elbette ki değildir, öyleyse bu tür yazarlar da daha başından yüksek bir
edebiyat bilgisiyle yazıyorlardır. İşleri güçleri sadece iyi bir metin
üretmektir. (…)
Elbette Pelit, iyi bir
metin üretmeye çalışırken bunu sadece dille değil, sorduğu sorularla da
tamamlıyor. Anlatmak istediği bir şey var yani.
Biçimden
gitmeye devam edersek: Daha ilk başta buna bir roman der miyiz? Günümüzde edebî türlerin sınırlarının
belirsizleştiğini ve postmodern
deneyleri düşünürsek roman dememek için bir sebep yok. (Buradan bakarsak
klasik bir roman çözümlemesi yapmanın da gereksizliği anlaşılabilir aslında:karakterler,
mekan, olay örgüsü, zaman vs. vs…).
[Cami] / {Cami}'nin
bölümleri yok. Paragraflar var, bu paragrafların sonlarında ise hiç nokta yok, virgüller var. Hatta
sadece virgül kullanılmış desek abartmış olmayız. Bitmesi yüklemle sağlanmamış
cümleler var. Bu biçim, aşağıda bahsettiğim gibi kurgudaki parçalılığı
destekliyor bana göre.
4. [CAMİ]
İlk 17 sayfa bir Pelit anlatısı olarak başlıyor. İlk başlarda okuru - yani
beni - yoran anlatımlar, ileride anlatının içine sonradan eklenmiş hissi
veren bir hikâye ile canlanıyor. Karakterler ise roman için değil, sadece “ana
düşünüşün ifadesi” için yaratılmış öykü
karakterleri gibi, öyle ki kimine anlatının sonlarına doğru isim veriliyor. Ama
bunu bir eksiklik olarak görmedim.
Bir başka ilginç özellik
de şu: sayfayı okurken, bir karakterin cümlesi bitmeden yarım kalıyor, alttaki
paragrafın tamamen başka bir karakter/konu olduğunu (sonradan) görerek
okuyorsunuz ve birkaç sayfa sonra lafı yarım kalmış karakterimiz kaldığı yerden
devam ediyor. Örneğin sayfa 22'deki bir konuşmanın devamını ancak sayfa 24'de
bulabiliyoruz. Kimin nerede, ne zaman konuştuğunun/düşündüğünün sıralı olmadığı
bir kurgu ile de karşı karşıyayız doğal olarak. Bunlar okurun dikkatini
çimdikleyen unsurlar olarak iyi
kullanılmış bence. (evet, hâlâ dikkatsiz bir okurum ve buraya bir gülücük
işareti istiyorum) Paragraf sonlarında hiç nokta kullanılmayışı da bu kurguyu
destekliyor.
[Cami]’nin ille de yapmak
gerekirse konusunu şöyle özetleyebilirim
(tabii sayfa 17’den sonrası için) :
Tuhaf bir kasabanın dokuzgen yapılı tuhaf cenaze evine, bir kız çocuğu gelir ve
meydanda bulunan yaban bir genç kız
cesedinin örülmek üzere getirileceğini haber verir. Ölü ustasının çırağı bu
haberi alan kişidir. Devamla, ölü ustası, çırakları, -ki ileride aralarından
birini yerine geçmesi için seçecektir-, ölü ustasının arabacı oğlu, ölüsü
bulunan yabancı genç kız (nefti renkli elbiseli, her gün ölen ve dirilen kız)
ve çıraklar arasından seçilen usta adayı Hacer çevresinde olay irdelenir,
pardon ilerler: “Genç kız kimdir, kalfa seçilen Hacer ölü ustası olmayı kabul
ederek dilsiz kalmaya razı olacak mıdır?” gibisinden gerilim unsurları ile
birlikte. Bu arada dinlediğimiz bu hikâyenin asıl anlatıcısının kasabaya gelmiş
olan genç (mimar) ve onun yanındaki usta çilingir vasıtasıyla, parçalanarak
anlatılıyor olduğunu fark ederiz. Bu arada gencin terk ettiği karısının kardeşi
ile ve kendisinin kızkardeşine âşık olan bir arkadaşıyla yazışmaları da
öykümüzün içine girer.
Anlatının tümünü, olduğu
gibi, alt metin, üst kurmaca…aramadan da okuyabiliriz ama ilk 17 sayfa ile
Pelit'in dili buna izin vermiyor ve doğrudan araya girdiği cümleler ve
sorularla bunu pekiştiriyor.
Bu hikâyenin atmosferi,
edebi literatürde "gotik" olarak geçiyormuş ki konuya has gizemli ve
gerilimli atmosferin başarıyla yansıtıldığını düşünüyorum.
İlk 17 sayfa ise kapı-kilit-anahtar/ hayat, beden- ölüm-ruh üzerine bir “düşünüş”
silsilesi. İnsana ve ölümüne bu üç kavramla yaklaşıyor Pelit. Ki aslında roman
da bu konularda. Hikâye de 17 sayfalık bu girişten sonra eklemleniyor anlatıya.
Hikâyeyi irdelemeye devam
edersem, parçalı anlatımın yanı sıra Pelit’in kurduğu “düşünme dünyası” da
ilginçti her zamanki gibi. Ölüler bu kasabada gömülmüyor da örülüyor, örülüp
bir mağarada sergileniyorlar. Neden örmek? Kefenlemek yerine bildiğimiz iplerle
sararak ve motif işleyerek örmek? Bilinen diğer cenaze ritüellerine bakarsak
ölü, ölüm, ölümün gelişi…gibi konuları, hikâyede ölüyle temas edenler üzerinden
(çırak ve ölü ustası) bu kadar uzunca verilebilmesi için böyle bir kurgu mu
gerekiyordu, yoksa sadece ölü ile örgü arasındaki ses benzerliği mi hoşa
gitmişti, ya da ne? Pelit’in önceki metinlerinde de bizzat ceset ile, başbaşa
kalınmış bir ölüyle ilgili “düşünüşleri” vardı. Ölülerin artık başka bir adla
adlandırılmaları da bu kasabanın tuhaf bir geleneğidir, örneğin. Yine, kasaba
halkının ölü örücülüğünü sanatla ilişkilendirmesi, sanat sayması hatta…
Kasabalılar, bekçiden izin alarak da olsa istediklerinde gidip “ölülerini”
karşılarında görebilmektedirler. Bu gibi ayrıntılarda “insanın ve toplumun
ölümü hayatlarından çıkarmalarına” atıf sezdim.
Ölü evi ise dokuz
kapısının da kilitli olduğu, sadece birinin çalıştığı, tabiri caizse, kıldan
ince bir anahtarla,ancak ve ancak ölü ustası, dilsiz yaşlı kadının açıp
kapadığı tuhaf bir bina. Genç, bulunduğu an itibariyle olaylar geçmişte kalmış olsa da,çilingirden ısrarla
bu yapının ve kilitlerinin hikâyesini öğrenmek istemektedir: Camii olmayan ama
cemaati olan ve onların namaz kıldığı bu kasabaya bir cami inşaa etmesini
istemiştir (çilingir?) ve bunun karşılığında genç mimar da hikâyeyi öğrenme
şartı koşmuştur.
Pelit, ölü evini, ustasını
ve çıraklarını anlatırken karanlık (ölü evinde hiç pencere de yoktur zaten),
tüm detayları belirgin olmayan, kasvetli, dingin ama tedirgin bir atmosfer
yaratmış: Ölüler örülüyor, ölü ustası olmak için gelen çırakların içeride ve
dışarıda konuşmaları,soru sormaları dahi yasak, ölü ustası dilsiz (ileride
ustalık belgesinin çırağın dilinin kesilmesi olduğunu öğreniyoruz), kapılar
kapalı ve kilitli, kilitlerin anahtar girecek yeri yok neredeyse.
Pelit'in dilini anlatabilmek için aşağıdaki
alıntılarla devam edelim:
Başlangıç, s.9:
penceresiz yapılar olabilir. bu
garipsenmez. ışığın yapının içinde yadırganacağı durumlar, yapının içini
eksilteceği vakitler olabilir, yapıyı yapı olmaktan çıkarıp onu apaçık ölüm
parçası haline getirebileceği yaşantılar daha başka, pencereden görüleceklerin
yapının havasını bozma ihtimali vardır
kapısı olmayan yapı olmaz. içeri
girmeğe yaramasa bile dışarı çıkmağa yarayacak kapı gereklidir. içeriye gireni
dışarının sürdüğüne ikna edecek kapı olmalı, içerinin başladığı eşik olmalı.
eşik de kapı da mutlaka olmalı yapıda. yanılgıya yer olmamalı: kapı yapının
dışarıya en yakın yeri sanılır çoğunluk. her zaman böyle olmaz bu
s.10
kapının yokluğunun gediklik
sayılmayacağı yapılarda fazlalık vardır: dışarı. önceden kapısı olan, sonra
nedense kapısı yok olan yapılardan söz ediyorum, böyle yapılar söz konusu
olduğunda içerde olduğunuzu söyleyemezsiniz, gövdenizin dışında yapı vardır,
kapısı olmadığından sizi içinde tutacak havadan yoksundur(…)
s. 11
düşünmeli, bu dünyaya kapı açarak
gelinmiyor, yapıya girilmiyor demek, açık biçimde yaşama giriliyor,
insanın soluğu dünyaya değdiği an
yaşamı başlıyor, dünyaya çıkılınca, artık işte o vakit kapılardan, girmekten,
çıkmaktan söz edilebilir, yapının kapısının olmayışı şunu düşündürür, “ burası
artık kimseye ait olamaz”, orada açıklanacak, anlamını yitirecek tek şey olduğu
söylenemez. (…)
Pelit -belki de genç
mimarımız- bu şekilde yapı-kapı-kilit üzerine
düşünmeye başlıyor, düşünüşünde ölüm ortaya çıkıyor. Aslında yapı-kapı-kilit, ruh-beden ikilisi ve ölüm
hakkında bir “similasyon” yani benzetim aracı olmaya başlıyor.
Yine sayfa 11’deki gibi,
sürekli, kendi düşünce silsilesinin getirdiklerini önümüze koyup gidiyor Pelit:
s. 12
kapısı yok olduğunda, yapının
anlamı yok olmuştur, direnemez yapı. dikkat edin yıkılan evlerin çoğu , önce
kapılarını yitirir. özelliklerde köylerde,kasabalarda ören yerlerine bakın,
damı ufalanıp yok olmuş evin sadece kapı çerçevesi yerindedir. (…) kapının
yerinden sökülüp gitmesi ile(…) ya ölenin
gövdesinde götürdüğü, hiç kimseye bırakmadığı,
s.14
(…) ölüm gelir gitmez, demek sadece
canı gider insanın, inanılmaz buna, can çıkınca gövde nedir ki, tortu bile
değil, tek anı kalmaz gövdede o zaman, (…)
(…)kapının yapının anlamını, yapının içinde tutan unsur olduğu nedense
gözden kaçmağa teşne. kapıyı oraya koyan elbette o”şey”in, (o şey nedir acaba?)
orada kalmasını istiyordu, o “şey” her neyse orada kalmalı, yapının içine
girmemeliydi. eğer istenirse o “şey” içeri sokulabilirdi, kapı böylelikle
yapının sınırlarının esnekliğini temin ediyordu.
s.16
ölüm görünmüyor pek, yapılar var.
soyutlama yapıldığı sanılabilir. değil, mesele yalın, ele gelir yanı pek yok.
(…)
anlatamıyorum, yapının ölümle
ilişkisi, (…)
s.17
ama düşününce, kabuğu kırana düşman
olursun,senin yapını yok ediyor, yapı dünya ile aranda engel, yapı senin
etrafını çevreleyen kültürün şubesi, senin payına düşen, kaderin bu yapı
(…)
s.38 ve s. 40
şurada cami olsa o zaman allah’la kavga etmeye gider miydim
s.42
burada ölümle değil ölülerle ne
yapılacağı düşünülmüş hep.
Kılıf ve ayna da metinde
üzerinde durulan “kelimeler”den:
aynaya niçin bakar insan… s.47
aynaya anahtar muamelesi ediliyor, apaçık bu …
s.48’de, birdenbire Ankara
Kızılay’da bir durakta beklerken aynasını çıkarıp makyaj yapan bir kızdan
bahseder, anlatıcı. İlk kez belli ve gerçek
bir yer adı geçmiştir.
Her ölümünden sonra tekrar
dirilen kız karakteri ise uykunun küçük ölüm olarak adlandırılışını aklıma
getirdi. Bu noktada, R. Özdenören'in bir röportajda cevaplamayı reddettiği soru
ile o sorunun kendi hayatımdaki karşılığı aklıma geldi ki metnin kimi
yerlerindeki ruhun bedene giriş ve çıkışı hakkındaki soru-işaretlerle
ilintilendirdim…
Gözüme çarpan birkaç "postmodern" kinaye:
metin’in dilini çözmek için devam
etmeliydi hikâyeye. (çilingir, yanındaki genç adam için.) s.63
“şimdi sen anlattığım hikâyeyi kilit olarak
görüyorsun, nasıl açacağını düşünüyorsun, bu kilidin anahtarının hikâyenin
neresinde olduğunu bulmak istiyorsun,
(…)s. 79
5.{CAMİ}
Burada [Cami]'deki üslubun
aynen korunduğunu görmekle birlikte metnin kişiler üzerinden daha çok akmasıyla
bir hafifleme söz konusuydu. (Ya da metne alıştım.)
Hülya, onun annesi,
babası, Hülya'nın kaldığı evini inşa eden (kocası) ve onun babası… evin,
içindeki herbir kişi için farklı manalara gelebileceği… Hülya'nın doktoru,
doktorun sevgilisi, doktorun annesi…bunların metin ilerledikçe ancak
anlaşılmaları ve tüm bunları ilk metinde yerlerine yerleşmeye çalışan ama
içinden gelen bir sese uyup bunu tam olarak başaramayan bir okur, yani ben. (Bunda
yazarın başlangıçta şart koştuğu iki ayrı kişinin aynı anda, karşılıklı olarak yapması
gereken okumayı yapmamış olmamın ilgisi var mı bilemiyorum.) Bu bağlamda kimi
detayların [Cami]'dekilerle örtüşmesini ekleyeyim; halıdaki kırmızı çiçek
desenin örülen genç kızın alnında da işlenmiş olması, ölüp dirilen yabancı
kızın nefti elbisesi ile Hülyanın yeşil elbisesi (istenmeyen gelinler),
doktorun beş asistanı ile ölü örücünün beş çırağının oluşu, evin dokuz kapısı
ile ölü evinin dokuzgen yapıda olması gibi.
Ölüm içinde doğum ve
anne-bebek ilişkisi hakkında düşünme, burada da önemli bir yer tutuyor,
Pelit'in diğer metinlerinde olduğu gibi.
İnsan refleks ve
hareketlerini yakalamada ve bunların ardına düşünceler yerleştirmede iyi bir
gözlemci olduğunu düşündüm Pelit'in:
"…diğer asistanlara işaret
ediyor doktor, çıkıyorlar kapının dışına, çömeliyor hepsi, hepsi yüzlerini
elleriyle kapıyor, ölüm sanki şimdi yüzlerine mi gelecek nedir (s.78)
Her iki anlatıda da
"şey" olarak geçen şeye de dikkat edilmeli sanırım, ben pek
yoğunlaşamadım. (Buraya da bir gülücük işareti istiyorum.)
Metin "kim-kim"
sorunsalında yorucu geldi bana. Buna takılmadan okumak ve Pelit'in düşünce
dünyası ve şaşırtıcı bakış açısı ile önüme koyduklarını düşünmek daha iyi
olacaktır sanırım.
6. SONUÇ
Yorucu bir metinle karşı
karşıyaydım. Yoruldum. Ama okuduğuma pişman değilim.
Ve her iki anlatının da
bitiş cümlesi olan cümle ile bitiriyorum:
kapıyı kapatıyor.
mükemmel bir analiz yapmışsın eline sağlık...okumam farz kitaplardan biri oldu benim için bu güzel yazını okuduktan sonra.
YanıtlaSilbu arada istanbula gelmiş de dönmüşsün..son dönemde blog okumalarıma ara vermiştim kaçırmışım bu bilgiyi..ben gelirim belki ziyaretine:)
Beklerim,gezmeye ve gezdirmeye bol vaktim var nasılsa :pp
YanıtlaSilBir daha İstanbula geldiğimde açık blogger buluşması düzenleyeceğim. İzmirde küçük bir grubumuz zaten var, görüştüğümüz, İstanbulu da halledelim :p