YILDIZ RAMAZANOĞLU, YAYINEVİNİZİ DEĞİŞTİRİN LÜTFEN!

“Dün sınıftan en beğendiğin çocuk, şiirinin yayınlandığı sayfayı kıvırıp üste getirerek, adını bile göremediğin bir dergiyi sıranın üstüne bırakmıştı “Bakın bakalım” diyerek. Aslında senin önüne konması tesadüf değildi, ilk senin görmeni istediği çok açıktı. Bunu yaydığı ısıdan anlamıştın, anlardı her kız böyle şeyleri. Bir an yoğunlukla gözlerine de bakmıştı zaten. Bir andan da kısaydı belki ama anlardın. Anlaşılan bir şiiri yayınlanmıştı ilk kez. Daha elini süremeden,sadece sayfadaki başlığı görmüşken bir başka kız çekip alıverdi dergiyi,sınıfın içinde elden ele kaybolup gitti yapraklar, yalan olmuştu her şey bir anda. Bir tek başlığı kalmıştı aklında: Vakti Geldi. Olanları göz ucuyla ve çaresizlikle izlemişti çocukcağız.” (Şairle Randevu'dan)


Daha ilk hikâye biter bitmez yazmak istediğim kitaplardan biri oldu bu: Angelika.

Yazarın ismini duymuşluğum vardı, hikâyeci oluşu önemliydi benim için. Bir de bir röportajdaki cevapları, sivil toplum hareketlerinde aksiyoner kimliği (bu kimliği Hüküm hikâyesinde de rahatlıkla görüyoruz) hayal-meyal kalmış aklımda. İnternetten adını aratınca bazı makalelerine,röportajlara rastladım. Kitaptaki dili ve samimiyeti gördüm oralarda da.

Kitabını almakta gecikmemin iki sebebinden biri yayınevi. (Bu konuda(yayınevi) ekşisözlükten edindiğim ve test edip onayladığım bir başka “hırsızlık” notunu en alta koydum* .Bakınız efem :))

Yayınevine olan “garez”im dışında böyle bir kalemin daha iyi tanıtılması gerekir diye de düşündüğümden başlık böyle oldu. Gerçi “belli bir kesim” tanıyordur (zira baktığım kaynaklarda “İslamcı” etiketi var sıfatlarının en önünde, yine kendisinin bu konudaki bir soruya cevabını dipnot olarak veriyorum** ) ama kesinlikle daha geniş okur alanını hak ediyor Yıldız hanım.

Yazarı bırakıp kitaba geçmeliyim hemen.
7 uzun hikâye var yazarın bu son kitabında. Hepsi de birbirinden güzel. Uzun uzun anlatmak istiyorum doğrusu. Yazarın samimi, esprili üslubu kadar içerik,göndermeler de başka güzel geldi bana. Günlük,hepimizin yaşadığı detaylar,hisler ve belki çelişkiler, güzel bir anlatımla yerini buluyor öykülerde. Her paragraf dolu dolu. Akıcı. (Tabii kadınlık hallerine,toplumda kadın olmaya dair şeylerin çok olması da sevdirmiş olabilir içeriği bana. Ama dil ve üslup göz ardı edilemez.)


Yazarın birkaç hikâyede kendini yazıcı-yazar olarak açıktan açığa işe- kurguya katması da ilginç geldi bana: Anı- hikâye görüntüsünü pekiştirmiş.

İlk hikâyenin adı At Hikâyesi. Mesleğini bırakıp yazarlığa tam mesaisini ayırma kararı vermiş bir kadın hikâyesi diyelim kısaca buna:

“ Adam gözlerini kırpmadan bakıyor. Aldırmadım ilkin. Zihnimin doluluğu yüzünden yarı sarhoş bir haldeydim. Ellerim titriyor, sol bacağım hafiften seğiriyordu ama dışarıdan görülecek kadar değil. Yemeğimle gereğinden fazla ilgilenmek bir çıkar yol olabilir. Porselen tabağı yavaşça çevirdim,patatesleri önüme getirmek istiyormuşum gibi. Ekmeği parmaklarımla hafifçe araladım,sadece oyalanmak ve durumu iyice anlamak için değildi yakışıksız hareketlerim, kötü tecrübelerin neticesi sürüklendiğim bir nahoşluktu belki de. (…) Her zamanki günlerimde olsaydım, korkuya bulanmış tedirginlikle mekânı hemen terk eder, ağlamaklı bir yüz, dolu bir içle kendimi caddeye vururdum. Tacizkâr davranışlar yüzünden terk etmek zorunda kaldığım mekânların, toplu taşıma araçlarının haddi hesabı yoktu. Ama bugün başka.(…) Vapurda tekrar gözden geçirdim kararımı. Daha birkaç yıl önce iş aramak için çalmadığım kapı kalmamıştı. Bunu bilmeyen yok. Güçlükle bulduğum işimi kitap yazma sevdasıyla bırakıp eve kapanmamın anlaşılır bir yanı yoktu yakınlarıma göre. (…) “Evde olmayı evde üretmek için de isteyebilir kadın, günümüzde çok farklı imkânlar oluştu artık” diyordum beni kınayanlara.(..)

Hikâye, Pera’daki Akira Kurosawa sergisiyle devam edip eş-dostun gönülleri alınarak temiz bir zihinle yazılacak kitaba doğru akar: “(…) Kendimi bütün kadınlar adına aslanlar gibi çarpışıyormuş gibi hissettim bir an. Şehirleri, parkları, ormanları, geceleri, gündüzleri kadın taifesine dar eden bir avuç adama teslim olmamalıydık. Bu kez kaçan, korkan, ağlayan, zırlayan, günü mahvolan ben olmayacaktım. Gerekirse bir sinir krizi tezgâhlayıp adama çatalla saldırabilirdim. (…)”

İkinci hikâye Angelika’nın Unutuşu*** adını taşıyor. Anlatıcımızın Münich’deki mühendis amcasının, erkek evlat özlemi çeken samimi dostu olan bir Alman aile için yaptığı “garip iyiliği” anlatıyor: Çocukları bir yıllığına değiş-tokuş etme fikri. Çocukluğun o güzel dünyasında yerini almış, büyüklere göre bir öykü:

“Angelika’nın babası Ankıl Peter’in, amcamın kendine ait bir arabası olana kadar, hiç kimselere vermediği sıfır kilometre arabasını birlikte kullanmayı teklif ettiği haberi, ecnebilerde de bizdeki gibi harbilik, mertlik olabileceğinin işareti olarak bütün sülalemize yayılmıştı.(…) “Bir yıllığına Zolner ailesinin çocuğu olacak o, peki konuşup anlaşmayı bile başaramadığımız halde, yatak yok gerekçesiyle hiç fikrim sorulmadan yanıma yatırılan bu kalın gözlüklü, sürekli inler gibi sesler çıkaran yabancı kız onun yerini ne kadar tuabilir ki. Angelika. Arkadaşlarım ismini duyunca ne diyecekler, benden bir yaş büyük olduğu halde aynı sınıfa gitmemizle ne kadar dalga geçecekler, bu kız durumu fark ettiğinde hangi dilden itiraz edecek. Kim anlar kim dinler ki onu.

Yatakta biraz itekleyip kendime yer açayım derken tanıdım Angelika’yı. Dokununca anladım. İçi doluydu. İçinde çizilecek resimler, söylenecek şarkılar olduğunu, kuşları kaplumbağaları, köpekleri, tırtılları, köstebekleri, çilekli ve limonlu dondurmayı sevdiğini hemen anlamak için büyümüş bir kız olmama gerek yoktu. Bunda anlamayacak bir şey yok. Konuşmanın şart olmadığını, görmenin ve dokunmanın daha esaslı bir anlaşma yolu olarak aramızda uzanıp gideceğini hissedebiliyordum. Hatta onu böyle melek gibi uyurken çözmüştüm. Uyanır uyanmaz bana gülümseyeceğine, hemen evcilik oynamaya başlayabileceğimize adım gibi inanıvermiştim.(…) “Sabah olur olmaz daha kahvaltı sofrası toplanmamışken Marion’un kuaför olduğunu duyan bütün akraba kadınlar evimizin antresinde sıraya girdiler. Yatak odasındaki seyyar ayna getirilip bir sandalyenin üzerine dayandı. Annem yere geniş bir örtü yaydı. Kadınların münasebetsizliğine çok kızmıştı ama Marion çok güzel kocaman bir çantanın içinden envai çeşit malzemeyi çıkarıp salondan getirilen bir sehpanın üzerine keyifle dizmişti bile. Tokalar, fırçalar, kutu kutu her numaradan boyalar, karıştırma kapları, sapı incecik sivri taraklar, maşalar ve bigudiler… Herkes ihtida töreninde hediyeler getirdi ya, o da kadınlara bir jest yapmak iyiliklerine karşılık vermek istiyordu. Gerçekten çok hızlı ve maharetli. Uzak semtlerden, Cebeci’den, Bahçeliveler’den, Küçükesat’tan gelen yengeler, eltiler, eski ahbaplar, kuzenler sırayla Marion’un önüne oturuyor, onun coşku içindeki yaaa, ahzuu, aber nidalarını artık anlamaya başlayarak, bazen cilveyle nayn ! diye haykırarak bambaşka bir kadına dönüşüyorlar, bir alım ve çalımla kalkıyorlardı sandalyeden.(…)

Kızların Meryem Ana’yı rüyalarında görmeleri, şimdi gündüz mü, gece mi… ve hepsi unutulur: “Alles vorgessen,alles vorgessen!”

3. öykü olan Alissa Yolu’nda yine bir yabancı, yine bir öteki, bir kadın var: Alissa. Alissa, anlatıcının gözünde tüm geleceğini tepip Prof.Tuncer’le evlenip Türkiye’ye gelmiş, içine çekilip tam bir “ev kadını” olmuştur. Anlatıcının gözü onu tanıdığı lise yıllarından sonrasına doğru farklı şeyler de görecektir. “(…) Doğru zamanda doğru adamla karşılaşma ve de fenafil koca olma miti demek dünyanın her köşesinde bucağında salgın olan bir kadınlık arzusu. Sonra varlığını son kırıntısına kadar armağan etmek, böylelikle yücelere çıkmak.(…) “Bütün kadınları mutlu edecek birörnek, paket mutluluklar önermek anlamsızdı bu durumda.”

4. öykü: Müberra’nın Kaydetmesi’nde, kuzen Müberra’nın sırf okulda başarılı olamadı ve fiziken erken gelişti (“başımı belaya sokacak bu gidişle” der baba) diye erkenden,kendinden büyük biriyle evlendirilişiyle ortasını bulan bir hikâye. Başı ve sonu da çok güzel bir kurgu ve anlatımda. Gerçekçi olduğu kadar duygulu ve samimi bu öykü. “Artist olmak” isteyen Müberra evlenerek taşınıp yıllarca kaldığı Adıyaman’da bunu nasıl gerçekleştirmiş okuyun derim.

5. ve yazarın birebir deneyimlerinden oluştuğu kesin olan bir hikâye Hüküm. Yine çok güzel ama bir o kadar da acıtıcı. En etkilendiğim hikâye oldu desem abartmış olmam:

Bir rüya anlatıyorum size diyerek radyodan seslenen konuk yazar, aslında bir kâbus mu anlatıyor, yoksa ayrılıp dönüldüğünde silikleşip unutulmaya mahkum – tıpkı bir rüya gibi- bir dünya mı anlatıyor? Ve öykünün sonunda dinleyicilere sorulan soruya benim cevabım kocaman bir “Vaaaar!”

“Şimdi avucumun derisine işlenmiş şekillere takılınca gözüm, planlanmış okumadan uzaklaşıp sürüklenmeye başladım, henüz yazmaya güç yetiremediğim bir hikâyeye doğru. Zihnim düşle gerçek arası bir yerde, aklımdan çıkmayan bir kadında. Hüküm!(…) “ Eski bir jipe binip Hoda’yı arşınlıyoruz. Sesin kimden geldiği anlaşılamadan senin hiv virüsü taşıdığın fısıldanıyor kulağımıza. Birazcık dikkatmiş. Dernek için çalışmaya başladığın yıl kocandan kapmışsın. Görevine son verilmesi düşünülemezmiş Amina’ya göre. (…) İnsanların yüzünde arzu yok. Bu bir nevi kirlenmemişlik mi, yoksa örselenmenin haddi aşması mı? (…) Kadından sorumlu bakan gülümsüyor. Duvarda katıldığı üst düzey toplantılara dair, bütün dişlerinin göründüğü resimler asılı. “ Takribi de olsa ülkede kaç hiv’li var, bir rakam veremem.” diyor kahvesini yudumlarken. Seni tanıyor belli ki Hüküm, fincana doğru uzanan koluna küçümseyici bakışını,sert bir tavırla geriye çekilişini, sırtını yaslamadan teyakkuzla oturuşunu ve güçlükle dizginlediği bir öfkeyle hitap edişini hatırlıyorum. Neden topluca kalkıp terk etmedik makamı?

Uyuşturucu etkisi bilindiği halde gat denen otu çiğnemenin neden yasaklanmadığını sorduğumuzda da bir kahkaha atmıştı. Yasaklanırsa ailelerin düzeni bozulur, adamlar kadınlardan hesap sormaya, çocuklara baskı yapmaya başlarmış, müdafaası böyle. Erkeklerin güzel hayaller içinde her şeyi iki saat için de olsa unutmalarına yarayan bu ot, aileleri kurtarıyor, kadınlara özgürlük bahşediyormuş. “Sömürgecilere de madenleri ve iktidarı sunuyor” diyecek değil ya.(…) “ Uluslar arası kurumlar ilgileniyor insani meselelerle” dedi rahatça yaslanarak. Hüküm, sen sustun, yolda gelirken “Uluslar arası kurumlarla ilişki kuramıyoruz bilgisayar olmadığından” demiştin. Birçok çocuğun tek elbise bile olmadığı için okula gidemediği bir ülkede bilgsayar ne fantezi ama. (…) Size kaldığımız otelde rastladığım Fransızları anlatınca gülümsediniz heyecanıma bakıp. Yola çıkmadan önce sadece yoksullara ekmek veren, başka bir şeye kafası basmayan ve politikayla hiç mi hiç ilgilenmeyen azizeler gibi davranmamız boşuna tembihlenmemiş. Ülkeden her an çıkarılabiliriz. Bakışlardaki alarm halinden bunu anlamak hiç de zor değil. Bir adamın dosyaları önümdeki masada bırakıp çay almaya gitmesini fırsat bilerek,resepsiyon görevlisinin meşguliyetini de kollayarak hızla karıştırdım kâğıtları. Gece geldiğimiz otelden sabah bu ülkenin uzmanı olarak ayrılabileceğim kadar doküman ve bilgi var bu dosyalarda. (…) Amina’nın babası “ Buraların her santiminde bir Türk gömülü” dermiş. Bizim için çok çabaladılar manasına. Hatta Tudko diye bir komşuları varmış. (…)Elli metre sonra asfaltın birden kesilmesiyle, sağa ya da sola döner dönmez başlıyor o şey, aklın alamadığı sefalet. Hem de tam yardım derneğinin sokağında. Hayvanlar öyle zayıf ve halsiz ki, bir seferinde yolda gördüğümüz tombul bir kedi seni neşelendirmişti, “Ne yiyor ki, izlemeli bunu gizliden” diye gülmüştün.

(…) Şartların ürkütücülüğünü yanında konuşamıyorduk, çünkü sana o kadar feci gelmiyordu nedense, kalbin kırılıyordu belli ki, çünkü orası senin ülken. Sözünü ettiğimiz senin halkın. Yüzlerce muhalif öldürülmüş, cezaevlerine doldurulmuşken, itiraz etmenin bedelini tam da bilemezken küstahça konuşuyorduk işte.(…)

(…) Taşınan bir adamla karşılaşıyoruz. Ailenin bütün eşyaları bir eşeğe yüklenmiş. Yaşanıyor böyle de. (…) Dönüş yolundaymışız Hükümcüğüm. Kayıp bavul bulunmuş. Uçakta unutulup epeyce tur atmış anlaşılan. Ne çok üzülmüştük. Artık bizi üzecek ne olabilir ki? (…)

6. öykü Şairle Randevu: 18 yaşında taze bir üniversitelinin üyesi olduğu Edebiyat Kulübünün ünlü bir şairi konuk olarak çağırdığı ilk faaliyetine –ailesinden gizleyerek- gidişinin hikâyesi,diyelim kısaca. Yine o insanın içinden geçen detaylarla.

(…) “ Dün sınıftan en beğendiğin çocuk, şiirinin yayınlandığı sayfayı kıvırıp üste getirerek, adını bile göremediğin bir dergiyi sıranın üstüne bırakmıştı “Bakın bakalım” diyerek. Aslında senin önüne konması tesadüf değildi, ilk senin görmeni istediği çok açıktı. Bunu yaydığı ısıdan anlamıştın, anlardı her kız böyle şeyleri. Bir an yoğunlukla gözlerine de bakmıştı zaten. Bir andan da kısaydı belki ama anlardın. Anlaşılan bir şiiri yayınlanmıştı ilk kez. Daha elini süremeden,sadece sayfadaki başlığı görmüşken bir başka kız çekip alıverdi dergiyi,sınıfın içinde elden ele kaybolup gitti yapraklar, yalan olmuştu her şey bir anda. Bir tek başlığı kalmıştı aklında: Vakti Geldi. Olanları göz ucuyla ve çaresizlikle izlemişti çocukcağız.”

Son hikâye Sinemacı Kadınlar adını taşıyor. Bir çevre sempozyumu için Anadolu’nun bir ilçesine çağrılan “okur-yazar-çizer takımından” kadınların, ağırlandıkları tarihî konakta ilk gecelerinde konuşmaları. Tarihî dokunun verdiği değişik his ve düşüncelerin açığa çıkması…Bir beyin fırtınası gibi güzel diyaloglar halinde,herkes kendi fikrini,bakış açısını,tecrübesini aktarıyor cümlelerinde. Woolf’un meşhur “evin meleğini öldürmek” özdeyişinden türüyor daha çok. Yazmak isteyen “kadınlar ve yakınları” özellikle okumalı derim:)

Sırada Ayfer Tunç var,bakalım.

*kendisini hiç okumadım ama son kitabının kapağında banksy nin there is always hope çalışması kullanılmıştır. açıklama kısmındaki kapak yazısının karşısında ravza kızıltug yazmaktadır eminim izin bile alınmamıştır.


http://www.tumkitaplar.com/...ap/index.pl?kitap=95574

http://www.tumkitaplar.com/...ges/shop/orig/95574.jpg

**Soru: - “İslamcı kadın öykücüler” tanımını kabul ediyor musunuz? Bu tanımın içinde misiniz?


Cevap: - Böyle ifadeler insanı küçültüp sınırlandırıyor. Mesela, “başörtülü İslamcı kadın yazar” demek inanılmaz daraltıcı. Çünkü herbir kelime ile onun yerini ve konumunu, hatta yazma alanını belirlemeye çalışıyorsunuz. Ben kendimi sadece yazar olarak görüyorum. Yeryüzündeki serüvenimizde ete kemiğe bürünüp kadın ya da erkek diye görünüyoruz. İnsan ruhunun dolayısıyla yazarın da cinsiyeti yok. Fakat erkeğin de kadının da farklı duyarlıkları var. (Röportaj:Burhan Eren)

*** http://www.edebistan.com/index.php/yildizramazanoglu/angelikanin-ankarayi-unutusu/2008/10/ adresinde öykünün tamamı (2008 versiyonlu olarak; bir  yazarın her an hikâyesiyle nasıl hemhal olup geliştirdiğini görebiliyoruz burada) mevcut.

2 yorum:

Ölümü görün yazın bir şeyler, üşenmeyin.
E, üşenmeyin dedik ya:)