Yola koyulduğumda, içimde günlerdir
kıpırdayan canlı istek, rahimde ölüvermiş bir cenin olmuştu. Buna
alışmıştım çünkü ben böyleydim: Hedefime
ulaşma yolunda ilk ya da en zor* adımı atmışsam, o artık benim için bir hedef -
amaç değildir; çoktan ulaşılmış bir hedeftir ve bıkmışımdır bile. Artık yeni
bir heyecan gerektir.
Geç kalacak
olsam, inadınaymış gibi kağnıya
bağlayacak otobüs, rüzgâr gibi yol aldı ve tasarladığımdan çok önce getirdi beni. Haliyle salona almadılar. Oturma
yerleri sadece dışarıdaki küçürek bir avluda. Hava güneşli ama rüzgâr
da var. Hastalığımın şiddetlenmesinden endişeleniyorum. Bankın birine oturdum. İki
giriş var, diğeri evlendirme
dairesinin. Avlunun iki kenarında fotoğraflar sıralanmış. Portreler. Ortalıkta ise iki kokteyl
masası. Birisinde kalantor bir adam; uzun boylu, kumral, omuzlara dökülen
kıvırcık gibi dalgalı saçlar, deri bir trençkot, galiba bir fular ya da atkı,
masanın üzerinde bir kahve. Bana
bakışından anında rahatsız oldum. Daha yarım saat var. [Gelmeden önce tam 5
kişiyi aradım: A.'nın hastaları var, diğer A.'nın kendisi hasta, S.'nin önceden
verilmiş bir sözü var. Son anda hatırladığım M.'nin telefonu kapalı, N.'nin ise
kursu daha bitmemiş. İçeriye de almıyorlar. Tanrı bilir program her Türk
organizasyonunda olduğu gibi geç başlayacak!] Mesele
değil, uzun zamandır merak ettiğim ama bir türlü yolumun düşmediği, benim de o yolu bir türlü düşürmediğim mavi çinili Osmanlı camiini keşfe
çıkabilirdim. Osmanlı olmalı, çünkü minarenin işlemeleri, mavi çiniler ve kubbeler
bunu gösteriyor.
Banktan kalktım.
Yokuş aşağı inen caddeye döndüm. Cami az ilerde. Ortalık resmen ıssız, gün
ortasında. Şehrin bir göbeğinden böyle ıssız bir yere anında geçiş, ne kadar
ürkütücü olabiliyordu? Bu kadar. Yokuş aşağı giden bu caddeye bağlanan ara
sokaklar, kötü köy yolları gibiydi. Bir çıkmaz sokak tabelası. Çıkmaz sokaklar
hep böyle yoksul sokaklar mıdır? Tatar börekçisinin önündeki yoldan evrak
çantalı iki erkek ve bir kadın çıktılar. Muhasebeciler. Karşıda, caminin olduğu
kolda ise roman bir aile, çoluk
çocuk, sarı-kahverengi, çıngırak sesli, allı-harlı. Elleri naylon poşetli,
bembeyaz saçlı bir kısa adam: lisedeki bir öğretmenime benzemiyor mu? Otobüsler
daracık caddede heybetleniyorlar. İndikçe deniz görünmeye başladı. Bir denize,
yukarıdan bakmak güzel, derken çığlık atan bir korna yüreğimi hoplattı: bir
takanın içinde iki serseri, bana bakıp ağızlarını kıpırdatıyorlar, çıldırmış
müziğin sesinden bir şey duyulmuyor. "Orospu çocukları!" diye
söylendim yüksek sesle. Tek başına yürüyen bir erkek olsaydı ona korna
çalmazdınız değil mi!..
Dönerken caddenin tabelasını görüyorum. Büyük harflerle yazılmış:
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER CADDESİ
İhtiyacın olduğunda kimse olmaz ya ortada, deli olur insan..
YanıtlaSilÜzüldüm biraz... böyle yerlere yalnız gitmek istemiyor insan. Neyse,orada tanıdıklar vardı en azından:)
SilBirileriyle gitmek isteyince hiç bir yere gidemediğimi öğrendiğim için hemen her yere yalnız gidiyorum, alıştım buna hatta sevdim bile ama sen sevme:)))
YanıtlaSilAynı backround bende de var:) Kimi zamanında gelmez, kimi geleceğini unutur ya da son anda bi şey olur....:)Bazen de sevgilinle gitmek istersin, sevgilin olmaz:)
Sil