Netflix vs İzleyip de Sıradanlaşayım mı?

 

     Son zamanlarda ciddi bir şekilde şunu düşünmeye başladım:

     Malum bir düşünce var ve bir gerçek aslında bu

: son dönem kapitalizm dünyasının insanları olarak bizim tek tip olmamız. Kapitalizmin ve küreselleşmenin bizi tektipleştirmesi.

    Farkında olsak ya da olmasak aynı şeyleri giymek, izlemek, okumak gibi modaya uymak gibi zaman zaman moda olan akımlar her neyse kendimizi onun içine atmak ya da orada bulmak gibi bir hali yaşıyoruz.

    Bu anlamda son dönemlerde “Netflix’te şu var disney’de bu var, şu dizi var,şunu izledin mi, bunu izlemedin mi ?”  soruları duyuyorum.

    Hayır izlemedim, bunları izleyerek sıradanlaşmak (ve tektipleşmek) da istemiyorum. Bu şekilde bir düşünce ve isyan gelişti bende.

    Birkaç tane belki sıra dışı, sıra dışı demeyelim kalbur üstü yapım çıktı. Şöyle nedir ne değildir fragmanlarına falan baktığımda böyle beni cezbeden doğru düzgün hiçbir şey de yok. 2000li yıllardan sonra şu yapay zekâ zamanında zaten sinema ve film kaldı mı o da şüpheli. Belli bir yaşın üstündekiler için bunu kıyaslamak karşılaştırmak mümkün. Tabii ki 20 yaş altı, belki 30 yaş altı  arkadaşların bunları kıyaslamak için özel bir kazıma yapmaları ve sinemanın temelindeki o filmleri o kült yapımları biraz görmeleri gerekiyor. Sinema marvel evreni ve çok güzel hareketler tarzı şeylerden oluşmuyor zira…

     Belki bu anlamda son zamanlarda sinemadan, tv’den uzaklaştığımı da çok söyledim değişik yerlerde. Merak edip izleyebildiğim ya da sonuna kadar gidebildiğim birkaç film oldu onlardan bahsedeceğim.

    4 filmden bahsedeceğim ama belki de izleyeli 6 ay falan olmuştur bir kısmını.

     Bir tanesi 1977 yapımı Valentino filmi. Yönetmeni Ken Russell. Filmin ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu niyeyse not almışım, 77 yapımı olunca bir bakayım dedim. Bir de oynayan ünlü rus balet Rudolf Nureyev; bir yerlerden aklımda kalmış, bakayım dedim. Meğer Rudolfo Valentino isimli bir sessiz sinema dönemi oyuncusunun hayatı hakkındaymış. Filmi biraz pornografik buldum ben açıkçası ama ilginç bir filmdi. Tasarımı, sahnelenmesi açısından klasiğin biraz dışına çıkılmıştı (galiba orijinali bir Broadway oyunu olduğu için teatral yanı da vardı) fakat dediğim gibi pornografik unsurlardan (sanatçının kendisinin de zaten öyle hızlı yaşa genç öl şeklinde bir hayatı olmuş) pek hazzetmedim. Nihayetinde Amerikan kültürünün kendi kendini oluşturup tapınmasına hizmet eden bir yapım olarak görebilirim.

 

     İkinci film yakınlarda reklamı bolca yapılan, İran yapımı diye geçen bir film. Benim  Favori Kekim. Orijinali My Favorite Cake. Yönetmeni Maryam Moqadam. 2024 yapımı.

Bu tatlı bir film. İki yaşlı ve dul kalmış insanın, bir erkek ve bir kadının, bir şekilde karşılaşması ve birbirlerini sevmek istemesiyle alakalı fakat filmde İran havası yok. Sanki iki İranlı Avrupa’da yaşıyormuş gibiydi, ben ilk başta öyle düşündüm, Avrupa'da karşılaşıyormuşlar gibi düşündüm. Fakat filmin ilerleyen sahnelerinde işte insanların kadın erkek ilişkilerinden çekiniyor olmasıyla filmin aslında İran’da geçtiğini anlıyorsunuz. Film sonunda bir ters köşe yapıyor. Önce mesela oradaki ihtiyar adamın eczaneye gidip ne ilacı aldığını bilmiyorduk, ilaçlarımı almam gerekiyor diyor ama malum hapı almaya gitmiş : ) Mekanların tatlılığıyla hoşuma giden bir film oldu fakat öyle bir Serçelerin Şarkısı değildi mesela.

 

    Bir diğer filmden bahsedeceğim, o da Mon Oncle . Türkçesi “Amcam”. Fransız yönetmen Jacques Tati'nin bir filmi.

Jacques Tati kendi döneminde bilinen bir yönetmenmiş. Ben yeni duymuş oldum.

 Bu filmi 1958 yapımı. Kendine has, yarı tiyatral, stüdyoda çekilmişti. Değişikti. Bazı şeyler biraz soyutlanarak gösterilmeye çalışılmış gibi ama aynı zamanda da açıkta olan bir yapısı vardı.

 Tati, bayağı eleştiriyor modernizemin getirdiği teknolojiyi, teknolojik imkanları. Ve ta o zamandan bazı şeylere bakınca yani 58’de o filmde kullandığı bazı araç gereçlere bakınca şu andakilerin temeli olduğunu görüyoruz. Ben biraz şaşırdım “ya o zamanlarda böyle bir şey var mıydı, düşünülmüş müydü?” diye.

    Mesela bu filmde ikonik olan bir sahne var:

    Jacques Tati, amcayı kendisi oynuyor; burada garip bir evi var. Evine çıkışı çok ikonik bir sahne. Orasını internette kolayca bulabilirsiniz. Mesela ilk sahnesi var: sokakta gezen köpekler var ve bunlar tasmalı. Ama birisinin üzerinde kırmızı ekoseden bir giysisi var. Ufak da bir köpek. Çöp tenekeleri hep birlikte karıştırıyorlar sahne bu şekilde başlayıp köpeklerin peşinden gidiyor, daha sonra hep beraber bir malikanenin önüne geliyor köpekler. Kırmızılı köpek demir kapının altından geçecek bir delik buluyor ve geçiyor, diğerleri dışarıda kalıyor. Bakıyoruz ki bu kırmızılı köpek malikanenin köpeği imiş. Dışarıda bekleyen köpeklerin kapıdan içeriye bakışı, fakirlerin ve onların çocuklarının bazı şeylerde böyle hep kapının dışında kalmalarına öyle bir gönderme ki buna bayıldım mesela.

    Film hakkında ipucu olacak bir başka şey de, giriş jeneriğinde filmin künyesi akıyor ya orada yönetmen yapımcı oyuncu gibi isimleri bir tabela şeklinde düşünmüşler ama bu tabelayı arkada bir inşaat vinci çalışırken inşaatın tabelası gibi yapmışlar. Müteahhidin, mühendisin, firmanın adının yazılı olduğu yerde yapımcı, yönetmen falan gibi ekipten isimler vardı.

    İşte daha başlarken bunu hissediyorsunuz biraz modernizme betonlaşmaya gönderme. Malikane demiştik,o malikane amcanın kız kardeşi ve kocası ile yeğeninin yaşadığı malikane. Gerçekten çok brutalist, aşırı soyut, aşırı temiz, mekanik, renksiz. Modernizemin aşırı düzenine göndermeler var mesela otomobiller yan yana giderken milim kaymıyorlar, düzenli gidiyorlar sıra sıra ve bir monotonluk var. Amcanın kız kardeşinin kocasının bir fabrikası var, o fabrika da modernizme, sanayi ve teknolojiye, aşırı kuralcılığa, disipline karşı bir alaysamanın gösterimine yarıyor filmde.

     Bu film de izlenebilir ama çok çok beğendim diyemem. Sözsüz film olmasının da etkisi var galiba bunda. Konuşmalar çok az ve belirsizdi. Filmdeki dış mekanların da gerçek mi stüdyo mu olduğu belirsizdi ve donuk malikaneyle zıt olacak şekilde eski püskü evler ve soakaklardan müteşekkildi.  Yine de kendine özgü bir tarzı var. Tati’yi ise dönem dönem başarılı olmuş dönem dönem başarısız olmuş bir yönetmen olarak görebiliyoruz internette araştırdığımızda.

    Bahsetmek istediğim son film yakında izlediğim Wim Wenders’in  Perfect Day filmi. 2023 yapımı. Üzerinde çok konuşulmuştu ve önüme çıkıp duruyordu sosyal medyada. Benim gördüğüm iki zıt yorum vardı film hakkında.

    Wim Wenders kendine has yönetmenlerden. Bu filmin Türkçe karşılığı Mükemmel Gün. Film Japonya’da çekilmiş. Bir Japon tuvalet temizleyicisinin birkaç günlük yaşantısı üzerinden.

     Şimdi zaten Japonya deyince bir minimalizm hemen önümüze çıkar.  Zen budizmi olsun budizm olsun Japon kültüründeki bir minimalizm kendini dünyaya satmıştır. Japon kültürü bu sadelik açısından da dikkat çeken, hep araştırılan bir kültür olmuştur. (Ben de severim kendisini.)

    Kahramanımız tuvalet temizleyicisi altmışlı yaşlarında tahmin edebileceğimiz bir adam, tek başına yaşıyor, çok küçücük bir dairesi var: iki katlı ve öyle küçük. Üst kattaki odasında bir tek yer yatağı ile kitaplarını, kasetlerini koyduğu rafları var. Alt katta küçücük bir mutfağı, tuvaleti banyosu var hatta banyoyu görmedik; filmde hamama gidiyor sürekli. Bir kere zaten öyle küçük bir mekândan başlıyoruz filme. Sabahın erkeninde alarm çalmadan, güneş doğmadan uyanıyor. Rutini aynı; hemen üzerini giyiyor, evin önündeki otomattan kahvesini alıyor ve arabasına binip   işe çıkıyor. Tabii  sabah kapıdan çıktığı zaman şöyle bir gökyüzüne bakıp gülümsüyor ve bunu film boyunca yapıyor.

    Temizlemeye gittiği umumi tuvaletler, onu nasıl iyi temizlediği (aynayla göremediği köşelere bakarak temizliyor!)  işinden hiç ödün vermediği işine çok dikkatli sahip çıktığı… bunu film boyunca görüyoruz.

     Bazı birkaç şeyler daha ekleniyor filme. Genel olarak ilk bakışta alabileceğimiz şey, yaşlı olmasına, tuvalet temizliği gibi toplumda pek de güzel bir yere konmayan bir mesleği olmasına rağmen adamın kendi küçük hayatından, küçük ritüellerinden eninde sonunda memnun olmasıyla ilgili.

    Bu film hakkında okuduğum yorumlardan bazısı  ya da bir kısmı diyelim çünkü ikiye ayırmıştım yorumları, bir kısmı filmin çok tatlı olduğundan, minimalist olduğundan ve insanların bu şekilde hayatlarını küçük mutluluklar ya da küçük düzenlerle geçirmesi gerektiğinden, geçirebileceğinden, gerçek mutluluğun, azla yetinmek de diyebileceğimiz bir kavramla ilişkili olduğundan bahsediyordu. Bir kısmı da tam tersine bu filmin anlattıklarını ya da vermek istediği ana mesajın çok ütopik olduğunu, günümüz dünyasında böyle bir yaşantının belki olsa olsa Japonya gibi gelişmiş bir ülkede geçerli olabileceğini ama mesela Türkiye gibi bir yerde bir tuvalet temizleyicisinin hayatından memnun olacak ya da hayatını idame ettirecek kadar kazanacak ya da sosyal statüye sahip olabilecek biri olamayacağını ileri sürüyordu.

 

    Her iki taraf da haklı çünkü Japon kültürü ve ekonomisi bizden başka. mesela  filmde gördüğümüz tuvaletlerin kendisi zaten temiz bu tuvaletlerin bir kısmı temizliğini kendisi yapıyor. şans eseridir geçenlerde önüme düştü ; bir videoda filmdeki gösterilen tuvaletleri aynen gösteriyor bunların kendi kendini yıkama özelliği var. Ne yapıyor adam, geliyor dışarıdaki muslukları, yerleri siliyor güzelce tozunu alıyor işte parfümünü sıkıyor. Klozetler zaten kirli değil.  Böyle bir zaten temiz bir topluma yapılan bir temizlikten bahsediyoruz (görüntüler bu şekildeydi film boyunca) öyle bakarsak türkiye'de bir tuvalet temizleyicisi biri bu adam kadar mutlu olamayabilir.  Olması için çok kendiyle barışık olması lazım ve maddi açıdan sadece bu işle geçinebilir olması da gerekir diye düşünüyorum.

     Ama bu durumu görmezden gelirsek, filmdeki minimalizmin iyiliğine, insana iyi gelebileceğine dair hipotez mi diyelim yabana atılır değil çünkü insanın gözü doymuyor hiçbirimizin gözü doymaz bir yerde dur demeye başlamamız, bir şeylerle yetinmeyi öğrenmemiz gerekiyor kendi ruh sağlığınız açısından. Bu anlamda filmin mesajı tamamen de boş değil ama yani filmdeki tuvaletleri görünce bizdeki umumi tuvaletlerde asla karşılaşacağımızı da söylemeden geçemeyeceğim.

    Sırasıyla yukarıdaki dört filmi puanlarsam, 6.5, 8,7 ve 8 puan derim.

    Au revoir canlar.

 

4 yorum:

  1. Sinemalarda En Sevdiğim Pastam diye oynamıştı, müthişti ve kaçmazdı (bence!), izlememiş olanlara tavsiye ederim:)

    YanıtlaSil
  2. Netflix konusuna katılıyorum çok popüler diziler var ve çoğunu izleyemiyorum, seçiyorum. Mubi iyi bu konuda festival filmleri oluyor, daha tatmin edici bir platform.
    Bu dört filminden Perfect Day i izledim ve çok sevdim. Adamım minimalist mutlulukları hoşuma gitti doğrusu. Ama işte koşullar ve coğrafya..
    Bizim ülkede aynı işi yapan biri için bu mutluluğu yakalamak zor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Doğduğumuz cografya çok şeyi belirliyor.

      Sil

Ölümü görün yazın bir şeyler, üşenmeyin.
E, üşenmeyin dedik ya:)