Okumadıysanız, şöyle dingin bir 10 dakika ayarlayın kendinize, dizüstüyse bilgisayarınız, dizinizin üstüne, kucağınıza alın, diğer türlü sandalyenize yerleşin ve ekrana yaklaşın, sıcak bir bardak çay ya da bir fincan kahve alıverin elinize. Şiişt, işte başlıyor:
TURNADAN KALAN
Daha da eskimez insan, eskidikçe ağlamasa” (Gülten Akın)
Henüz altı yaşındayken âşık olduğum yüz, dış kapının
pervazına parmak kadar bir kurşun kalemle çizdiğim kız yüzüydü. Her tarafı
batık çıkık olan kapının eşikten beş karış yukarısında el kadar, pürüzsüz bir
alan vardı. Bir defter yaprağından daha çekici bulduğum bu alana ilk çizdiğim
resim, babamın eldivenleriydi – iki elimi birden yutabilirdi, parmaklarımın
ulaşamayacağı kadar derindi parmakları, her bir kuyusunda birer yılan yatardı,
(onları ilk ellediğim zaman babam kulaklarımı bükmüştü, ağlamıştım), Koca Hala
demişti ki on parmakta on yılan var, sonra hiç ellemedim, onlar sandığın
üstünde durdu, ben kapıdan izledim onları, Köy Hizmetlerinde çalışan babam
eldivenlerini takıp gitti bir gün, geri gelsinler bekledim, babam döndü ama
onlar yoktu, o gece rüyâmdaydılar, derin derin kuyuydu, uzun uzun yılandı,
kalkıp resimlerini çizdim – Üç gün sonra
sildim eldivenleri. Hıdrellez günü buluşacak olan Hızır’la İlyas’ın ellerini
çizdim – Koca Hala anlatırdı, senede bir gün buluşurlar derdi, ossat ne
dilersen olur derdi, Hıdrellez günleri inip kapı önündeki bostana eğri büğrü
dikerdi, kabak çekirdeklerini katardı toprağa, bugün işlediğim günahlar bu
kabağın başına diyerek kabak çekirdeklerini sayardı, hanede kişi başına bir
kabak sokardı toprağa, eğer o yıl kabaklar olursa demek ki Hıdrellez’de bir
günah işlemedin derdi, yok olmazsa günahlısın… işte eğri büğrü dikerek o
kusurları def ettiğini anlatırdı, Hızır ile İlyas’ın mübarek elleri gibi
kabağın yaprakları bostanı şenlendirsin derdi, Koca Hala ne çok şey bilirdi –
Senemiz bereketli ve günahsız olsun diye dış kapının pervazındaki o el kadar
alana o mübarek elleri resmettim. Sonra babamın eldivenleri silindiği yerden
çıkacak, kuyularını açıp yılanlarını salıverecek, o yılanlar o kutlu elleri
yutacak diye öyle korktum ki aradan üç saat geçmeden Hızır’la İlyas’ın ellerini
de sildim. Bir gün ne çizeceğimi bilmeden burnumu çekerek kalemimi oynatırken bir
yüz çıktı ortaya. Kaş yaptım önce ona, sonra göz, ağız, burun ve saç. Önce
kısaydı saçları, yanına uğradığım her gün biraz daha uzattım- Öte köyden Seher
gelseydi gelseydi, bir türkü uydursaydık resim kıza, saçlarına çiçek çizseydi
çiçek Seher - Ne güzel bir kız vardı kapımızda! Görsünler, maşallah çeksinler
istedim… Evin büyük çocukları bulgur çuvalından yapılma çantalarını sırtlarında
sallaya sallaya okula giderken ve okuldan dönerken o kapıdan geçtiler. Annem
günde bin kez o kapıdan girip çıktı. Kış öğlelerinde bir parça güneş görününce
çivileri ellerinde şıkır şıkır yün çorap ören kadınlar o kapının önünde
minderlere oturup halleştiler. Köy Hizmetlerinde çalışan babam arada bir
geldikçe bir iki adamla tam o eşiğin önünde pişti oynadı – çok kar yağardı çok,
yollar kapanıp kalırdı yollar, gelen giden olmazdı, giden gelen olmazdı, babam
bir sarı araç üstünde karları püskürterek yolları açsın diye beklerdim,
görünmezdi hiç görünmezdi, babam hangi köye hizmet ederdi, babam Köy
Hizmetlerinde çalışırdı… – Yakın köylerden gelen kocakarılara masallar
ülkesinde yaşadıklarını anlatan Koca Hala da o kapıdan geçti. Ama eşik üstünde
durup söyleştiğim, iki elimi iki yanıma dayayıp bakıştığım bu güzel kızı kimse
fark etmedi. Saçlarının her gün daha da uzadığını, kirpiklerinin sıklaştığını,
dudaklarının bazen gülümser gibi yana uzayıp bazen ciddileştiğini kimse
görmedi. Hepsine gücendim ben. Koca Hala hariç… O yaşlıydı çünkü, iğneye iplik
bile takamıyordu, hep bana taktırıyordu, bulanık gözleri nasıl görsündü? Kimse
görmedi kızı, maşallah demedi kimse –Seher gelseydi Seher, ona göstermek ne iyi
olurdu ne iyi- Hasta olduğundan okula gönderilmeyen bir oğlan çocuğunun
kalbinde neler büyür, içinde neler söylenir, bunca gelen giden bilmedi.
Perdesiz ve dumansız, bir o kapı pervazındaki kız dinledi iç sesimi. En uzun
cümlelerimi bir resimle paylaştım. Hem mutlu hem mutsuz olduğum o günlerde,
yürüme bir saat uzaktaki köyden annemin akrabaları geldi. Onların eve
doldurduğu sonu gelmez gürültü de kardan ıslanmış kıl çorapları da umurumda
değildi. Yalnız beş yaşındaki Seher’in elinden tutup da ambarın önündeki
tahtada çerden çöpten oyunlar kurmak mutlu etti beni. Büyüklerin gittikçe
yükselen seslerini yok sayarak Seher’i elinden tutup dış kapıya götürdüm.
Yüzümüzü günlerdir sırdaşım olan resmin yüzüne çevirdik. “Bak, güzel mi?”
dedim. “Burnu eğri.” dedi, “Saçları da bizim eşeğin kuyruğuna benziyor!” Sonra
kikir kikir güldü. Elini bıraktım. Seher onu beğenir, birlikte ona isim takarız
sanmıştım. Ne büyük yenilgiydi! Seher’in gülüşü onca insanın resmi
görmemesinden daha ağır gelmişti. Öfkelendim. “Senin de yüzün yaralı yaralı!
Senin saçın da mısır püskülü gibi buruşuk buruşuk!” dedim. Sesi hiç düşmeden
gülüşü ağlamaya döndü. Elini sağ yanağındaki yaraya bastırarak ağladı – geçenki
gelişlerinde çıbandır sıkmayın demişti Koca Hala, yanağı yerine gözüne çıksaydı
da zengin kocaya varsaydı deyip gülmüştü, güldürmüştü - Ağladıkça sesi
yükseldi, ağzı daha da açıldı. “Hem de dişin çürük!” dedim, Seher uludu, “Pis
domuz, öl öl!” dedi. İçeri koştu. Ben onu ağlatmak istemiş miydim, bilmiyorum.
Ama o günden kalan asıl yara ne Seher’in resim kıza çirkin demesiydi ne de
annemin misafiri ağlattım diye maşayla bacaklarıma vurmasıydı; asıl yara
Seher’in içini çeke çeke, geldiği kalabalığın arasında karlara batarak
gitmesinin ardından kalan boşluktu. İşte onlar gitti. Koca Hala’nın eski
radyosunun sesi dış kapıya kadar geldi, “bir çift turna gördüm durur dallarda”
diyordu bir kadın. Kapının pervazına iyice yaklaşıp “Senin adın Turna.” dedim
ve yanağının birine bir yara çizdim. Seher’in küsüp gidişinin ardından tutup
Turna’ya âşık oldum ve Koca Hala’nın eğri büğrü kabaklarının topraktan baş
çıkardığı bir gün onu öptüm. Günlerimi kapı önünde ona türküler söylemekle,
eteklerini batık çıkık pervaza aşağı uzatmakla, dinlediğim masalları anlatmakla
geçirdim. Babam arada bir geldikçe Köy Hizmetlerini konuştu, Koca Hala
ahbaplarına elli senelik olayları nakletti, annem tavuklara bağırdı, ineklere
söylendi, tencereleri tıngırdattı, evin büyük çocukları okul dönüşü şiirler
ezberledi… Ben yalnızca Turna’ya anlattım kendimi. Ama o hiç konuşmadı. Elimi
uzatsam dokunacağım kadar yakınımdaydı, sorularımı cevaplayamayacak kadar
uzağımdaydı… Bari ağlasın diye yüzündeki yarayı bir çiviyle deldim, yine de put
kadar sessiz kaldı. Bahar sonlarıydı. Turna’ya âşıktım ben. Bir güneşli sabahta
ona “Senin adın Seher olsun, konuş benimle.” dedim. Adını değiştirdim, Seher
Turna oldu. Günler geçti, geçti de Seher Turna bana kelâm etmedi! Zaten annem
yaz işleri başlamadan önce bir temizliğe girişti, elinde eski bir çulla
kapıları silmeye başladı ve “Kapıları karalama çocuk, hasta masta demem
bacaklarını kırarım!” diyerek Seher Turna’yı eski çula sarmaladı ve kovadaki
suda boğdu. Ondan umudumu kesince iki elimi yanaklarıma dayayıp Seher’in
yollarını gözledim. Yol boyunca atlı adamlar, zilli keçiler, kuzulu koyunlar gelip
gitti, gidip geldi. O yoktu. Gidip Koca Hala’yı bacada yastığının yünlerini
çubuklarken buldum. Seher’in artık neden gelmediğini sordum. Yılların tozuyla
bulanıklaşan gözlerini kıvrımlı yollara dikerek iç geçirdi ve o kalabalık
gelişin aslında veda ziyareti olduğunu anlattı. Sustum. –uzak hem ne uzakmış
gittikleri yer, rahvan atla kırk saatte bile gidilemezmiş oralara, evler varmış
evler, kum kadar çok adamlar……………….kum kadar çocuk………………suları içilmezmiş
suları, kokuluymuş pis kokulu…-
Seneler seneler geçti. Geçip giderken Koca Hala’yı da aldı,
götürdü. Vasiyeti üzere yastığını mezarına koydu annem, bu başımın derdini bir
yastığım bilir derdi Koca Hala. Babam köylere hizmet etmeyi bıraktı, ekip biçti
toprağı. Evin büyük çocukları kanatlanıp uçtu uzaklara. Yıllardır silemediğim
bir boşluğun sızısıyla bir ben kaldım evlerde, kapılarda, yollarda… Dış kapının
pervazı daha da karardı. Turna’nın izi bile kalmadı.
Bir akşam annemin iki yana sallanarak baktığı fotoğrafta
gördüğüm hüzünlü bir gelin yüzündeki pembe yara izi, kalabalık arasında içini
çeke çeke giden bir kız çocuğunu geri getirdi.
Yaralı bir yüze de âşık olunabileceğini bunca zamanda
öğrendim.
Dahası için:
http://www.kirkincikapi.com/author/yucel-ozturk/
akşam okuyacağım muhakkak, iş yerinde zor...
YanıtlaSilpeki:)
SilKüçük bir çocuğun , kimselerin göremediği hüzünlü bir dünyası , hüzünlü bir sevdası..İçim acıdı..
YanıtlaSilBu hikayesini ayrı seviyorum. Diğerleri için linke tıklayabilirsiniz.
SilElimde kahvem, etkilenerek okudum..Güzeldi..
YanıtlaSil:)
Silarselice geldip yazını okudum; sevmeyi bilmiyoruz tek kelimeyle mükemmeldi.blogum yok benim onun içünde yazamıyorum sana .oysa ne çok istiyorum senle konuşmayı :)) bir ara cemin blogunda takıldık bir birimize.şunuda söylemek istiyorum cemE kim ne yazdı bilmiyom ama benimle alakası yok .ben sadece onun mutlu olması için sana komıkce cevaplar yazmıştım oysa o adı olmayanları kovdu :( perihan kod adlı kişi sen kimsin felan . cemE hiç yakışmadı o yazdıkları
SilMerhaba, buradan yorumlaşarak konuşuyoruz işte:)
SilBahsettiğiniz diğer olaydan haberim yok, o yüzden bir şey diyemeyeceğim.
Çok çok etkileyici bir hikayeydi.Ne iyi ettin canımm bizimle paylaşmakla.
YanıtlaSil:)
Silyarısında sıkıntı bastı.
YanıtlaSildingin bir zamanda okuyun demedik mi :p
SilTamamını 20 dk okudum çok ilginç. Bunlar yaşanmışmı hakikaten.Hüzün dolu. Eldivenleri merak ettim en çokta.Kendine iyi bak.
YanıtlaSilPerihan.
Hemşire
Lİnkte diğer hikayeleri de var. Onları da seversiniz sanırım.
Silİçine kapanmış bir çocuğun dünyasından taşanlar..
YanıtlaSilGüzel bir hikaye..:)
İlk okuduğumda çok sevmiştim bu hikayesini. Diğerleri de güzeldir Yücel'in hikayelerinin.
SilNardacim bu güzel hikayeyi paylastigin için teşekkür ederim, bu arada blogumdaki küçük etkinlikten haberin var mi?:)
YanıtlaSilBu aralar kendi hikayelerim üzerine yoğunlaşmam gerek ama buradan duyuracağım.
Sil