ÇOCUKLUĞUN SOĞUK GECELERİ

Bu yazıya neresinden başlasam?…İçerikten mi, biçimden mi?…En kolayı elbetteki biçimden başlamak…Ya içeriğin sarsıntıları-çekmeleri-püskürtmeleri, biçimi yorumlayışımı da karıştırıp değiştirebilir mi?…

Otobiyografik öğelerle dolu bir kısa roman Çocukluğun Soğuk Geceleri. Kitap bittikten sonra, kısa bir araştırmayla, kitabın çok fazla Tezer Özlü olduğunu anlıyorsunuz.

İşte burada, o kaotik,şizofrenik, yaşamayı çok çok seven ama “bir şeyden hep yoksun”, o yoksunluğunu yerleşik kuralları yıkarak cinsel özgürlüğüyle dengelemeye çalışan, naif bir kadın imgesi, sizi bir kuyunun dibine doğu çekeliyor…

Kitaba başlarken, kitabın adının bir çok şeyi ele verdiğini düşünüyordum. Hemen söyleyeyim ki beklediğim ağırlıkta olmadı bu; kahramanın yaşadığı şeylerin –travmaların- sebebinin çocuklukta yaşadıkları olduğunun kuvvetli bir anlatımı yok. Ama ikinci bölümden sonraki anlatım çok daha kuvvetli. Yine parantez içlerinde verilmiş, bugüne daha doğrusu romanın yazım zamanına ilişkin verisel cümleler üslubu şaşırtıyor gibiydi: Sayfa 11’de, (Kauçuk ağacını bugün de sevmem…) diye başlayan bölüm gibi.

Su gibi akan, sanki karşınızda size anlatıyormuş gibi yazılmış bir roman var. Bu üslubu yakalamak göründüğü kadar kolay olmasa gerek.

Bilinç akışı tekniği, zaman sıçramaları bulanıklık yaratır gibi görünse de, bu, romanın gerçek atmosferini yaratıyor. Hatta yaşanılmış böyle tecrübeleri hissettirerek anlatmak başka türlü sağlanamazdı diyebilirim…

İçerik…

İlk bölüm “ev” adını taşıyor. Orta halli bile denemeyecek bir ev panaroması, Anadolu’da bir kasabada öğretmen bir karı-koca,  “geleneksel”* bir babaanne, bir ağabey,bir kız kardeş (?) Süm..eşyasız bir ev, gecekondularla çevrelenmiş… Islak-nemli bir hayat evdeki…

Baba figürünün sertliğini-soğukluğunu buradaki anlatımlardan çıkarıyoruz. Annenin hiç bahis konusu edilmeyişi acaba onun edilgen ve silik olduğunu mu anlatmakta,bilemedim. Sadece şurası: “Babamla annem arasında hiçbir sıcaklık,hiçbir sevgi yok gibi. Annem onu erkek olarak hiç sevmediğini her davranışıyla belli ediyor. Bütün küçük burjuvalar gibi, sorumluluklarının zorunluluğu ile bağlılar birbirlerine. Her sabah ve her gece öylesine sevgisiz ki.” (s. 10)

…Kadın kahramanımız, ailesinin, okulunun ve toplumun (?) baskıcılığından dolayı cinsel özgürlüğünü yaşayamaManın, gizli saklı yaşamanın,istediği gibi davranamayışının sancısını çekiyor… Bunu, romanın üslubundaki açıklık gibi çok net olay cümleleriyle vermesini beklerdim ama sadece böyle olduğunu söyleyen cümleler kurulmuş…Ya da kendi cümleleri anlatsın:

“Ölüm düşüncesi izliyor beni. Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur, yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeyi denemeye iten bir kaygı.(…)” (s.12)

“Geleneksel”* Türk kadınını babaanne temsil ediyor:Bunni. Ve kahramanın onu rol modeli almadığı kesin :

 “Banyo Pazar günleri yakılıyor. Sırayla yıkanıyoruz. Soğuk günlerde, soba yanan odaya büyük bakır leğen getiriliyor. Başımızı eğip saçlarımızı yıkıyoruz. Sonra leğene oturuyor, çok az bir suyla gövdelerimizi yıkıyoruz. Bu işlerin tümünü Bunni yapıyor. Kirli suları kovalara döküyor. Onları banyoya götürüp temiz sıcak su getiriyor. Bunni yorulmaz. Bunni’nin tüm uğraşısı yıkamak,kül dökmek,pislik temizlemektir. Yaşamı boyunca bunu yapmıştır. Eliyle ateş bile tutar.

Onun dünyası çamaşır,bulaşık,namaz, oruç ve Çarşamba Pazarı’dır. Kimse ona fazlasını sunmaz. O da istemez. Başımıza son suları dökerken, bizleri Arapça dualarla kutsuyor.
- Tanrı yok ki! diye onu kızdırıyoruz.
- Tövbe deyin,tövbe deyin. Yanacaksınız!
diye yanıtlıyor.” (s.13)

Okul ve Okul Hayatı başlıklı ikinci bölümde Avusturya Kız Lisesindeki (Buranın Avusturya Kız Lisesi olduğunu Tezer’in özgeçmişinden  öğreniyoruz) zamanlarını buluyoruz kahramanın. Okulun kasvetli yapısı;hem mimari hem de ruhi,manevi olarak kasvetli havası, rahibelerin yönettiği bu “dindar” ve otoriter Katolik okul (bildiğim kadarıyla Katolik mezhebi en sert,tutucu mezhebidir Hıristiyanlığın),kahramanımızın evden gelen bunalımlarını körüklüyor adeta. (11 yaşında böyle bir okula gönderilmek…)

“Sınıflarda en sönük ampuller yanıyor. O çocukluk yıllarında en büyük merakımız, başlarını lacivert örtüler altında gizleyen bu soluk yüzlü kadınların saçları. Bir söylentiye göre saçları kısacık ve kafalarında tıraşla bir haç kazılı. Ne ilginç ve olağanüstü bir görüntü olmalı bu. Birinden birinin başörtüsünü çekivermek ve neden rahibe olduklarını bilmek,öğrenmek istiyoruz. Oysa bu dileğimiz yılar yılı sürüyor. Hiçbir gerçeği öğrenemiyoruz. Dokuz yıl süreyle yönelttiğimiz sorulara tek bir yanıt alıyoruz:
- Tanrıyı her şeyden çok sevdiğim için rahibe oldum. Tanrıyla birleşmek yeryüzü verilerinin en güzeli,kutsalıdır!

Rahibelerin her birinin ayrı çılgınlıkları var. Aralarında gözle  görülür hiçbir dostluk yok.(…)”

“…Paydoslarda buradan bir erkeğin çıkıp gelmesi en olağanüstü olay. O an avludaki bütün kızlar kikirdiyor, kulaktan kulağa bir şey fısıldanıyor. Sanki herkes kendini o erkekle yatıyor hissediyor.(..)” s.17

Buraya kadarki anlatıları düşününce,fon olarak; ne “modern-laik”,ne de “dindar- muhafazakâr” (bu kavramlar çok eprimiş,kullanmak istemiyorum ama yerlerine ne koyacağımı da bilemiyorum açıkçası) olabilmiş bir aile-okul-toplum(çevre) çizgileniyor kafamda:

Anne ve baba, öğretmenler (baba müfettiş) ama aralarındaki sevgisizlik, çocuklara ilgisizlik veya sevgi eksikliği olarak dönüyor.Yine modern ve bilinçli olması umulan ebeveyn, kızlarına cinsel eğitimi vermemiş,cinselliği konuşma konusu bile yapmamış, yasaklayıcı tavır sergilemiş görünüyor…

İkinci adımda; kahramanın gönderildiği okul bir kız okulu ve rahibelerce yönetiliyor. Burada da rahibelerin çocuklarla  iletişiminin olmadığını görüyoruz,cinsel konulardaki meraklarını,problemlerini konuşup tartışabilecekleri bir ortamın olmadığını anlıyoruz. Rahibelerin hissiyattan yoksun,Hıristiyan ve didaktik Tanrı söylemleri…


“ O sonbahar, kış,ilkbahar ve yazlarda henüz çocuğuz. Ama içimizde çocuksu bir sevinç yerine, garip bir hoşnutsuzluk, bir sıkıntı. Öğretmen anne babanın, Müslüman mahallelerindeki dar evlerin, kilise okulunun Katolik havasının, düşüncelerimizle bağdaşmayan çılgın sayılacak rahibelerin davranışlarının, öteki öğretmenlerin, öğrenmenin, düşüncelerimize yön verecek bir akımın olmayışının, kavranması istenen önümüzde bekleyen tüm yaşamın sıkıntısı var.Yaşam,şimdi ancak kavranılması ve anlaşılması gereken; oysa yaşanılması, gerçeğine inilmesi ilerideki yıllara atılan bir yabancı öğe gibi önümüze getirilmiş.” s.21

Ergenliğe geçişte herkesin yaşadığı bunalımlar gibi:

“Öfke içinde büyüyoruz. Oturduğumuz semte, sokağa,odalara,eşyalara, kış aylarında güçlükle ısıttığımız,eskimiş, ortası çukur pamuk yataklara öfke duyarak büyüyoruz. Yaşam yalnızca sokaklarda(…)” s.21

Konuşulmayan cinselliğin ve/veya ailedeki sevgisizliğin (genelden erken yaşlarda bir cinsel uyanış mı söz konusu ?) “çocuklardaki” çarpık tezahürü:

“ Süm,kuzenlerim ve benim aramdaki cinsel ilişki çocukluktan çıkışımıza dek sürüyor.Yalnız kalabilmek için olanaklar yaratıyoruz. Sonra soyunup birbirimizin üzerine çıkıyoruz.(…) (Hepimiz erkeklerle duyacağımız boşalmanın çok daha başka bir duygu olduğunu düşlüyoruz. Sıkıntılarımızın özünde, bu yasaklanan duygunun özlemi yatıyor.)…Kıllarımız çıktığında sevişmeler kendiliğinden bitiyor.(…) Erkek gövdelerine,erkek organlarına yabancılığımız giderek büyüyor(…)” s.22

Bu paragrafta ilgimi çeken yaş meselesi. Çocukken cinselliğe duyulan merak dışında böyle bariz bir bilince yönelmeyi, sıkıntıların kaynağının cinsellik olmasını anlayamadım doğrusu. Buluğ çağının fizyolojik gelişmelerinden (kılların çıkması,göğüslerin büyümesi vs.) çok önce böyle bir uyanış,özlem var… Burada psikolojik bir problem yatıyor olmalı, aileden kaynaklanan problemlerin kız çocuğunu erken yaşlarda cinselliğe yöneltmesi, onu takıntı haline getirmesi gibi bir şey… (Bu roman bazında, cinsellik olarak sadece üreme sürecinin tarif edildiği unutulmamalı. Bu arada nesnel veri toplama, kontrollü gözlemlerde eksiklik başta olmak üzere Freudyen teorilere getirilen itirazları birçok çağdaş psikolog ve psikiyatrist kadar ben de desteklediğimden konuya bu noktadan kimse yaklaşmazsa memnun olurum:))

 Yine s.38’in başındaki bölüm,kahramanın bu durumuna işaret ediyor bence…

“Kısa çoraplarımızı çıkardık,naylon çorap giyiyoruz. (s.21)”

Sayfa 21’deki alıntıda altını çizdiğim,toplumda (kahramanı) sürükleyici bir akımın,düşünce akımının, tutunacak bir şeyin olmayışı,içinde bulunulan manevî-fikrî boşluk tekrarlanıyor sayfa 23’de:

“Dünyanın bize yaşatılandan,öğretilenden daha başka olduğunu seziyorum. Oysa o yıllarda bu kaygılara çözüm getirecek hiçbir olgu yok. Yönetime karşı bir direniş başlamış. Soygundan,antidemokratik eylemlerden söz ediliyor…Ama yaygın olan yalnız varoluşçuluk. Marmara’nın gri mavi boşluğuyla bağdaşan varoluşçuluk” (s.23)


Ve “elit” ortamları tanıma,sevgililer edinme, cinsel deneyimlere başlama ve eleştirmeler dönemi… bohem hayatın tüm renkleri…

“Hepsinin ortak bir tutkusu var:Paris.(…)Sanatçılığın belli bir kahve,meyhane düzeni içinde,gece yaşamıyla süreceğine inanıyorlar.(…) s. 25.

“İşte burası Balıkpazarı,işte bunlar meyhane,bu adam zampara, bu iki kadın sevici,ama benimle olduğunuz için sizi sevmezler,bunlar homoseksüeller, bu karı koca çok kavga eder, adam dayak sever, kadın da onu döver, işte ağabeyinin karısını aldattığı tiyatrocu kız…..”

“Yabancı bir kentte,sekiz-dokuz erkeğin barındığı bir odada,ilk kez bir erkekle yatıyorum.(…)Sabah tramvay durağında ayrılıyoruz. Uzun boylu olduğunu anımsıyorum.”s.26


Vatan ve aile sevgisi gibi “kutsal”lar kahramanın gözünde bir anlam ifade etmiyor :

“(…) Kanımıza işletilen aile bağları. Kanımıza işletilen vatan sevgisi,vatan. Kanımıza işletilen vatan,vatan,vatan…
Öğrendiklerimi unutacağım.(…) s.27

“O yaz günü,Sirkeci Garı’nda Günk’ü geçirirken insanı ve erkeği öğrenmenin bu denli güç olduğunu hiç bilmiyorum. Erkeği öğrenmek için, çok erkek tanımak gerektiğini de bilmiyorum. Mutluluğun,insanın kendi kendisiyle hoşnut olmasıyla başlayacağını da bilmiyorum.” s.28

Öğretilen her şeyden, yaşanan bu ortam ve ülkeden…kaçmak,uzaklaşmak isteği. Tutkusu Paris olan bir adamla evlenişi,boşanması,arada diğer ilişkileri,yurt dışına gidip gelmeler (yurt dışı tecrübeleri,yine bohem bir çevrede gerçekleşiyor…) ve nihayet şizofreni…

Kahramanın yaşadığı şizofreni, çevresinin tavırları ve yattığı kliniklerdeki insanlık dışı uygulamaların (hele hemşire,hastabakıcı,doktor gibi bilimum “sağlık personelinin” taciz ve dayakları…) anlatıldığı son bölümler sizi içerik olarak şoka sokuyor. Bu bölümlerde Guguk Kuşu filmini izleyen – tedavilerden sonra – kahramanın o anları ise filmi de izlemiş biri olarak aklımda kalıcı oldu…

“Onunla yeniden buluştuğumuzda bir başka erkekten gebeydim. Çocuğu aldırdığım gün,bana kırmızı karanfiller getirdi. (…) Demek onun için büyük bir sevgiyim. Böylesi bir sevgiye gereksinme duyuyor muyum? Hayır. Yalnızca bir erkeğe gereksinme duyuyorum. Üç,dört yaşımdan beri bir erkeğe gereksinme duyuyorum ve artık yanımda bir erkek olmadan uyuyamıyorum.(…)Sevişme yolculuğu,coşkusu, ölüm isteğiyle bitiyor. Bunun için ondan kaçmalıyım. Ama ailemle de kalamam ki. (s.37,38)

“Evlendiğim adam gerçek kişiliğini hemen belirtmeye başlıyor. Tek bir Dünyası var.Paris! Paris!Paris! Benden öç almak istiyor. Neden başkasından gebe kaldın diyor. Çok tutumlu. Para harcanmasın istiyor(…) (s.38)

İki noktaya temas ediyor kahraman aşağıda:

“Neden bunalımları çözemiyoruz? Neden dost olmadan, erkek-kadın, karı-koca olmaya çabalıyoruz? Yirmili yaşlarının başındaki insanlar böyle mi olmalı? Sevişmek için,ilkin nikah imzası mı atılmalı ? ( s.40)


Ve hastanedeki işkenceler, kadın –erkek sağlık personelinin, insanlıktan çıkmışlıkları yani “ahlaksızlıkları”:

“(…) Soyunmazsam,ertesi gün doktorlara şikayet eder. Çok hasta olduğumu, bana şok yapılması gerektiğini söyler. Bahçeye salmaz. Çay vermez. Üzerimdeki geceliği çıkarıyorum. (s.42)

İğneleri hademeler yapıyor. Kanı da hademeler alıyor. Kızarlarsa, deli gömleğine bağlıyorlar. Doktorlar sabah erken hastaneye gelip hastaları tek tek dolaşıp:
- Bugün nasılız?
diye soruyorlar. Öğleyin hemen gidiyorlar. Kentin  zengin mahallelerindeki muayenehanelerinde çok para karşılığı baktıkları hastaları var.(…) İyileşmeye başlayan genç ve güzel hastalarını, Beyoğlu’ndaki garsoniyerlerine çağırıyorlar. Hasta, yeniden hastalanacağım, gene bana bu adamlar bakacak korkusuyla gidip onlarla yatıyor.s.43

Ertesi gün,yıllar önce,lise öğrencisiyken,beni odasına kilitleyen,üzerime saldıran doktoru görüyorum.Profesör olmuş. s.49

Arkadaşları, kız kardeşi de, onun içindeki eksikliği, isyanı ve bunu uçlardaki cinsel hayatıyla giderme isteğini anlayamayıp her “aşırı” hareketinde (hiç tanımadığı biriyle yatmak gibi) onu akıl hastanelerine gönderiyorlar, ve yine bir umut olarak erkeğe saplanışı:

Biraz istediğim gibi davranmaya başladığımda, götürülüp demir parmaklıklar gerisine kilitleniyorum. Oysa bu adamla, beni doktor ve kliniklerin eline bırakmasın diye evlendim. Evlenirken ondan tek isteğim bu oldu.(…) s.46
                                       
Kendini siyasi hareketlerin dışında görmesi:

Ne 12 Mart döneminde, ne öncesi,ne de sonrası devrimci mücadele içinde kendime bir yer vermiş değilim. Düşünce ve davranışlarım küçük burjuva özgürlüklerinin sıkıcı sınırlarını yıkmaktan öte bir anlam taşımaz. s.47

Sonra düşünüyorum: Kahramanımızın çevresindeki erkeklerin de tek istediğinin cinsellik olması,onun ruhunu anlayıp destek olup birlikte yol alacak tipler olmaması da “bohem çevresinin” doğal sonucu muydu?…

Kopuk aile bağları var ama ailenin kutsallığı dikte edilmiş, ne tam bir Avrupalı gibi ne de Müslüman gibi  olan, daha doğrusu olmayan bir düşünce- ilkeler dünyası…Sadece ezberletilmiş,ruhtan yoksun olduğu için anlamsızlaşan, duvarlaşan, bilgiler,düşünceler,sistemler,kurallar…Erkek egemenliğinin tüm çirkefliğiyle kral olduğu bir toplum…Ve bir kadın ruhu…

Neyse ki yıllar süren tedavilerin sonunda yaşama sevincini kaybetmemiştir kahraman ve bir umutla ve bir de mottoyla biter romanımız:

Doyumsuz yaşamı kucaklamak istiyorum.(…) Bu sevgide tüm sevgilerim,sevebilme gücüm var. Gelecekteki sevgileri de yaşar gibiyim. Geçmiştekileri de. s.55

İki insanın birleşmesindeki sonsuzluk  özü olmalı insan yaşamının. Özü olmalı güneşin.s. 59

* geleneksel’deki gibi kelime ve kavramları özellikle tırnak işaretleri içinde kullandım, çünkü şerhli kavramlardır kafamdaJ Mesela burada geleneksel babaanne ya da müslüman kadınının, torunlarına “verebildiği tek dinsel eğitim”; “yanacaksınız!” şeklinde. Belki gerçekten de, uzun yıllar, müslüman çocuklarına verilebilen tek din eğitimi, o günah,bu yasak,Allah yakar…şeklindeydi,maalesef.


Son not: Leyla Erbil'le Özlü'nün yakın arkadaşlar olduğunu öğrenir öğrenmez elimin altındaki Gecede'yi  okuma sıramın önüne alıyorum. Erbil de benzer bir bohem hayatı anlatmış bu hikayelerinde,ama farklı bir üslupla...
Künye:
Kitabın adı: Çocukluğun Soğuk Geceleri
Yazarı: Tezer Özlü (1943-1986)
Yayınevi:YKY
Basım yılı:1997



18 yorum:

  1. beni en çok etkilemiş yazarlardan biridir tezer özlü. ilk gençlik yıllarımda... :)

    arada hala açar bakarım, cümleler okurum özellikle "kalanlar" dan.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. ilk gençlik yıllarında çok etkilenilecek bir kitap bence de:)

      Sil
  2. Çok güzel tanıtmışsın kitabı.Emeğine sağlık.Okuma listeme alacağım.

    YanıtlaSil
  3. Çocukluk dönemi cinsellik hakkındaki yorumlarını iki katmanlı metinler olarak okumak gerektğini düşünüyorum. eylemlerin anlatılışı ile parantez içine alınarak yorumlanışı. Yani eylemler anlatılırken "çocuk Tezer" olarak karşımıza çıkarken, eylemlerin açıklama ve yorumlarında artık çocuk Tezer değil, büyümüş olgunlaşmış "büyük Tezer" var. Bir de roman demesek de anlatı desek, daha çok uyacak.:)
    Leyla erbil ile yakın arkadaşlar ama aynı bohem hayatı anlatıyorlar deme Allah taş yapar seni.:))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Parantezler hakkındaki yorumunu ben de belirtmiştim zaten, romanın yazıldığı an'daki durumları içeriyor diye...Ve eve, yazarın şimdiki yorumları,bakış açısı.

      Valla kitabın üzerinde roman diye yazmışlar,ben de kırmadım YKY'yi :)
      Erbil'e gelince, taş yapacak onca masum katili diktatör filan varken bana sıra gelmez inşallah:) Gecede hikayesi aklımda kalmış, ona binaen dedim. Başka kitaplarını okumayı düşünüyorum Erbil'in. Önersene :)

      Sil
    2. Tezer Özlü ile mektuplaşmaları ilginç olabilir. İşbankası yayınlarından çıkmıştı sanırım. Ben okumadım ama listemde var. Gecede öyküsü için söylenebilir belki ama diğer kitabın diğer öyküleri için bohem tanımlaması biraz zor. Özlü'de nasıl ki cinnet sınırında bir kadın-kişi anlatılıyorsa, Leyla erbil'in tüm tiplemeleri o sınırı aşmış, cinnet geçiriyor. Ben o yüzden şerhli karşılarım Leyla Erbil'e ilişkin "üstad" tanımalamasına. Tek tip karakter yaratabilmiş. Hep onun etrafında dönüyor, mekan ve zaman değişse de 'cinnet' sıfatı mutlaka takılıyor. Bu da bana aslında kaleminin de tek tip olduğu izlenimi veriyor. Bizim Selda, "Cüce" nin tutkunudur. Ben de okudum ama aynı hazzı aldığımı söyleyemem. Takıl kafana göre yani Leyla Erbil'de.:)

      Sil
    3. Mektuplar bu aralar çok ilgimi çekmekte.

      Sil
  4. Diyarbakırdaki Kitap Fuarından aldım. En taze kitaplarımdan...yazına göz gezdirdim ama okuyup bitirince ki yakın zamanda düşünüyorum okumayı ondan sonra detaylıca okurum:))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. iyi yapmışsın, çünkü bayağı alıntı vardı yazımda:)

      Sil
  5. İncelemn ben de yeniden okuma isteği uyandırdı. Kitaplığın arka sıradaki kitapları arasına kaydığını da sayende farkederek kendimden utandım.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. :))
      Belki de kitaplığını genişletmen gerekiyordur. Benim büyük bir kitaplığa ihtiyacım var artık...

      Sil
  6. Ben Ankara'daki Kızılırmak Sineması'nda bir dergide görünce tanıdım Tezer Özlü'yü. Onu anlatan yazıda kendimden birkaç esinti bulunca dur demiştim, bir okuyayım. Hep ismini "Soğukluğumun Çocuk Geceleri" diye söylediğim bu kitabı buldum. Bir gecede bitirdim. Ertesi sabahı hatırlamıyorum.
    Ancak yazınızda anladım ki çoğu kişide aynı etkiyi bırakıyor.
    Öyle kolay gibi görünen ve bizi anlatan bir üslubu var ki ancak ne kadar uzak.
    Unuttuğum ve hatırladığım bir dost gibi oldu şimdi, mutlu oldum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Güzel bir hatırayı hafıza çekmecelerinden çıkarmana vesile olmuşum. Ne güzel :)

      Sil
  7. İlk defa duydum bu ismi,
    Sarsan cümleler tam bana göre..
    Sanırım edinmeliyim yakın zamanlarda..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. ismi ben duymuştum çok, çünkü bazı yazar ve kitapların adeta fanatikçe sevenleri oluyor ve de merak ederim böyle kitapları, misal ihsan oktay anar da böyleydi...Yeterince alıntı var yazımda,oku tabii ki, ve lütfen yorumlarını paylaş, ister burada ister blogunda,haber verirsen mutlaka gelir okurum.

      Sil
  8. Yazin, kesinlikle okuma istegi uyandirdi bende, yoksa erteleyip duruyordum bu yazari, ilk kitap alisveris listeme eklendi sayende.

    Bu doyurucu yazi icin tesekkurler :)

    Sevgiler

    YanıtlaSil

Ölümü görün yazın bir şeyler, üşenmeyin.
E, üşenmeyin dedik ya:)