OSCAR WILDE'DAN BÜYÜKLERE DE MASALLAR

İskenderiye Kütüphanesi.com’dan, zamanın birinde indirdiğim e-kitap Oscar Wilde Öyküler. Ekrandan okumayı sevmediğim ama yazıcım da rahmetli olduğu için yine de okuduğum bu öyküleri çeviren Nurettin Sevin.( Türkçe karakterlere çevirmek için de ben epey bir ter döktüm. Ama hasta yatağımda daha iyi bir uğraş yoktu:))

Öyküler deniyor ya bunlar düpedüz masal. Tabii büyüklere de hitap eden, Wilde’ın kendi süzgecinden geçirdiği masallar. Masalların hemen hepsi doğu kökenli olduğundan ve iyi hasletleri tavsiye, kötülerinden men niteliğinde olduğu için tanıdık. Hakanlar,saraylar,peçeli kadınlar, tavus kuşlu bahçeler gibi oryantalist tasvirlerle bezeli zengin bir cümbüş…ama masalların ortalarına doğru bunların Wilde’ın düşünceleri ve üslubu içinde dekor olarak kalıyorlar. İğneli üslup gözden kaçmıyor bu masallarda, zamanının toplumsal adetlerine, kapitalizme vb.ne karşı…

Ama yeğenlerime rahatlıkla okuyabileceğim masallar. Sonlarındaki karamsar bitiriş cümleleri hariç:)


Wiki’ye baktım, bu öyküler orada “fairy stories” olarak anılmış ve 1888’de basılmışlar: Happy Prince and Other Stories.


BÜLBÜL VE GÜL, neredeyse tamamen bizdeki gül- bülbül motifi üzre kurulmuş. Masalın sonunda bülbülün kanı canı pahasına büyüttüğü al gülün aşık elinden nasıl çöpe gittiğini okumak hüzünlendirmiyor değil, Wilde bu sonu da kara mizah bir paragrafla hazırlamış.

MUTLU PRENS:

Mutlu Prens (heykeli) ile kırlangıcın öyküsü. Benim en hoşuma giden kırlangıcın saza aşık olması ve prense gezip gördüğü yerleri anlatmasıydı:

“Sözü döndürüp dolaştırmaktan hoşlanmayan Kırlangıç, "Sizi seveyim mi?" dedi. Saz da yerlere dek eğildi. Bunun üzerine Kırlangıç kanatlarını suya değdire değdire gümüş halkalar çizerek onun çevresinde döndü, döndü. Bu onun yanıp yakılmasıydı ve bütün yaz sürdü. Öteki kırlangıçlar, "Gülünç bir ilgi; parası yok, sonra soyu sopu da kum gibi," diye cıvıldadılar. Doğrusu ırmak da sazlarla dopdoluydu. Sonra güz gelince hepsi uçup gitti.

Onlar gittikten sonra Kırlangıç pek yalnız kaldı ve sevgilisinden bıkmaya başladı, "Hiç konuşmuyor," dedi, "Sanırım hoppalığı da var, çünkü hep rüzgârla cilveleşiyor." Rüzgârın her esişinde saz kesin en zarif iltifatlarını yağdırırdı. "Evine böyle bağlı olmasını kabul ederim..." diye sürdürdü konuşmasını, "... ama ben gezmeye bayılırım, dolayısıyla karım da gezmeden hoşlanmalı." Sonunda ona, "Benimle geliyor muşun?" diye sordu; saz başını yükarı kaldırdı. Evine pek bağlıydı. Kırlangıç, "Sen beni oyaladın. Ben piramitlere gidiyorum, hoşcakal!" diye haykırıp uçtu.

Bütün gün uçtu, geceleyin kente vardı; "Acaba nereye insem? Umarım kent benim için hazırlıkta bulunmuştur," dedi. Sonra yüksek sütunun üstündeki yontuyu gördü.

"Burada kalırım. Bol havalı, çok güzel bir yer" diye Mutlu Prens'in tam ayaklarının arasına kondu. Çevresine bakınıp uyumaya hazırlanırken, kendi kendisine yavaşça, "Yatak odam altından," dedi; ama, tam başını kanadının altına koyarken, üstüne iri bir su damlası düştü. "Ne tuhaf şey, gökte bir tek bulut yok, yıldızlar parıl parıl parlıyor da gene yağmur yağıyor. Avrupa'nın kuzeyinde iklim doğrusu pek kötüymüş," diye haykırdı; "Saz yağmurdan hoşlanırdı, ama bu onun bencilliğinden başka bir şey değildi."

DOST

Bir gece habersiz bize gel
Merdivenler gıcırdamasın
Öyle yorgunum ki hiç sorma
Sen halimden anlarsın
Sabahlara kadar oturup konuşalım
Kimse duymasın
Mavi bir gökyüzümüz olsun kanatlarımız
Dokunarak uçalım.
İnsanlardan buz gibi soğudum,
İşte yalnız sen varsın
Öyle halsizim ki hiç sorma
Anlarsın.
************************************************

 ALACAKARANLIKTA


Akşam karanlıklarla sarmaş dolaş
Sen de sarılmışsın yalnızlığına,
Taksiler kurşun gibi gelir geçer
Troleybüsler salına salına.


Tek tük kadınlar aydınlatır caddeyi.
Genç kızlar beyaz neonlar gibi.
Ortancalar gül rengi ışık saçar,
On beşine varmamışlar masmavi.


Sen de yalnızlık saçarsın.
İçmeye korkarsın, efkâr basar.
Ağlayamazsın elâlem var.
Şapkanı bile çıkaramazsın
Saçlarını uçurur rüzgâr...


Gittim deniz kıyısına oturdum.
Akşam karanlıklarda sarmaş dolaş,
Ben de denize akıyordum
Irmaklar gibi yavaş, yavaş

CAHİT KÜLEBİ (1917-1997)

YALNIZIZ

Kitabın adı: Yalnızız


Yazarı: Peyami Safa (1899-1961)
Yayınevi ve basım yılı: Ötüken, 2000
İlk yayın yılı: 1951






Peyami Safa’yı severim.
Matmazel Noroliya’nın Koltuğu ilk göz ağrımdır. (Lisede edebiyat dönem ödevi idi)
Ama…
Yalnızız beni bazı sayfalarda bunalttı.

Bunun nedeni, birçoklarınca da eleştirilmiş olan, Safa’nın kendi görüşlerini karakterlerden birine söyletmesi. Kaldı ki romanda savunduğu görüşler ve önerdiği çözümlere yabancı sayılmam.

Burada da Samim karakteri konuşuyor, anlatıyor da anlatıyor fikirlerini.

Peyami Safa bunu yaparken felsefe, psikoloji ve sosyoloji bilimlerindeki engin bilgisini konuşturuyor ama benim gibi bunlardan artık sıkılmış bir bünye için iyi olmuyor.

Neyse ki olay örgüsü yerli yerinde.

Heyecen ve merak unsuru yeterince mevcut, olayların birden ve ustalıkla yön değiştirmesi, dallanması, hele ki ummadık bir anda devreye giren ummadık bir gizemli olay

Bittabii Safa’nın o haklı olarak ünlenmiş ruhi/ psikolojik tasvirleri,

Karakterlerinin özelliklerinin belirgin olması,

Çokça kullanılmasına rağmen diyalogların yerindeliği, karakterler arasındaki gerilimin ustaca yansıtılması…

Tüm bunlar Samim’in, zaman zaman çok bilen bir edayla anlattığı / savunduğu içtimai savlarının ve ütopik ülkesi SİMERANYA’nın bunaltıcılığını hafifletiyor. (Gerçi biraz da kullandığı kelime ve tamlamalara alışkın olmadığımızdan da kaynaklanmış olabilir bu. Yine de sıkıldım.)

Safa’nın bir başka takıldığım noktası; uzun ve karışık diyebileceğim tamlamalarla kurduğu, bazen bir paragraf olan tasvir cümleleri. Önceki kitaplarında böyle bir şey dikkatimi çekmemişti oysa. (Bunların önemli birkısmı da yine Samim’in monolog ya da diyaloglarında geçmekte.)

Bunların dışında her sayfası dolu dolu bir roman Yalnızız.

Kaldı ki romanın neredeyse ortalarında patlak veren, Renginaz ve Necile’nin o müthiş gecesi hatırına bu roman okunmalıdır.

Ve âdetim olmadığı halde romanı özetlemeye çalışacağım:

ORLANDO, AŞK DEDİĞİN NEDİR Kİ!

Kitabın adı: Orlando
Yazarı: Virginia Woolf (1882-1941)
Yayınevi ve basım yılı: Ayrıntı, 2ooo
Kitabın yazım tarihi: 1928
Çeviren : Seniha Akar



Oğlan (çünkü günün modası bir bakıma gizlese de cinsiyeti su götürmezdi) çatı kirişlerinden sarkan bir Mağribi kellesine kılıç sallamaktaydı.”

Böyle başlıyor Orlando; Bir Yaşamöyküsü.

Önsözde, Orlando’nun Woolf’un deneysel çalışmaları arasında bir “tatil kitabı” ve dahi fantastik türde bir romanı olarak bahsedilmişse de hiç de plajda okunacak bir kitap değil :)

Woolf’un iyi bir yazar olduğunu yeterince kanıtlıyor Orlando. Üslup çok hoş bir kere.

Deniz Feneri’ni 20 yaşındayken okumuş ve dilini güç bela kavrayıp beğenmiş bir kitap kurdu olarak elbette ki bu romanı daha bilindik, klasik tarzda yazılmış olduğundan anlamam kolay oldu. Sevdim de.

Woolf’un neşeli, yalın, alay eden, alayla hicveden ,okur ile karşılıklı konuşan üslubu çok tatlıydı. Bu arada Böll’ün K.Blum’un Çiğnenen Onuru ile Orlando’daki benzer üsluplar; alaycı, överken yeren ya da övgü mü sövgü mü ( :)) belli olmayan …üsluplar hoş bir tesadüf oldu benim için.

(Normalde Woolf okuma listemde yoktu. Ama geçen ay birkaç edebiyat programı ve gazete yazısında Woolf üst üste konu edilmişti. Timaş’tan çıkan bir “yazarlık dersleri” kitabı da Woolf’un yazarlık serüvenini, tekniğini yazarın cümleleri ve konferanslarıyla inceliyordu. Böyle olunca geçenlerde Orlando’yu görüp de elimin uzanmaması düşünülemezdi!)

Orlando bir biyografi olarak tasarlanmış. Tabii bu Woolf’un bir oyunu sadece. Bildiğimiz bir tarzda yaşamöyküsü değil tabii ki.

Fantastik denmesinin sebepleri ise Orlando’nun İstanbul büyükelçisi iken bir gece bir kadına dönüşüvermesi ve 4oo yıl yaşaması.( Bu uzun ömre sadece birkaç tanıdığı ortak olur.)

Başka fantastik bir öğe göremedim ben. Bu da bu kitabı fantastik olarak adlandırmaya yeter mi, bilmem.

Woolf bu iki öğe ile aslında bulunduğu toplumdaki kadının yerini, kadına bakış açılarını Elisabeth döneminden Victoria dönemine kadarki bir süreçte irdeleme imkanı yaratmış. Zamanında (30 yaşına dek) erkek olan asilzade Orlando kadın olmakla beraber iki cinsiyeti ve toplumdaki durumlarını “objektifçe” sorgulayıp düşünebiliyor.

Sayfalar dolusu not aldım kitaptan, çok tatlı paragraflar vardı.

Bir de Türkiye’den,İstanbul,Bursa vb. den romanın sonuna dek bahseder Orlando.

Bu arada bazı noktalarda Woolf’un feminist düşüncelerini ve ahlak anlayışına gönderdiği iğnelemeleri aşırı bulduğumu da söylemeliyim. Ama o dönemin İngilteresi ve hristiyan ikiyüzlülüğünde bir sert çığlık da olabilir bu. Tarih ve ilgili diğer bilimlerdeki bilgim bu konuyu aydınlatmama yetmiyor. :)

SEN BİLMEZSİN...

……………………..


İnsanların birleştikleri noktalara dikkat ederim. Bu çizgilerin kesiştiği yerler insanın yarını için bana ümitler verir ve ben bulduğum birleşme noktası sayısınca mutlu olurum.

(…)Pigale’i gözünüzün önüne getirin. Gün doğmuştur. Etrafta iş saati başlamadan önceki durgunluk vardır. Bir ayak sesi duyarsınız, yorgundur. Yorgun bir fahişedir gelen. Çok hararetli bir iş gecesinin yorgun dönüşüdür bu.

Aynı saatlerde Mecidiyeköy’de, kulak verin bir ayak sesi yalpalar, yorgundur. Yorgun bir gazete yazarıdır gelen. Arşivler karıştırmış,telefonlar etmiş, okuyucu karşısında türlü taklalar atmış, şaklabanlıklar yapmış, tek tek bütün meyhanelerde, kadeh kadeh konular toplamış, yarın bunları rengârenk çıkarmağa hazır bir gazete yazarıdır gelen. Çok hararetli geçmiş bir iş gecesinin dönüşüdür bu. (…)

(Yorgunluk Hakkında hikâyesinden)



………………


- Demek, dedim, sen coğrafya bilmiyorsun?

- Bilmek mi? diye esnedi. Sakalını uzun uzun kaşıdı. Göğsünü olanca hızıyla şişirerek karşıki çalı kümesine okkalı bir tükürük yolladı:

- Bilsen ne olacak yani ? dedi, bu kitabın kıymeti ne?

Fiyatı ne ? anlayarak iki buçuk lira dedim.

İkimiz de sustuk, bu sükut karşılıklı bakışmalarımızla uzadı, serseride bana karşı bir galibiyet, inkâr edilemez bir üstünlük var gibiydi. Doğrusu bu benim için bir hayli hayret verici oldu. Pejmürde ceketinin cebinden bir sigara çıkardı, bir an mütereddit durdu.

- Başka yok, dedi, bunu da sana veremem.

Sigaradan derin derin birkaç nefes çekti, duman burnundan buram buram tüterken;

- Ben çok zaman evvel öldüm,dedi, dudaklarında mağrur tebessümler sıralıydı.Hep bu parkta, bu ağaçların arasında düşünürüm. Zaten başka işim de yok ya…Kuş derim mesela, kuş ötmese ha.. Peki kuş ötmese ne olur?

O kuş ölmüştür.Ağaç yeşermese,deniz köpüklenmese deniz de ölmüştür, ağaç da.. Ne kadar aç olsam öten kuşu öldüremem ben, onu öldürmek, bana para verdiği için, sadaka vereni öldürmek gibidir bu. Ana neden mi kıymetlidir? Arkadaş, kitap neden mi kıymetlidir? Bir sürü verirler de ondan. Ohoo, çok oluyor ben öleli, çok. Ölmeden evvel son olarak ceketimi vermiştiem Tahtaburun Mıstığa.. O da ne demişti..

- Abi demişti, yaşa Hamit abi demişti.

Tekrar sustu,içimden yükselen pişmanlık, iki damla gözyaşı yuvarlanıverdi yanaklarıma.(…) Ölmemiş olsam bir tebessüm verirdim sana .. diye haykıramadım arkasından.

(Vermekten Ölümsüzlük hikayesinden)
............................................


“ Şu duvarların ötesinde Eleni ötesinde, dört tanıdık omuzda bir tabut.

Sen söyle yine ne olur söyle…

- Geçecek de. Ne bileyim hımmh diye imrendir beni çorbaya. Balıkçı Mehmet’ten bahset gözlerin yaşlı. Sirkeli bezi değiştirirken babamı sor istersen.

HEINRICH BÖLL: 3 UZUN HİKAYE

Geçen yazıda bahsetmiştim; Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru içinde başka bir bölüme daha rastladım diye.


Bunu önce başka bir roman sanmıştım. Ama birbirine kolayca bağlanabilecek 3 uzun hikâyeden oluşuyor: Savaş Çıktığında, Savaş Bitince, Birlikten Ayrılış.


2. Dünya Savaşında askere alınan kahramanın hikâyeleri bunlar. (Her üç hikayenin kahramanının aynı kişi olduğunu rahatlıkla söyleyebilir ve bir iki cümle ile bunları birbirine bağlayıp bir roman olduğunu söyleyebiliriz bence.)

Yazarın bizzat yaşadığını bildiğimiz askerlik ve esirlik dönemlerinden anı ve sahnelerin dolu olduğunu tahmin edebileceğimiz bu hikayelerde de hicivli bir üslup hemen göze batıyor.

Yazarın savaşa, savaşan “erkek” zihniyete,nazizme, katı hıristiyan/ katolikliğe, sürü psikolojisine, bu noktada otoriteye karşı tavrını, ince göndermelerini (her ne kadar amaç bu değil diyerek ters bir imada bulunsa da) görebiliyoruz.

Çok güzel hikayeler bunlar. Böll’ün o ince alayları, -miş gibi diyerek aslında zıttını anlatmış, ima etmiş olması çok yerde gülümsetti beni.

Kan, silah, bomba vb. sıradanlaşmış savaş kelimeleri geçmeden de, savaş ve savaşın “kötülüğü” böyle güzel anlatılabiliyormuş.

1972’de Nobel almış Böll, bu kitaptaki eserleri ile de benim nobel ödülümü almıştır!

HEINRICH BÖLL: KATHARINA BLUM'UN ÇİĞNENEN ONURU





Kitap: Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru (İftira)


Yazarı: Heinrich Böll ( 1917- 1985)
Yayınevi: Altın Kitaplar, 1974
Çeviren: Ahmet Cemal
Kitabın yazım yılı: 1974

Çoğu zaman olduğu gibi, kitaptaki önsözü okuyunca yine kızdım: Tüh, tüm konuyu öğrendim, tadı kaçtı kitabın!

Ama çok yanılmışım!
Yine de bir başlayayım deyip de elime almam ile 150 sayfayı bitirmem bir oldu!
İyi ki almışım sahafta görünce bu kitabı dedim yine kendi kendime.

Yazarı ve yazarından bağımsız olarak bu romanın ismini biliyordum. Ama kitap hakkında başka hiçbir fikrim yoktu.

Şimdi ise, polisiye tadını aldığım, yergi, mizah ve belgeselin, edebi ustalığın içiçe geçtiği bir eser okumanın verdiği müthiş lezzeti duymaktayım.

Üzüldüğüm tek nokta, medyanın insan mahremiyetini ve onurunu hiçe sayışı ve medya üzerinden çıkar sağlamanın hala ülkemizde geçerli olması.

Konuyu kısaca özetleyeyim: Sıradan bir vatandaş olan Katharina Blum’un 4 gün boyunca başından geçenler.

Asıl konu ne mi diyorsunuz?

GAZETE gazetesinin, genelde “medyanın”, kendinde herkesi fütursuzca yargılama hatta yargısız infaz yapma hakkını bulması, suçu sabitleşmeden insanlar hakkında hüküm vermesi, kendi çıkarları için yalan-çarpıtılmış bilgi ve beyanlarda bulunarak toplumu yönlendirmeye çalışması, masum insanların hayatını , toplumdaki mevkilerini yerle bir etmesi…Tanıdık gelmedi mi size de?

BÖLL, bu eserini 58 kısa bölüm halinde yazmış. Bu bölümler, bir gazetecinin bulduğu kayıt ve ipuçlarını sıralaması gibi. Kısa , net. (Ve hatırlatayım, yaşanmış olaylar üzerine kaleme alıyor bu eseri)

Ya o ince alay, zeka, mizah yoluyla yapılmış hiciv dolu cümleler; iğnelemeler? Harika bir üslup. Görüyorum ki ustalar, az sözle çok şey anlatabilenler...

Mükemmel polisiye- gerilim havası; Katharina bir hizmetçi (kahya diyorum ben)  iken nasıl böyle bir ev satın alabildi? Bu pahalı yüzüğü ona kim hediye etti? Komşuların bahsettiği “namuslu geçinen” bu kadına gelen gizli “erkek ziyaretçi” kim? Katil ve soyguncu Ludwig’le bağlantısı ne ? Blorna’lar komünist değil mi? ...

Ve Katharina’nın itiraf ettiği cinayet…

Okumayan kalmasınnnnnnnnnn :)

Not1: Sera’nın önerdiği “Ve O hiçbir Şey Demedi” listede ön sıralara çıktı artık.

Not2: Kitabın yeni basımlarından biri de Can yayınlarında ve yine Ahmet Cemal’in çevirisiyle.

Not3: Bu kitabın bir sürprizi de içinden bir romanın daha çıkması! Savaş Çıktığında.



ARKA KAPAKTAN:

GORKİ : UNUTULMUŞ HİKAYELER

Yazarı : Maksim Gorki

Yayınevi: İç kapakta şöyle yazıyor sadece: YeniAsır ve Emlak Bankasının armağanıdır.
Çeviren: Hasan Ali Ediz, 1971


Gorki’nin daha önce Ana romanını ve Yol Arkadaşım’ı okumuştum.

Hikayelerden önce Gorki’nin uzunca bir hayat hikayesi var kitabın başında.

Buradan edindiğim bilgiye göre Gorki Rus edebiyatında  döneminin ‘gerçekçilik’ akımında yazan sayılı yazarlardan. (Özellikle Ana romanı Rus Edebiyat Tarihinde bu açıdan bir ilk sayılıyor. Konusunu ve baş karakterlerini sadece işçilerden almış olması ile de.)

Ve bu “gerçekçilik”, çalışma hayatını, geçim derdiyle uğraşan yoksul Rus halkını getiriyor konu olarak.

Ama tamamen romantizmden kopmuş değil Gorki. Hikayelerine “ o buruk tadı “ veren de bu birleşim oluyor.

Çehov’la arkadaş ve ondan 8 yaş küçük olan Gorki 1868’de doğmuş. 1906’da Amerika’ya gitmiş.(Ana romanı burada yazılıp yayınlanmış.) İtalya’ya iltica etmiş. 1917’deki Rus devriminden 11 yıl sonra ülkesine dönmüş. Sonra yine ayrılmış. 1936’da Moskova’da ölmüş.

Çehov’u çok sevmiştim. Gorki ile aralarındaki farkı ise şöyle buldum kendimce: Gorki’de tabiatın,çevrenin tasvirleri daha çok . Oysa Çehov’da insanlara ait tasvirler yer tutuyor.

İkisinde de insan hayatından manzaralar var. İkisi de öz anlatıyorlar. Ama dediğim gibi Gorki ‘de çevre tasvirleri ve giriş sahneleri daha çok. Ve Gorki’nin zamanının yoksulluğunu, çürümüş insanlığını, ya da arada can çekişen insaniliği daha derinden, yalın, sahici anlattığını düşünebiliriz. Zira kendisi de onbir yaşından itibaren türlü türlü işlerde “kuvvetten kesilinceye kadar “ çalışmış bir emekçi idi.

Bu hikayelerde mekanlar da köyler, kasabalar, nehirler, dağlar, vadiler…

Giriş sahnelerinden sonra karakterler hemen ortaya çıkıyor va gerilim başlıyor. Ve ustalıkla akıyor hikaye, denize dökülüyor sonunda. E, boşuna klasik olunmuyor.

Kısacası güzel,güzel,güzel ve gerçekçi hikayeler…